Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e
gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık.
Fener dediğim, Çinliler’in içinde
mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin
arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini
bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun
uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü.
Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra
feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin. Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul
olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz.
Fenerlerin değişik renkleri var. Defne
kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim
için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi
geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk, diye kalmış aklımda... Bu
seçimimle evrene mesaj vermek niyetindeyim. Misafirliğe gideceğimiz evin
çocuklarına ve annelerine de sarı, yeşil ve turuncu renkte fenerlerden aldık.
Babaları hesaba katmadık. Neden derseniz, fenerleri gece yarısı uçuracağız. O
saatte victoria’s secret şovu var. Bu durumda, erkeklerin, kağıt fener uçurabilmek için
gecenin ayazında debelenen bir avuç kadın ve çocuğa katılmalarını
beklemek, fenerler uçarsa dileklerimizin gerçekleşeceğini beklemekten beter bir
iyimserlik olur...
Saatler gece yarısına
yaklaşırken, paltolarımızı giyip, bahçeye çıkıyoruz. Paltolarımızı giydik
diyorum, çünkü bulunduğumuz mevkide hava, popo titreten cinsten... Hepimizin
elinde bir fener... Ben grubun elebaşısı olarak çakmakla, fenerlerin
altındaki çapraz metal aksama bağlanan beyaz yanıcı maddeyi tutuşturmaya
çalışıyorum. Maalesef çakmak harareti bu mereti yakmaya yetmiyor. Ev sahibine ‘ocak
yakmaya yarayan büyük çakmaklardan var mı’ diye soruyoruz. Ocak elektrikli,
kibrit bile yok, yanıtını alıyoruz.
On dakika kesintisiz yanıyor vaziyette tutulmaktan mütevellit, çakmak eriyip elime yapışacağı sırada, beyaz yanıcı madde
tutuşuyor. Çocuklarda bir heyecan, bir çığlık... Gel gör ki, fener havalanmıyor.
Çünkü benim boyum, feneri bir aşağı bir yukarı sallamaya kafi gelmiyor. Fener
bir iki kez ıslak çimlere çarpıyor. Kağıtlar çok ince.. Islanan fener, ölüyor.
Sallayıp havalandıralım derken, yanıcı madde fenerin altındaki demir aksamdan
kurtulup, yere düşüyor. Fenere takılıyken bir gıdım alev çıkarmayan bu zıkkım,
yere düştüğünde, artık ne hikmetse meşale gibi yanmaya başlıyor. Annelerden biri, çığlık çığlığa üstüne basarak söndürüyor... Bu sırada çocukların hali görülmeye
değer... Feneri havalanmadığı için ağlayan mı ararsın, fenerine basıp ıslak
çimlerde parçalayan mı, rengini beğenmediği feneri atıp, içeri kaçan mı... Bu
hercü merc içinde bir de saatler geceyarısını vurmasın mı... 2014’e girdik diyen
komşular, basıyor havai fişeği... her yerden bir patlama sesi yükseliyor...
O tozun dumanın içinde, Selcan
gelip elimdeki feneri alıyor... Yarabbi
şükür... Selcan benden 30 santim daha uzun...
Olaya dahil olması, girişimimizin başarı şansını artıyor. Gel gör ki; Selcan
bizi daima azarlar. Feneri alırken, yine kızıyor ‘verin şunu allah’ın cezaları’
diyor. Bi şeyi iki parça edemediniz... Devamında, Selcan’ın istikrarlı çabaları
ile ilk fenerimiz havalanıyor. Çocuklardan bir sevinç çığlığı yükseliyor.
Selcan bu seferde ‘bağırmayın kulağımın dibinde’ diye bağırıyor hepimize...
İlk fener havalandıktan sonra
daha organize çalışmaya başlıyoruz. İpek ve ben fenerin altına o beyaz
zıkkımları takıp, yakıyoruz, Selcan’a ve kendisine yardım eden Defne’ye
veriyoruz. Selcan bu sefer de ’yanlış takıyorsunuz bu mereti... bi ellemeyin be
kardeşim’ diye bağırıyor.
