Ana içeriğe atla

Sevgililer Gününüz Mübarek Olsun...

Bu yıl ilginç bir tesadüf oldu, sevgililer günü ile kandil çakıştı... Bir vakitlerde de yılbaşı ile ramazanın ilk günü denk gelmişti. O sene kimse doğru dürüst içememişti, haliyle bizim gibi her durum ve şart altında çoşamayanlar için yeni yıl kutlamaları pek sönük geçmişti.
Bu sene acep ne olacak, diye düşünmekten geri duramıyorum... hınzırlık genlerimize işlemiş... Ama bence aşk da bir çeşit ibadet... yani ha öyle ibadet etmişsin, ha böyle... değişen bir şey olmaz gibi geliyor... Yaradana sevgimizi, yarattığının üzerinden göstermekte var bizim dinimizde... bu gece de yaradılanı sevdik, yaradandan ötürü deyip, Yunus’un izinden gidersiniz, olur biter sonuç itibarı ile...
Bu yazıya başlamadan önce sevgililer günü’nün tarihçesine bakayım dedim... Şimdi bloglarda yazıyoruz, insanlar kıymet verip okuyor, omuzlarıma bir sorumluluk bindi. Olur olmaz şeyler yazmamak lazım... Açtım, okudum... Meğer bu aşk ve sevgi gününün altında bir kalbur cücüğü varmış... Olay bildiğimiz gibi değilmiş... 15 Şubat’ta eski Roma’da bir bayram başlarmış. Bu bayram süresince aslında evli olmayan genç kızların ve erkeklerin çift olarak bir hafta geçirmeleri adetmiş. Kimin kiminle çift olacağı ise, 14 Şubat günü çekilen kura ile belirlenirmiş. Derken imparator bakmış ki, bu kuralar, aşklar, meşkler derken, sevgilisini bırakıp askere gidecek adam kalmamış, evlilik dahil her türlü beraberliği  yasaklamış. Ama Valentin isimli bir papaz, evlenmek isteyenleri gizlice evlendirmeye devam etmiş. Bu yaptığı duyulunca da idam edilmiş. 14 Şubat O’nun toprağa verildiği günmüş... Yani kendisi bir anlamda aşk yolunda şehit olmuş. Ama aşıklar bunun kıymetini bilmişler mi? Ne gezer... 1800 yılına kadar adını anan olmamış. Ne vakit ki; 14 Şubat 1800 yılında Ester adında bir kadın, bu günü bahane ederek sevgilisine bir kart göndermiş, olay patlamış gitmiş...  Bence kadın, kendisini aylardır arayıp sormayan hayırsıza bir şekilde varlığını hatırlatmak istemiştir. Ama serde kadınlık gururu var, üstelik devir şimdiki devir de değil, adamı cep telefonundan arayıp nerdesin, diye sorasın... Garibim demekki düşünmüş, taşınmış, bu yolu bulmuş. Ben seni aradım ama, keyfime değil... bugün aziz Valentin günü, yoksa hayatta sana bu kartı yollamazdım. Sen Aziz Valentine dua et, hesabı...
Sonrasında bu işten en büyük kârı, kart satanlar etmiş... Devamında devreye oyuncak ayı, kalpli yastık üreticileri girmiş... Kendi malına pazar yaratmak isteyen esnaf, bu olaya dahil olmak için olmadık senaryolar yazmaya başlamış... Misal, bugün bir e-mail geldi... Adamlar işitme cihazı satıyorlar. Reklamın altına ‘sevgiliniz bu gece tüm fısıltılarınızı duysun’ diye yazmışlar... Vallahi pes, yaratıcılık diye buna derim. Yıllanmış aşıklar için eminim fonksiyonel bir hediye olmuştur...
Böyle  implante kutlamalara oldum olası gıcığımdır ben... 14 Şubat’ta kendileri veya beraberlikleri için özel bir şey yapan insanlara lafım yok. Misal, o gün tanışmışsındır sevgilinle, git bunu her sene kutla... Evlendiğin günse kutla, o gün evlendin çünkü... Doğum gününse kutla, çünkü bundan büyük bir olay yok aslında hayatında... çocuğun doğduysa kutla... ama vaktiyle millet, bir haftalık yasak aşk macerasına  kılıf bulmuş diye,  bunu neden bugün kutlayasın... Onlar vaktiyle yeterince kutlamışlar zaten... O kutlamalar onlara da yeter, bize de... Di mi ama.
Şimdi içinizden bak, bak, bak... gözü götürmedi diyenler varsa, emin olsunlar öyle birşey değil... Bu tür kutlamalarda olayın maddi boyutu her daim çok abartılı... Mutluluğun paradan geçtiğini birileri durmadan bilinçaltımıza kakıyor... Sonra paralar elden giderse, bir üzüntü, bir keder ki, sorma gitsin... Ben birazda ona tepki duyuyorum galiba...  Paranın gönül işlerine bulaşması güzel değil. Gerçi iki çıplak bir hamama yakışır, diyen bir ırkın ahvadıyız ama yine de aşk para ile tartılmamalı gibi geliyor bana... Böyle dedim de aklıma bir şey geldi: Vaktiyle arkadaşlarımdan biri 14 Şubat’ta sevgilisine bir gül almak istemişti. Gülü satan çingene inanılmaz fahiş bir para söyledi. Galiba şimdinin parası ile 100 lira gibi birşeydi... Arkadaşım gülü almak yerine sevgilisinden ayrılmaya karar vermişti. Allahtan o gece ayrılmadılar, sonra ayrıldılar. Ne diyelim, olacağı varmış. Ama en azından işin içine para karışmamış oldu...
