Kırk altı yaşına geldiğimde,
haksızlığa uğramanın çok kolay ve bir o kadar da önemsiz olduğunu anladım.
Kolaydır; çünkü insanlar, daima kendi duyguları ile hareket ederler. Her insanda, etrafındaki olayları değerlendirerek, karar almasını
sağlayan bir mekanizma vardır. Bir nevi bilgisayar programı… Bu program ‘eğer’
diye başlayan satırlarla doludur ve sizi hayatta tutmayı amaçlar. Eğer sana
doğru koşan bir köpek varsa…. Cevap, kaç,
taş at, ateş et, olabilir. Mekanizma her
zaman böyle işler. Dışarıdan gelen tüm etkiler ‘eğer’ süzgecinden geçmek
zorunda olduğu için, insanlar size, kendileri için sonunun iyi olacağına
inandıkları tepkileri verirler. Dolayısıyla, bir insanın, başka bir insanın
içinde bulunduğu durumu tarafsızca değerlendirmesi, esasen mümkün değildir. Empati
kabiliyetlerinin yüksek olduğunu iddia eden insanların, hissettiklerini iddia ettikleri
duygular da, sizinkiler olmak yerine, davranışlarınızın, durumunuzun veya
söylediğiniz bir sözün, onların ‘eğer’ cümleleri üzerinde yarattığı titreşimdir.
Ama yenidünya düzeninde dokunulmazlığı olan birkaç kelime var. Empati de onlardan biri. Konuşmanın
ortasında, gözlerini, gözlerinize dikerek, sizinle empati kurduğunu iddia
edene, bunun böyle olmadığını söyleyemezsiniz. Söylersiniz, modern zamanların psikolojik
ekolleri, sizi, hödüğün teki olarak tesciller. O yüzden, böyle bir durumda,
sesinizi alçaltmanız, duruşunuzu düzeltmeniz, sinirlerinizi kontrol etmeniz ve
anlatmaya en başından başlamanız gerekir. Öncelikle karşınızdaki insana, sizi
anladığı için teşekkür etmeniz iyi olur. Anladığının gerçekle ilgisi olmadığını
söylemeden önce, böyle davranmak adettendir ve sizin de modern iletişim
yöntemlerine değer verdiğinizi göstermesi açısından faydalıdır. Sonrasında daha
önce kurmadığınız cümleler ve kullanmadığınız kelimelerle, durumu yeniden
özetlersiniz. Çünkü insanlar, bir önceki sefer kullanmadıkları kelimeleri
kullanırlarsa, karşı tarafın kendilerini anlayacağını sanırlar. Bu hataya bazen
bende düşerim. Özellikle karşımdakine değer veriyorsam. Ama sizi anlamayan
birinin, sırf eşanlamlı kelimeler kullandınız diye, halinizden bir anda anlar
hale gelmesi, çeyrek biletinize büyük ikramiye vurması ile eşit oranda
ihtimaldir.
Böylece, cümlemizin ilk yarısına dönersek, davranışınız, karşınızdaki insanın işletim programındaki eğer
cümleciklerinden geçerken, bir tehdit algılamasına yol açarsa, sonuç sizin için
iyi olmaz. Bu algıya, meşrebine göre karşılık verir. Siz ne söylemiş olursanız olun,
içerikten bağımsız olarak, size bir etiket takar ki, benim haksızlığa uğramak
dediğim şey de budur.
Biz insanlar, iyiliğe ve kötülüğe
inanırız. Hiçbir inancı olmayanlar bile, iyilik ve kötülüğe inanır. Üzerimize
takılan etiket iyi ise sevinmemiz, kötü ise üzülmemiz bundandır. Mesela bana ‘güzel yazıyorsun’ dedikleri zaman bu yüzden
sevinirim. O anlarda, yazdıklarımın gerçekten güzel olup olmadığını asla
bilemeyeceğimi unuturum. Oysa, gerçek olan tek şey, benim yazdığımdır. Güzel
olup olmadıkları ise, okuyan herkesin kendi ‘eğer’ süzgecine göre değişen bir
durumdur.