Selcan’dan azarı işitince, yakma işini
bırakıp, çimlere düşüp ıslanarak ıskartaya çıkan fenerleri tamir etme bölümünde
çalışmaya başlıyoruz. İpek ‘önümüzdeki sene bunlardan en az yirmi tane al. Yarısı
yakamadan telef oldu baksana, diyor. Ben
de ‘bir daha fener alırsam, cümle alem beni öpsün’ diyorum.
Feneri havalanan çocuk, olaya
ilgisini kaybedip, Ipad oynamak üzere evden yana gidiyor. Kendime aldığım
kırmızı feneri, ufaklıklardan biri elimden aldı. Evrene feng shui yolu mesaj
vereyim derken, havalandıracak bir
fenerim bile olmadan bahçede dikile kaldım. Yerlere saçılmış fener torbalarını
toplamaya başladığım sırada Selcan’ın sesini duyuyorum; Gülfem, gel burada bi
tane fener var. Onu da senin için havalandıralım...
Fenerin yakıtı ateşlenince, içi aydınlanıyor... O sırada üstündeki şekli görüyorum. Mickey
Mouse... Fenerin üzerine çizilmiş bir Mickey Mouse var. Disney dünyasının bu en
meşhur karakteri, tek kolunu ileri uzattığı, diğerini beline koyduğu meşhur
pozunda çizilmiş. Selcan ve yardımcısı Defne, feneri hareket ettirerek ısınan
havanın içini doldurmasını sağlamaya çalışıyorlar. Benim gözlerim ise Mickey
Mouse’a takılı kalıyor... Fenerin rengi mavi... Deniz bunu kendisi için
almıştı. Elimizdeki tek mavi fener buydu. Benim bildiğim Deniz, malını kimselere vermez. Anlaşılan bir karışıklık oldu. Fener elinden çıktı. Sonra o
hengamenin içinde, nasılsa bana kısmet oldu.
Gözüm fenerin üstündeki Mickey
Mouse suretinde, Selcan’ın her hareketini dikkatle takip etmeye başlıyorum.
Defne ile birlikte canla başla uğraşıyorlar. Derken, fenerin yakıtı yere
düşüyor. Selcan
feneri alıp yakıtın üzerine koyuyor. Fener, içi sıcak hava ile
dolduğu için, kendi başına duracak hale geldi. Ancak yakıtla irtibatı koptuğu
için artık uçamayacak. Bunu bilmek, içimi hüzünle dolduruyor.
İçindeki havayı ısıtan yakıtın artık
ona bağlı olmadığını fark etmeyen Mickey Mouse, havalanmaya başlıyor. Yerden
bir miktar yükseliyor. Derken içine dolan soğuk hava onu aşağıya çekiyor.
Fenerin tepetaklak toprağa çakılmasına gönlü razı olmayan Selcan, koşup feneri
yakalıyor, kaldırıp çitlerden aşağı, yola atıyor. Bu şekilde de düşecek yere...
Ama hiç değilse, biz görmeyeceğiz. Göz görmeyince, gönül katlanıyor nasıl
olsa...
Yerde kalan yakıt parçası da
kendi kendine yanıp, tükeniyor. Derin bir ‘iç’ çekiyorum. Selcan gelip kolunu
omzuma atıyor ‘üzülme kız, gelecek sefere senin fenerini de uçururuz’
diyor...
Tamam, diyorum. Bir sonraki sefer,
yine deneriz. Bu seferden benim de umudum kalmadı, artık...
Ama çok
yaklaşmıştın, diyor Selcan... Evet, diyorum çok yaklaşmıştım... ama her zaman
olduğu gibi, Mickey Mouse, bir Mickey Mouse feneri olsa bile, içinde sıcak hava
olmadan uçamayacağını yine anlamadı...
İyi misin Gülfem, diyor Selcan...
İyi’yim diyorum. Yeni yılın kutlu olsun arkadaşım, diyor. Senin de, diyorum.
Sarılıyoruz, birbirimizi tebrik ediyoruz. Sonra hep birlikte içeri giriyoruz.
2014 başlıyor.... Ve bir kez daha,
Mickey Mouse ve ben, çitin farklı taraflarında kalıyoruz.
Yorumlar
Yorum Gönder