Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ağustos, 2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

EGO, geldinse üç kere vur...

Ben Ankara’lıyım. Orada doğdum, ondört yaşına kadar orada yaşadım, sonra İstanbul’a geldim. Ankara’da EGO, Elektrik-Gaz-Otobüs idaresinin kısaltmasıydı. Bütün otobüslerin ve otobüs duraklarının içindeki bankların üstünde EGO yazardı. Ankaralı’lar bu kısaltmayla ‘Erken Gelen Oturur’ şeklinde dalga geçerlerdi. O yıllarda toplu taşıma imkanları sınırlı olduğundan, otobüslerde ve duraklarda ancak erken gelenler oturabilirdi. Bu da kısaltma ile edilen alaya, tuhaf bir gerçeklik katardı. Yıllar geçti. Kişisel gelişim modası başladı. Herkes bu ‘ego’ lafını diline doladı. Ego aşağı, ego yukarı... Yok ego şöyle olursa, kişisel gelişim böyle olur, olmazsa olmaz. Ego konuşursa, iç ben susar... iç ben konuşursa, ego dağa kaçar... Ben   ne zaman bu gelişim çalışmalarından birine katılmaya kalksam, aklıma hep Ankara Bahçelievler’deki evimize en yakın durak olan Pazar durağında, tek ayağı kısa olduğu için hafif yamuk duran solgun kırmızı bank ve bankın sırt kısmına oyulmuş EGO yazısı geldi. Bir türl

Sevgili Güzin Abla, ben kırkbir yaşında, boşanmak isteyen genç bir bayanım...

Bu yaz bana en çok sorulan üç soruyu yazıyorum: 1.        Nasılsın Gülfem? 2.        Yaz nasıl geçiyor? 3.        Boşanmak istiyorum, sence ne yapmalıyım?... Başıma gelen herşeyi yazmak veya konuşmak adetim yüzünden, bir parça Güzin Abla konumuna gelmeyi ilk başlarda bende normal karşıladım ama olayın benimle girişilen ikili sohbetlerin bir numaralı mevzusu olmasını açıkcası beklemiyordum. Soruyu soranların çoğu arkadaşım olmasa 'evlenirken bana mı sordunuz, de hadi gidin evinize' deyip kovalıycam ama olmuyor işte.. Çoğu canım ciğerim, neredeyse hepsini çift olarak da tanıyorum... Çok azının eşini tanımıyorum veya tanıyorum ama samimi değilim. Bu aslında kötü bir durum.   Olayın boyutları ne kadar facia olursa olsun, görünen köy ne kadar klavuz istemezse istemesin, tarafların ikisi de arkadaşım olduğunda, objektiflik hak getire... ne diyim şimdi ben? Sizi böyle tanıdım, böyle seviyorum, ayrılmayın sakın.... Hal böyle olunca da ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamıyor insan. İki camii

Sahibim Yok...

Geçen hafta bir arkadaşımın evinin bahçesindeki minderlere yayılıp, oturduk. Ayağımızın dibinde bir termos çay, önümüzde sigara börekleri... Gökyüzünde, dolunay’a bir çentik kalmış kocaman bir ay... Önümüzdeki tepsinin içinde yanan küçük mumlar... Birbirimizi üniversiteden beri tanıyoruz. Üçümüzde mimarız. Özgür, bağımsız, tek başına, çocukları ile birlikte hayat mücadelesinin göbeğinde, göze göz, dişe diş kadınlarız hepimiz... Görüşünce çok mutlu oluyoruz. Görüşemezsek özlüyoruz. O akşam da buluşunca çok memnun olduk. Sarmaştık, kucaklaştık, öpüştük, minderlere çöktük... Eee, hadi kızlar çay içelim.. aç arkadaşım termosun kapağını... açılmıyor şekerim bu.... ay neden açılmıyor, ver   sen onu bana... Üç kadın sırayla denedik, hiçbirimiz kapağı açamadık. Ev sahibi arkadaşım oğlunu çağırdı. Gel annem, şuna bir el at... ben o sırada içimden şöyle düşünüyordum: ‘yetişkin kadınlar, o kadar denedik, beceremedik. Şimdi bu yavrum da açamazsa kapağı... çocuğumun delikanlı gururu kırılacak birşe

Ahşap Detayı Arası, Yazı Molası...