Sevgiyi para ile tartmaya kalkmak tehlikeli aslında... Beklentiler örtüşmezse, yandı gülüm keten helva... herkesin kıymetli bildiği kendine... Birine göre altın olan, öbürüne göre pul olabiliyor bu dünyada... Veya altının kıymetinden bilen sarraf her daim bulunmuyor. Hele hediyenin büyüklüğü ile sevginin büyüklüğü sevgilinin gözüne sokulmak istenmişse, yürünen yol tehlikeden geçilmiyor.
Bugün sahil yolunda bu amaca hizmet eden bir kamyon vardı. Üzeri pembe renkli balonlardan yapılmış adam boyu kalplerle yüklüydü....Mesaj sağlam; alacağın kalp ne kadar büyükse, sevginde o kadar büyüktür... Niyet güzelde, akıbet felaket... Bir an için bu zıkkımlardan aldığımızı farz edelim... Dakka bir, gol bir... arabaya sokamazsın, soksan çıkaramazsın, hadi bunları bir ihtimal yaptın diyelim, asansörde yukarı taşıyamazsın. Asansör olmasın, merdivenden çık... Daha o balonların döneceği sahanlıklara sahip proje imarda tasdik edilmedi, nasıl çıkacaksın... Şimdi bir heves alacaksın bu adam boyu balon kalbi... en az beş balon arabaya sokarken patlayacak, beş tanede çıkarırken... asansörde dört tanesi garanti gitti... asansörü boşver deyip, merdivene sarsan, duvarların pütürlü sıvalarına sürte sürte her katta en az iki tanesi heba olacak. Mazallah evin beşinci kattan yukarıdaysa, elinde üç tane balonla kapıya varacaksın.. ne oldu şimdi? Demekki sevgin üç balon gücünde...  sonra sen gel o geceden hayır bekle...
Eskiden böyle günler yaklaşırken stresten hasta olurdum... Acaba ne alsam? O’nu mu alsam bunu mu alsam? Ne yapsam da makbule geçse.... O yüzden bu sene kendimi kuşlar kadar özgür hissettim... Hangi akıla hizmet o zahmetlere girmişiz bilmem ki? Bari hediyeleri hatırlasam? O kadar sıkıntıya rağmen aklımda ne kendi aldıklarım kalmış, ne bana alınanlar... Ama  kalpten bir sözü  yıllardır saklamışım, o ayrı...
Şimdi düşünüyorum, bu yaşta beni ne mutlu eder diye? Maddi olan hiçbirşey bu fakiri etkilemiyor, artık anladım.. Tabii birgün birisi çıkıp kaşıkçı elmasını hediye etmeye kalkarsa, bu görüşlerimi yeniden gözden geçirirmiyim bilmiyorum...  Ama şu an kendimi her türlü maddiyatın üzerinde hissediyorum... Sanırım benim yaşımdaki on kadından dokuzu da böyle hissediyor. Kadınlar bir vakitten sonra aşıyorlar. Ruhlarına bir rint’lik edası çöküyor. Beğenileri değişiyor, değerleri yükseliyor. Paranın satın alamayacağı şeyleri istemeye başlıyorlar, zorlaşıyorlar... Aslında burada bir tezat var... hem zorlaşıyorlar hem bir o kadar da kolaylaşıyorlar... Misal,  bir pırlanta yüzük alıp gelemiyorsunuz böyle kadınların karşısına... çünkü etkilenmiyor. Kuru kuru teşekkür edip geçiyorlar... Yaratıcı olmanız lazım, ortaya kalbinizi koymanız lazım... Paranın gücünü boşverip, kendi gücünüzü harcamanız lazım... Bu güçte hem herkeste var, hem hiç kimsede yok...
Geçen aylarda statuslerde bizi epey oyalayan bir muhabbet vardı: Bir demet yeni açılmış kurşun kalem buketi... Biz kırk yaşını aşmış kadınlara göre fevkalade yaratıcı bir hediye idi... Erkekler ‘kızını boş bırakırsan, ya kırtasiyeciye kaçar, ya kitapçıya’ şeklinde dalga geçtiler. Ama bu kurşun kalem buketleri, belki de hayatımız yazmakla çizmekle geçtiğinden, hepimizi can evinden vurdu...
Doğa herkese kendince oyunlar oynuyor. İnsanların gençken böyle yaratıcı şeyler yapmak  için enerjileri oluyor. Fakat partnerleri bunun kıymetini bilmiyor, paranın getirdiklerini özlüyor. Yaşlandıkça enerji yerini para ile değiştiriyor. Dolayısı ile sevgiliye yüzük, küpe, pahalı çanta alma devirleri başlıyor. Ama o vakitlerde de sevgilinin kalbi, bunlardan geçmiş oluyor...
Kimbilir, belki de bu yüzden yüzükler, küpeler genç kızlara gidiyor, kırkını geçmiş kadınlara yeni açılmış kurşun kalem buketlerinin hayali kalıyor...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı