Ana içeriğe atla

Babamdan Yaşamayı Öğrenmiştim, Şimdi de Ölmeyi Öğreniyorum…




Babamın çocukluğunda, Samsun’da Çakal Ali denilen bir adam yaşarmış. Çakal Ali’nin işi kamyonculukmuş. Bir gün, Samsun Valisi’nin makam arabasının iki yanındaki küçük direklere takılmış Türk bayraklarını görmüş. Hemen arastaya koşmuş, kendi kamyonunun kasasının sağına ve soluna, yarım parmak su borusundan, birer metre uzunluğunda direkler kaynattırmış. Takmış bayrakları, fır fır ortalıkta dolanmaya başlamış.

Çakal Ali, Vali’nin makam arabasına özenip, kamyonuna bayrak direği taktırdığında, takvimler 1950 senesini gösteriyormuş. O yıllarda, memlekette lastik kıtlığı varmış. Lastik o kadar zor bulunan, o kadar kıymetli bir nesneymiş ki, kamyonları, sadece lastiklerini sökmek için çalıyorlarmış. Bu yüzden muavinler, geceleri evlerinde sıcak yataklarında yatmaz, kamyonun içinde sabahlarlarmış. Fakat, alınan bütün önlemlere rağmen, Çakal Ali’nin kamyonu çalınmış. Birkaç gün sonra, bütün lastikleri sökülmüş kamyonu, ormanda, takozların üzerinde bulmuşlar. Çakal Ali  ‘geçmiş olsun’ diyenlere ‘lastiklere üzülmüyorum, bayrak direklerinden birini kırmışlar, ona üzülüyorum’ demiş…

Babamdan bu hikâyeyi, geçtiğimiz Pazartesi günü, akciğer kanserine ilk kez yakalandığında kendisini ameliyat eden doktorun muayenehanesinin bekleme salonunda dinledim. Derken, sıra bize geldi, sekreter hanım yol gösterdi, hocanın odasına geçtik. Hoca, duvardaki ekrana yansıyan tomografideki bazı lekeleri işaret ederek, tıbbi müdahale sürecini anlatırken, babamla göz göze geldik; gitti Çakal Ali’nin kamyonun lastikleri, dedim… Güldü, 'bayrak direkleri de gitti' dedi…

Bekleme salonuna geri döndüğümüzde, annem iki gözü iki çeşme ağlıyordu.

Salondaki herkesin derdi büyük zaten… Bakar bakmaz anladılar olanı biteni. Konuşanlar sustu, ortama ağır bir sessizlik çöktü. Sonra babamın bekleme salonundaki kalabalığa hitaben ‘valla hiç umurumda değil, diyen sesini duydum… Babamı, sesinin tonundan duygusunu anlayacak kadar tanıyorum. Anladım ki, gerçekten umurunda değil. 'Yetmiş beş sene yaşadım, çocuklarımı büyüttüm, torunlarımı gördüm. Bir yetmiş beş sene daha yaşayacak halim yok. Telefon defterimde iki yüz tane numara var, teker teker arar helalleşirim. Allah her şeyin hayırlısını versin, sırayı bozdurmasın...'

Hayata dair pek çok şeyi, ben babamdan öğrendim; sabahları erken kalkmazsam fakirleşeceğimi, çalışırsam eninde sonunda kazanacağımı, eşyalarımı her zaman aynı yere koymazsam kaybedeceğimi, emeğin ilahi bir terazide tartıldığını, yazmazsam unutacağımı, bana hep O öğretti… Şimdi de her sabah kalkıp işinin gücünün başına geçen iradesi ile, kendisine moral vermek için konuşanları dinlerken, televizyona kaçamak bakışlar atan gözlerinin umursamazlığı ile, kesilmeyen iştahı ve bozulmayan sinirleriyle, vakti geldiğinde nasıl ölmem gerektiğini öğretiyor bana…

Çarşamba günü aradı beni… Bak Gülfem, dedi, İnanç sahibi olmanın iki büyük şartı vardır; birincisi kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasını yapmayacaksın, ikincisi, kadere razı olacaksın. Allah’ın emri de, tevekkül et… Sonra her zaman ki gibi kızdı; siz de amma dirayetsiz çıktınız be çocuğum... Ve konuşma, zor zamanlarda en çok söylediği cümle ile bitti; bas kızım ayaklarını yere, korkmadan ger göğsünü hayata…

Dün gece Hıdırellezdi. Allah’tan babam için sağlık diledim. Bütün dönüşlerin, bütün varışların menzili Olan’dan, biraz daha zaman istedim. Gerçi bunu yazarken aklıma, babamın söylediği başka bir söz de gelmedi değil. 1991 senesinden beri Marmaris’te yaşadığı için, belki beş yüz tane kavuşma ve ayrılma sahnemiz olmuştur. Ve her seferinde 'ne olur birkaç gün daha kalın' ısrarımıza rağmen ‘birlikte geçirilen zamanın bir günü de, bin günü de bir’ diyerek, daha doğru dürüst vedalaşamadan, binmiş arabasına, gitmiştir…

Dediği doğru aslında… Birlikte geçirilen vaktin bir günü de, bin günü de birdir…

Ve Hazreti Peygamber’in dediği gibi ‘en sona kalanla, en önce gidenin, aynı yerde buluşacağını bilsek bile, ayrılık acıdır…’

Allah bu derde düçar olan herkese şifa, ama hepsinden önemlisi, babamın ki gibi iç huzuru ve metanet versin. Doğumla başlayıp, ölümle biten imtihanımızda hiçbirimizi utandırmasın…


(İkibinonaltı senesinin Mayıs ayının altıncı gecesinde, çocuklara, yarın hiç hesapta yokken,  dedelerini görmeye gitmemizin sebeplerini anlattıktan sonra yazıldı…)


Yorumlar

  1. Gülfem Hanım merhaba,
    Babanıza, sizin yazılarınızla, bize de uzaktan babalık ettiğini söyleyin ve teşekkür edin lütfen. Dualarımız onunla, sizinle. Her ne kadar 1 günde bir 1000 gün de, sözünü aklımla kabul edip başımı sallasam da, size, kendisine ve sizlere sağlıklı günler dilerim. Sevgiler,

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı