Ana içeriğe atla

Depresyonla Baş Etmenin Yolları...

Küçük kızıma göre, doğumumuzdan önce, bilinmeyen bir yerde, bu dünyaya gelmek için sıramızı bekliyormuşuz. Deniz’in konuyla ilgili tasvirleri vaktiyle epey gürültü koparmıştı. Söylediğine göre, burada tanıdığımız insanların bazıları ile aslında o bekleme odasından da tanışıyoruz. O yer her neresiyse artık  lekesiz bir parlaklık içinde yüzüyor, fakat bu parlaklık ışık değil... Deniz’e göre orada ışık yok.  Ama karanlık da yok... Belirgin tek şey her yere yayılmış  sonsuz huzur...
Deniz bana bunları anlattığı zaman boşanma yoluna henüz çıkmıştık. O yüzden sordum ‘baban ve ben de orada tanışıyor muyuz’... ‘evet anne’.. ‘peki buradaki gibi kavga ediyor muyuz?’... ‘hayır anne’... ‘neden?’... ‘çünkü orada nefret yok, ama aşk da yok anne’...
Bu cümlenin hayatımda bir milat olduğunu hatırlıyorum. O andan sonra  pek çok kızgınlığım sona erdi. Neden mi? Kendimce söyle düşündüm: Varılacak bir yer varsa, burada sonsuza dek kalacakmış gibi davranmak iyi bir fikir olmayabilir.
Son üç yıldır, hatta üç yılı birazcık da geçti, hayatımdaki tüm taşlar havalandı. Ortalık toz duman.. Birinci aşamada insan bu oynaklığa isyan ediyor. Veya ben isyan ettim. İkinci aşamada ‘neden ben’ sorusunu sordum. Öyle ya herkesin hayatı öyle veya böyle sürüp giderken, neden benimki tepetaklak olmuştu. Üçüncü aşama ‘bu kapandan nasıl çıkarım’ aşamasıydı. Beynime çakılmış bir ‘ne yapmalı’, sorusu ile günlerce deli danalar gibi dolandığımı hatırlıyorum. Dördüncü aşama ‘değişim’di. İçinde bulunduğum şartlar, ne yapmalı sorusunun cevabına paralel olarak değişmeye başladı. Beşinci aşama ‘rahatlık ve sevinç’, altıncı aşama ise  ‘tamam anladık ama sebep neydi’ aşaması... bundan sonra başka aşama var mı bilmiyorum. Muhtemelen vardır. Kısmet olur yaşarsam onları da yazarım...
Bu altı aşamalı evrimin bence en ilginç aşaması ‘tamam anladık ama sebep neydi’aşaması... Her şey kısmen bittikten, nehirler taşıp yatağına çekildikten sonra insan bu soruyu sormaya başlıyor. Veya ben başladım... veya benim sorum bu... kişiden kişiye değişiyordur muhtemelen..  Öyle ya, bir dünya eziyet çektik. Sebepsiz kuş uçmaz, dediklerine göre, bu kadar çetrefilli bir mevzunun içine yok yere daldırılmış olamayız di mi?
Düşündüm, düşündüm, kendimce bir cevap buldum. Bakalım bulduğumu sandığım şeyi anlatmayı da becerebilecek miyim?
Çıkış yolum Deniz Ece’nin öteki dünya tasvirleriydi. Karanlık yok, ama ışık da yok.. Nefret yok ama aşk da yok... Ne biçim bir dünya idi acaba orası. Ne yapıyorduk, sabahtan akşama kadar, kek gibi oturuyor muyduk. Huzur varmış sadece... Demek ki duygularımız olmadığında huzura eriyorduk... Duygular olmadığında stabil kalabiliyorduk ve sonsuz neşeyi  yakalayabiliyorduk. Peki duygularımız olmadan nasıl biliyorduk kim olduğumuzu... burada hepimizi tanımlayan kavramlar var: özverili, dost canlısı, sevecen, nankör, hain... bu etiketleri kendimize veya başkalarına nasıl davrandığımızdan yola çıkarak asıyoruz boynumuza... Davranışlarımızın sebebi ne? Duygularımız... Eğer duygularımız kendimizden yanaysa veya paylaşmaya yanaşmıyorsak, bencil oluyoruz... Herkesin derdini kendine dert edinip yüreğinde duyanlara merhametli diyoruz... Örnekler çok... Demek ki kabuğun altında eğri büğrü giden şeyler varsa anlamak için duygularımızın açığa çıkması lazım. Açığa çıkan duygularla beliren istenmeyen noktaları düzeltmek için de bir denetim ve uygulama gücü gerekli ki... Galiba ona da sırasıyla vicdan ve akıl deniyor.
Bu açıdan bakınca, farkı fark etmenin tek yolunun, duyguların olmadığı neşe ve huzur ortamından çıkarak, her şeyin duyguların üzerine kurulduğu bu oynak zemine gelmek olduğu kolayca anlaşılıyor. Yani kendimizi geliştirmek, yüreğimizi ve aklımızı açmak için, dünyanın çalkantılarına ihtiyacımız var...
Kendimce bu fikirlerimi destekleyen kanıtlar da buldum. Örneğin aşk... İnsan ruhunda öyle bir hengame yaratıyor ki, bütün dengeler alt üst oluyor. Ruhumuz ve bedenimiz sonsuz mutluluk ve sonsuz hüzün arasında bir sinüs eğrisi çizerken, becerebilenler kendini tanıyor... Beceremeyenler ikmale kalıyor. Ya benim gibi kurtarma yazılısında verip geçiyorsun veya sınıfın duvarları arasında sıkışıp kalıyorsun...
Aşk sınavından geçerken, Leyla’dan öğrenmen gereken her şeyi öğrenmişsen, Mevlayı bulma yollarına sapmayı deneyebilirsin. Leyla ve Mevla arasında ne gibi bir paralellik var demeyin. Leyla o baygın bakışları ile sizi kör kuyulara indirip, devamında merdiveni hurdacıya sattığında, karşılığında naylon ip ve mandal aldığında yaşadıklarınızı düşünün... Hadi ama, herkesin bir Leyla’sı olmuştur. Olmadan olmaz, gönül bu... O  büyük hayal kırıklığına, kazıklanmışlık duygusuna, aldatılmışlık hissine nasıl karşılık verdiniz? Daha mutsuz, şüpheci, insanlardan korkan, kaçan, onları acıtmaya çalışan, intikam peşinde, hileye ve aldatmaya meyilli bir insan haline mi geldiniz? Yoksa kalbinizin kapılarını kilitleyip anahtarını denize mi attınız? Ya da bunların dışında bir şeyler mi yaptınız? Mesela dünyanın hala döndüğünü fark edebildiniz mi, güneşin her sabah doğduğunu ve her akşam battığını... ve hepsinden önemlisi ruhunuzun konturlarını anlayabildiniz mi? Şayet bunları yapabildiyseniz daha değerli bir insan oldunuz demektir. Çektiğiniz acı sizi Leyla’dan ve dolayısı ile kendinizden nefret ettirmediyse, içinizde nasıl bir adam veya kadın olduğunu sezme yolunda bir adım attıysanız, Mevlayı bulma yolunda da bir adım attınız demektir.
İnsanın kendi içinde nasıl birini taşıdığını öğrenmesi olağanüstü bir deneyim. Ben bunu yaşadım. Ama içimde ki gerçek ben, bahçemde hizmetçimin getirdiği kahveyi içip, akşam yemeğinde nereye gideceğimizi düşünürken ortaya çıkmadı tabii... dışarıdan görünenle içeriden hissedilenin farkını anlayıp, bu tabloyu terk etmeye karar verdiğim zaman çıktı. Yaşadığım olumsuzluklara verdiğim tepkiler bana aslında nasıl bir insan olduğumu gösterdi. Gördüklerimden memnun kaldım. O zamanlar zengin, fakat bedbaht, güvensiz, kendini hiçbir şeye layık görmeyen, günlerini ve gecelerini sinir harbi içinde geçiren ve her allahın günü orasında burasında çıkan kistler, tümörler için doktorlara taşınan ve ne kendine, ne çocuklarına hayrı olmayan bir kadındım. Şimdi fakir, ama mutluyumJ... Görece rahatlığı terk edebilecek cesareti bulmam, bana ne kadar dirayetli, ne kadar sağlam duruşlu, ne kadar güçlü bir kadın olduğumu gösterdi.. asıl gücün ben olduğumu anlayınca gördüm ki;  peşinden gidilmesi gereken bahçe veya kahve değilmiş... Ve anladım ki aslında dünya güzelmiş... Yani kısaca ‘ilim ilim bilmekmiş, ilim kendin bilmekmiş’... Kendini bilmeden yapılan hiçbir işin kıymeti yokmuş... 
Şimdi toparlarsak; hiçbir menfeat çatışmasının olmadığı kesintisiz huzur ortamında, gerçekten ne olduğumuzu anlamak şansına sahip olmayan bizler, orada kalıp sonsuza dek mutlu mesut yaşamak yerine,  dünyaya geliyoruz. Öncelikle ne olduğumuzun farkına varmamız ve akabinde değişmemiz ve gelişmemiz lazım. Bu belki de, parçası olduğumuz büyük enerjinin gelişip yükselmesine yardım ediyordur, kim bilir... Farkındalığımızın artması için gereken şey, çalkantı... bunlarda aşk, ayrılık, ölüm, fakirlik, hastalık gibi çeşitli şekillerde başımıza geliyor. Sonuçta, ne olduğumuzu bu olaylar sayesinde anlıyoruz. Misal, eski sevgiliniz sizi acılar içinde bırakarak terk etti... sizde acınızı dindirmenin yolu olarak ona kazık atmaya çalışıyor ve bu uğurda gerçekleri çarpıtıyorsanız, içinizde aslında bir sahtekarın yaşadığını öğrenmiş oluyorsunuz. Millete bastığınız Türküm, doğruyum havaları, gerçekten havaya gidiyor. Ama o bana ne yaparsa yapsın, ben sadece doğru olanı yaparım, derseniz bir puan kazanıyorsunuz... Hangi yola gideceğiniz tamamen size bağlı... Sonuçta yaşadıklarınıza verdiğiniz tepkiler sonucu, aslında  insan oluyorsunuz veya olamıyorsunuz...
Geçen yıl her şey başlamadan sadece birkaç gün evvel Şems-i Tebrizi okuyordum... Sonunda ‘amannn bunlar da isteklerini elde edememiş insanların, geçirdikleri depresyonla baş etme yolları’ diyerek kaldırıp attım. Sonrasında olanlar malum...
Diyeceğim odurki; Tebriz-i okuyanlar dikkatli olsun... Kitabı kaldırıp atmak, sizi değişik noktalara götürebilir...


Yorumlar

  1. ''yaşadıklarımıza verdiğimiz tepkiler sonucu, aslında insan oluyoruz veya olamıyoruz...''kesinlikle gülfem ablacım aynen dediğin gibi..
    Berivan KARAER

    YanıtlaSil
  2. O bana ne yaparsa yapsın, ben sadece doğru olanı yaparımdan kastın nedir:)

    YanıtlaSil
  3. Dalgamı geçtin, harbiden mi soruyorsun bi anlasam, cevap da vericem...

    YanıtlaSil
  4. Et bağrıma bostan bitsin felsefesi nereye kadardır diyor yanııı.... :))))

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,