Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Eylül, 2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Sevgi İçimizde

Bir atasözü derki; tekerlek kırılınca, yol gösteren çok olur.  Boşanmış insanlar için ‘cuk’ oturan bir laf bu... En azından benim için... Tekerlek kırıldı, dolayısı ile etraf yol gösteren dolu.  ‘Ben erkeklerin kitabını yazdım kızım’ şeklinde olaya müdahil olup akıl veren mi ararsın,   ‘Kızzz, çok harika bir arkadaşımız var, boyu boyuna, huyu huyuna’ diyerek benim gibi el kadar kadını iki metre boyunda çam yarmaları ile tanıştırmaya kalkanlar mı... 'Yahu ben böyle iyiyim, çocuklar, iş, zaman yok zaten' desem de nafile... İçlerine bir türlü sinmiyor. On dakika sonra, bana çektikleri nutukları unutup, kocalarından dert yanmaya başlıyorlar ama yapacak bir şey yok. Kafamıza yazılmış bir kere; yalnızlık Allah’a mahsus... Üçüncü bir grup daha var ki; onlar konuya bilimsel yaklaşıyor: kitap hediye ediyorlar. Akıllarından geçen gizli mantra şu; bu vakte kadar bi bok olamadın, al şu kitabı oku, adam ol... Bu akşam onlardan birini tüm iyi niyetimle okumaya çalışıyordum. Kitabın adı;

Kuzu Kapama

Babam dediğim dedik bir adamdı. Lafının üstüne laf söylenmezdi. Akşamları eve geldiğinde kesin bir sessizlik   ve itaat isterdi. Bu o kadar kesin bir tavırdı ki; laftan anlamayacak kadar küçük olduğumuz yıllarda bile, babam evdeyken kardeşimle birlikte tek kişilik koltukta   yan yana oturur, sessizce meyve yiyerek, babamın televizyonda izlediği haberlerin bitmesini beklerdik. Bizi bir kez bile kucağına almamış küçükken... Annem söylerdi de, inanmazdım. Defne ve Yağız doğunca gördük. Fotoğraf çekimi için bile tutmayı beceremedi bebeleri. Babamın  engellenemez taş fırın erkeği hallerine rağmen, kardeşim ve ben oyumuzu hep ondan yana kullandırdık. Çünkü annem statükocuydu. Bir şey bozuk değilse, asla tamir etmezdi.   Ama babam yeniliklerin adamıydı. Sürekli bir şeyler dener, olmayınca pes etmez, üzerine gider, ta   ki istediği neticeyi alana kadar sınırları zorlardı. Bu fabrikada yapılan yeni bir makine de olabilirdi, evde pişirilen bir yemekte... Babam için ikisi de   aynıydı. Paz

Taşkışla Kontu

Ben bilgisayar ekranının karşısına ilk defa, altıncı yarıyılda aldığımız projenin, birinci dersinde oturdum.   Proje hocamız bizi CAD laboratuvarına götürdü ve ‘Bu bilgisayar, bu da içine yüklediğimiz AutoCad’ dedi...   Elimize de bir ‘manuel’ tutuşturdu    ve gitti... İşte her şey böyle başladı... Bizim gibi gariban öğrenci takımının normal vakitlerde orada oturup proje çizmeye çalışması pek mümkün değildi. Çünkü g ündüzleri laboratuvarı asistanlar kullanıyordu.   Bir an için bizi de içeri alacaklarını düşünecek kadar iyimser olsak bile,  laboratuvarda sadece beş tane bilgisayar vardı ve kaba bir hesapla, bilgisayar başına 20 asistan ve 180 öğrenci isabet ediyordu.   Bu da her şeyi hakkaniyetle bölüşsek bile, sekiz saat süren normal bir   akademik gün içerisinde,   her birimize   144 saniye düşeceği anlamına geliyordu ki,   o   zaman elimizde var olan 'Bilgisayar, DOS ve AutoCAD 10' üçlemesinde   ‘Line’ komutunu girmek bile   bundan daha fazla sürerdi...   Böylece Taşkışla

Burdan Fethiye’ye bir yol varmış, doğru mu?

Şubat tatilini planlamaya çalışmak bana çocukluğumdaki tatilleri düşündürdü yeniden... Gerçi bizim tatillerimiz hep yaz tatiliydi. Uludağ’a bir kez çıktık. O zaman da aylardan Ağustos’tu...   Mangal yapıp döndüğümüzü hatırlıyorum... Bir sene yine çadırımızı yüklendik, kendimizi yollara vurduk... Babam gençliğinde plan program yapmayı pek sevmezdi. Bir akşam gelir ‘yarın tatile gidiyoruz’, derdi ve biz tatile giderdik. Böyle zamanlarda annem çok sevinirdi. Çünkü hazırlanmak için önünde bütün bir gecesi olurdu. Bazen de gelir ‘birazdan tatile gidiyoruz’ derdi... Annem o zamanlar genellikle ağlardı. Konu komşu da anneme kızardı ‘kocan seni tatillere götürüyor, utanmadan ağlıyorsun’ diye... Hiç unutmam babamın bir gün gelip ‘birazdan taşınıyoruz’ demişliği de vardır. Ama bu başlı başına bir hikaye konusu olacak kadar derin bir mevzudur. Başka zaman anlatırım... Laf buraya nereden geldi? Babamın plansızlığından... Bu bizim tatil rotalarımızda da kendini gösterirdi. O zamanlar Ankara’da

Papaz her zaman pilav yemez... Bir de böylesini okuyun bari...

