Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Tam, Yarım, Çeyrek...

Dün gece Defne ile birlikte yemek yedik. Daha doğrusu, gündüz kuşağında, birlikte şantiyeye gittik. Defne, benim Cumartesi günlerine monte edilmiş mutad şantiye gezme turuma, evlat durumundan katılıyor. Bazen şantiye ofisinde oturup bilgisayarda sims oynuyor, bazen de baret takıp sahaya çıkıyor. Programımız akşamın bir köründe nihayet bitince de, beraber yemeğe gidiyoruz. Dün gece kızımın çok sevdiği bir italyan restoranına gittik. Kitap ve Cd alışverişi yaptık, cadde’de yürüdük, vitrinlere baktık... Veeee bilet aldık... Geçen yıl bir tam, iki yarım, dört çeyrek bilet almıştık. Hepsine de ikramiye çıktı... en azından amorti. Tabii bunda bütün biletlerin son rakamlarının aynı olmasının bir etkisi oldu mu, bilmiyorum. Ben o vakitler bunu, gelecek yılın, en azından elimizdekileri kaybetmeden geçireceğimiz bir yıl olacağına dair işaret olarak yormuştum. Sanırım haklı da çıktım. 2011 büyük kazançların yılı olmasa da, toparlanmaların, yara sarmaların yılı oldu. Zenginden alıp daha zengine ve

Bir partinin anatomisi...

Haftalardır blog yazamadım. Sebepler muhtelif...   Blog yazmadan geçirdiğim sürenin bir kısmında bunalımdaydım. Yazıpta   yok yere içinizi kıymayım,   dedim. