Ana içeriğe atla

Bende bu dağların nesine geldim...

Kaptan’ın seyir defteri...
Yıldız tarihi 2011...
‘Ne var yahu, hadi gidelim, hadi görelim, hadi yapalım, üç günlük ölümlü dünya... içimizde kalacağına anılarımızda yer alsın’ mantığı ile giriştiğimiz deneysel yaşam yolculuğumuzun bu ayki durağında bir dağa geldik.
Dağa gelen her normal insan evladı gibi, etrafımızda vahşi bir doğa, sarp kayalıklar ve soğuk bir hava beklerken, Taksim meydanı’ndan daha sıkışık bir trafik, maç varmış da az önce dağılmış tadında bir insan kalabalığı ve günlük güneşlik, yazdan kalma bir hava bulduk... Hani utanmasa ağaçlar çiçek açacak, millet şortla gezecek, şıpıdık terlik giyecek...  Bu ‘herşey var, kar ve sessizlik yok’ manzarasının fonunda nerden geldiği bilinmeyen ama nedense hiç dinmeyen cıstak, cıstak şeklinde müzikte, üç alana bir bedava mantığı ile kaderin bize hediyesi galiba...
Dağda kayak tatili dediklerinde herşeyi düşünmüştüm de, böyle bir şeyi düşünmemiştim. Ya ben iflah olmaz bir münzeviyim, sosyal olguları doğru değerlendiremiyorum, ya da burada ciddi bir planlama sorunu var... Yürüyen insanlar, otomobiller, dolmuşlar, otobüsler, teleski ile tepeye tırmananlar, tepeden aşağı hızla inenler,acemiler, ustalar,  jet-ski’lerin kar için olanları ile dolaşıp caka satanlar ve kahve içip sohbet edenler, yanyana, dipdibe ve  her daim içiçe geçme tehlikesi ile yüzyüze...
Misal, bu akşam otele dönerken bir adam kayakları ile neredeyse tepeme çıkıyordu. Yanımdaki kadın ‘korkmayın, çarpmaz’ dedi. Kayak hocası mı kendisi, diye sordum... Hayır, kocam diye cevap verdi... Adamın o kadının kocası olması, bana çarpmayacağını anlamam için yeterli kanıt demek ki... içimden ‘hanfendi siz beyfendinin performansını biliyorsunuz ama bende böyle bir veri yok, çekiniyorum hali ile’ demek geçti ama ilk günden mimlenmeyim şu dağ başında diye vazgeçtim...
Birinci günün olayı, benim bavulumu evde unutmamı saymazsak eğer, kesinlikle eldivenlerimizdi.. ne yaparsak yapalım bir türlü giymeyi beceremedik. Geri kalan herşeyi, bir şekilde vücudumuzun parçaları ile bağdaştırdık. Ama eldivenler nafile.. en büyüğümüzden en küçüğümüze kadar hiçkimse elinin tamamını eldivenin içine sokmayı beceremedi... Bu konuda en son arkadaşlarımdan birini karın üzerine oturmuş, allah rızası için eldiven takmayı bilen biri var mı, diye bağırırken gördüm.. Sonrasını bende hatırlamıyorum. Eldivenleri giymekle, bağlamak arası bir şekilde bileklerimize düğümleyip devam ettik galiba...
Bugünü kızak kayarak geçirdik... Tepeden inmesi fena değil ama kızağı çekerek tekrar tepeye çıkması mesele... Ama azimliydik. Bir saat içinde dört veya beş kere, çıkıp inmeyi başardık...
Saat 5’te dağda faaliyet bitiyor. Bizde çaresiz otele döndük. Zaten soğuk çıkmıştı, hepimizin yanakları al al olmuştu. Daha fazla kal deselerde, dışarıda kalacak halimiz yoktu...
Yemeklerimizi yarı uykulu yedik. Lobi’de güç bela bir kahve içtik. Çocuklar 9.00’da, büyükler 10.00’ da uyuduk...
Aslında bende uyuyacaktım ama beni uyutmamaya yeminli kötü kaderim burada da kayak hocası kılığında odaya telefon ederek, uykumu elimden  almayı başardı... Hem de ne için? Yarın bizi ders alacağımız yere götürecek adamın adını söylemek için... Kardeşim adını versen ne olacak. Meydan da 1000 kişi var. Ortalık yere çıkıp seslenecekmiyiz, diye sordum ama, hoca cevaben ‘o sizi tanıyacak’ dedi... o bizi tanıyacaksa, beni neden uyandırdın mübarek adam... tanıyacak olan bu telefon konuşması olsa da tanır, olmasa da...
Sabah 6.00’da kalkıcaz. Kayak kıyafetlerimizi giymemiz lakal, bir saatimizi alıyor. Yarım saatte eldivenlerle uğraşsak... saat oldu 7.30... kahvaltı falan, adam bizi 8.15’de tanıyacağına göre, ancak...
Yarın benim için hayatımın büyük günlerinden biri olacak. İlk defa ders alıp kaymayı deniycem... Akşam otele gelince de kızlarla havuzda yüzücez...
Bir soğuk, bir sıcak, orta yerimizden çatlamazsak yine yazarım... İlk derste neler yaptığımızı anlatırım...
Bu arada yakınlardaki bir gece klübünden gelen müzik sesi, yattığımız odaya kadar ulaşıyor... ‘Bende bu dağların nesine geldim, meleşir kuzular sesine geldim...’
Hakkaten ben bu dağların nesine geldim? Neyse yarın anlıycaz...
Şimdilik herkese iyi geceler, tatlı rüyalar...

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,