Benim bir arkadaşım vardı... Üç yıl önce tanıştık. Bir kış sabahında, camları buğulanmış bir kafede kahvemi içip gazetemi okuyarak, erken saatlere   havalı havalı   randevu verip, sonra da gelmeyen müşterimi bekliyordum.   Dışarıda kar yağıyordu... Daha beyefendi gelecek, gelince muhakkak bir kahve içmek isteyecek, o sırada yollar iyice Arap saçına dönecek ve biz üstüne üstlük İstanbul’un öbür ucundaki şantiyeye, proje alanını görmeye gidicez... Ohoooo, ölme eşeğim ölme... İçimden 'acaba ofise mi dönsem, nasıl olsa bu saatten sonra onca işi yetiştiremeyiz, iyi ama bana ne, o gelemedi, derdine yansın, diye düşünürken sol taraftan bir sesin ‘Günaydın’ dediğini duydum, döndüm ve O'nun bana gülümsediğini   gördüm...   Yani tam filmlerdeki gibi... Devamında bir film hikayesi beklemeyin. Öyle bir şey olmadı, çok daha iyisi oldu...   Biz kısa zamanda  iki iyi dost ve kafa dengi iki iyi arkadaş olduk.   O   yıllarda kendime göre bir sürü derdim vardı. Bilen biliyor, buradan anlatmay

Bu ne? Üzüm... Peki bu? Bu da üzüm....

Galiba on iki yaşındaydım, bizim evde çadırla tatile gitme modası çıktı... Benim annem   babam ki, yataklarının diğer tarafında yatınca yerlerini yadırgarlar, nedense birdenbire bu içlerindeki maceracı ruha teslim oldular. Aslında babam teslim oldu. Annemin hislerinin ne olduğunu doğrusu tam bilemiyorum.   Çünkü  o yıllarda bizim evde babamın sözü geçerdi. Dolayısı ile babam   bir akşam gelip ‘ben çadır aldım’ deyince, 'çadır tatili' olayına ailecek girilmiş oldu... Her ne kadar çadırla tatile gitmeye heves etmiş olsak da, aslında rahatına düşkün bir aileydik. Bu yüzden babam, herkesin kullandığı şişme kamp yataklarının bizim için uygun olmadığına karar verdi.   Peki çözüm neydi? Evdeki yün yataklar kampa götürülecekti. Annem bunu duyunca bayıldı. Mübalağa etmiyorum, kadın koltuğun kenarına yığıldı kaldı. Biz annemi ayıltmaya çalışırken, babam bu duygusal atmosferden etkilenmeden, yatakları kampa nasıl götüreceğimiz sorunsalı ile ilgileniyordu. Kısa zamanda bunun çözü

Anneeee, denizden adam çıktı....

Geçen hafta sabah yürüyüşlerine başladım. Çocukları okul servislerine bindirdikten sonra sahile iniyorum. Yarım saat yürüyorum, devamında jimnastik aletlerinde çalışıyorum ve yürüyerek başladığım yere dönüyorum. İlk günler acemiliğime geldi, döpiyeslerin altına spor ayakkabı giyerek yürüdüm. Malum, yürüyüşten sonra bir de ofis faslı var. Ama baktım herkes uzaylıymışım gibi davranıyor, hem de tayyör-etekle mekik çekilmiyor, çaresiz ben de ortama uydum. Şimdi salaş bir eşofman ve tişörtle yürüyorum, tek eksiğim walkman kulaklığı... İnsanların kilosu ve yaşı arasında galiba bir oran olmalı... Misal yaş yirmi beş iken kilo bunun iki katı olabilir. Ama yaş kırka geldiğinde artık oranın bire, bir buçuk olması lazım... Şayet hala ikide geziniyorsanız veya benim gibi 'aldığı kadar' moduna geçmişseniz, vücudunuzun da kulak memesi kıvamına gelmesi uzun sürmüyor... Neyse efendim uzatmayalım, ben oranı, aldığı kadardan bire bir buçuk seviyesine çekebilmek için can havli ile her gün

Deneme, deneme... bir, ki, üç... çiköfte, çiköfte...

Biraz önce kendim için bir blog oluşturdum. Konu bilgisayar olduğunda ne kadar becerikli olduğum herkesin malumu... acaba bunu yayınlamayı başarabilecek miyim? Başarırsam statüslerin 420 karakterlik sınırlamalarından yırttım demektir... Neyse; insanlık için küçük ama benim için büyük bir adım... Cümleten hayırlı, uğurlu olsun...