Deniz kenarında yaşamak güzeldir. Sabahları elinizde bir bardak çay ve tabağınızda bir parça peynirle, manzaraya bakan koltuklardan birine oturursanız, deniz sizi, yüreğinizden geçenlerin   yaşamın kendisi olduğuna inandırır... Benim bu konuda, manzaraya yardımcı olan bir de müzik setim var. Eşyalarıma bağlanmak adetim yok ama bu aleti seviyorum. Düğmesine basınca, müzik   bütün evi dolduruyor, duvarlardan akıyor... Bu set istediğiniz her türlü ambiansı   yaratabilecek teknolojik donanıma sahip. Romans, neşe, korku... içinizden ne geçiyorsa... Geçen kış almıştım. Bana ‘belki de ölüyorsun’ dedikleri haftanın Pazar günüydü. Kardeşimle birlikte mağazaya gittik. Adamların istediği ‘yerli araba’ parasını tereddütsüz ödedim. Öyle ya ölüyorum anasını satayım, zaten bitmiş gitmiş... aldık, getirdik. En az yirmi tane kutu.. aç, aç, tak, tak bitmedi... neyse sonunda çalıştırmayı başardık. O gece seyrettiğimiz filmden aldığımız keyfi hiç unutamam... Ölüm haftası gerçekten çok güzeldi. Aklıma ne g

Kaçak Akım...

Cumartesi akşamından beri sağ ayağımda bir acı var. Parmaklarımla bileğim arasında kalan deri, sanki üzerine kaynar su dökülmüş gibi yanıyor. Dün, acı hissi dizime doğru yayıldı. Yetmezmiş gibi devamında, elimin üzeri de aynı şekilde acımaya ve sağ gözüm seğirmeye başladı... Yanma hissine razı oldum ama göz seğirmesi pek fena... Yolda, markette, toplantıda kiminle göz göze gelsem, kendisine işmar ediyorum zannedecek diye ödüm kopuyor.   İki gündür ne yana bakacağımı şaşırdım. Dün akşam mimar arkadaşlarımdan biri ile konuştuk. Şimdi böyle deyince de bir garip oldu. Sanki benim her meslekten arkadaşım varmış da, onların içinden mimar olanını seçip derdimi ona anlatmışım gibi... Zaten arkadaşlarımın yüzde sekseni mimar, yüzde onbeşi de inşaat mühendisi...   aslında çok fazla seçim yapma şansım yok yani... Efendim, uzatmayım, arkadaşım bana ‘nasılsın’ dedi.. bende 'valla pek fenayım, durum böyleyken böyle, fiziki bir yanık yok ama vücudumun sağ tarafı birinci derece yanık acısı ile inl

Üf Dersem, Anam Avradım Olsun...

Eskiden memlekette bir gelenek vardı. Ramazan geldi mi, her gazetede ‘neydi o eski ramazanlar, ah ah...’ konulu tefrikalar yayınlanırdı. Varılmak istenen noktayı tam olarak bilemiyorum... şimdi ki ramazanların bir halta yaramadığını kafamıza iyice kakmak mı? Veya ramazan Direklerarası’nda tiyatro seyredersen ramazandır, başka türlü bir işe yaramaz demek mi? O yazıları okuduğumda içimden geçen his ‘ramazanda tiyatro izlemediğim için, Allah’ta benim belamı versin’ olurdu. Galiba amaç, biraz da buydu. Yeni nesile kendine kötü hissettirerek, tiyatronun altın günlerine geri dönüşü sağlamak... Şimdi düşünüyorum da, o vakitler evlerde digitürk decoder’ı veya DVD player olsaydı acaba kaç kişi Direklerarası’na giderdi. Bunu anlamış olmak, ramazanda Direklerarası’na gitmediğim için derimin altına işlemiş suçluluk hissimi azaltmıyor... Ne yaparsınız yılların psikolojik telkin yarası, bir farkındalık ile iyileşmiyor tabii... Bugün, bu suçluluğumu azaltmak için ‘eski bir ramazan hikayesi’ de ben an

Bir Garip Fitness’a Gitse, Gör Başına Neler Gelir....

Bu gece kısa yazmak niyetindeyim. Biran evvel pufini kandil, tumba yatak yapıp, bünyeyi dinlendirmem lazım. Malum spora başladım. Beni dinç, genç ve güzel hissettirmesi gereken bu sağlık olayı, şu anda sürüm sürüm süründürüyor. Her bir kemiğimin vücuduma bağlandığı yerler teker teker ağrıyor. Ama bu sefer kesin kararlıyım, devam edip hem forma giricem, hem de sağlığımı geri kazanıcam. Şayet bunlar olmazsa, beni ite kaka buralara süren doktorumu yürüyüş bandının yanına asıp sallandırmayı düşünüyorum, o ayrı... İki akşamda bir salonun yolunu tutuyorum. Benim için bir antreman programı hazırladılar. Söyledikleri doğru ise, troid ve şeker problemi olan bütün hastalar bu şekilde deva bulmuş. Ben aslında dumble kaldırmanın troid bezime ne gibi bir faydası olacağını sormak istedim ama, ilk günden mimlenmeyim diye vazgeçtim. Koskoca adamların bana yalan borcumu var. Yarıyor diyorlarsa yarıyordur neticede... İlk gidişimde, tek set hareketten oluşan bir program yaptım, bir saatten fazla sürdü..