Bana takılan etiketlerin çoğu,
kötüdür. Bunun sebebi, söylediklerimin insanlara, kendilerini kar yağarken,
atletle sokakta kalmış gibi hissettirmesidir. Birçok insan beni, sert, sevgisiz,
acımasız, nezaketsiz ve uyumsuz bulur. Ben de, üç kelime ile söylenecek şeyi,
yüz üç kelime ile söylemeyi gereksiz bulurum. Aslında, insanların benim
hakkımdaki düşüncelerine de aldırmam. Çünkü ortadaki tek gerçek, benim insan
olduğumdur. Nasıl bir insan olduğumsa, onların eğer cümleciklerinden süzülen
bir yargıdır. Yalnız bir keresinde ‘para canlısı’ olduğumu söyleyen biri, beni
üzmeyi başarmıştı. Bir yargı sizi üzüyorsa, büyük ihtimalle ‘kötü’ diye
tanımlanan taraftan bir şeyler taşıdığınızı yüzünüze çarptığı içindir. Ama beni üzen ‘para
canlısı’ olarak görülmek değildi. O sözü söyleyenin, olduğunu sandığım
kişi olmadığını anladığım için üzüldüm. David Nicholls’un ‘Bir gün’ kitabının
kahramanları arasında geçen iğneleyici diyaloglardaki akıl çarpıştırmalar gibi değilmiş
konuştuklarımız… Sadece basit para kavgasıymış.
Dün, bir başkası ‘çocuklarımdan başka kimseyi sevmediğimi’ söyledi. Yazarken, vaktiyle babamın da aynı şeyi söylediğini hatırladım. Her ikisinin de bunu, beni üzmek için
söylediğini anlıyorum ama buna neden üzülmem gerektiğini gerçekten
anlayamıyorum. ‘Eğer’ kelimesinin devre dışı kaldığı tek yer çocuklarımız
olduğuna göre, insanların sadece çocuklarını gerçekten sevmelerinden daha doğal
ne olabilir ki... Bize söylenen her sözü, çocuklarımız hariç, hiç kimse için ‘eğer’ filtresinden geçirmeden içeri almadığımıza göre, kayıtsız şartsız tüm insanları kapsayan bir sevgi zaten yok demektir. Hiç olmamıştır ve hiçbir zamanda olmayacaktır. Dolayısı ile ‘sadece çocuklarını seven’ bir tek ben değilim. Herkes sadece çocuklarını sever. Ve içgüdüsel olarak, gerçek sevgiye dokunabildiğimiz bu ilahi anı yakalamak için çocuk sahibi olmak isteriz. Yoksa, birinin arkasından en az yirmi sene koşacak olmak, pek de parlak bir fikir değildir.
Yazının burasında, cümlenin
ikinci önermesine geçebiliriz; haksızlığa uğramanın önemsizliğine… Bir şey çok
bulunuyorsa, önemsizdir. Bu iktisadın birinci kuralıdır. İktisat kelimesini okuyan
bazı insanlar ‘işte yine para dedi, demek ki para canlısı’ diyerek okumayı bırakabilirler.
Ama bu yine gerçeği barındıran bir hareket olmaz. Sadece, beyinlerindeki
bilgisayar programında, tüm ‘eğer’ sözcüklerinin, kaybetmek ile bağlantılı
tehdit algısı altında çalıştığını gösterir. Tabii bundan, benim ‘eğer’
sözcüklerimin, yargılarımı çarpıtma payını hesaplayıp düşmemiz gerekecektir ki,
böyle bir hesap yapmak, Hadron çarpıştırıcısı içinde ışık hızına yakın bir
hızla hareket eden elektronların davranışlarını hesaplamaktan daha zordur. Çok
bulunan şeylerin değersizliğinden hareket ederek, sayıları havadaki toz
zerrelerinden daha fazla olan yargıların önemsizliğine varmak ise, matematiksel
bir gerçektir. Ve matematiksel gerçekler, gerçekten gerçektir.
İnsanların hakkımızdaki
yargılarının önemli ve değerimizi belirleyici olmadığında da anlaştıysak, peki
o zaman bir insanın değerini ölçebileceğimiz şey nedir, sorusunu sormakta bir
sakınca yoktur. Bu sorunun cevabı bana göre ‘Adalet’tir. Bir insanın gerçek
değeri, ne kadar adil olduğu ile ortaya çıkar. Şartlar ne olursa olsun doğru
olanı seçmeye, doğruyu yapmaya ve doğruyu söylemeye çalışan bir insan,
diplomatik bir tavırla pozisyonunu korumaya çalışan birinden çok daha değerlidir.
Yazı burada bitiyor. Yazdıklarımın, sizler için anlamını bilmiyorum. Ama benim için, hepsi ayrı birer sırt ve bilek ağrısı. O yüzden bittiğine memnunum…
(İkibinonaltı senesinin Ekim ayı’nın
yirmidokuzuncu günü, evde yazıldı.)
Yorumlar
Yorum Gönder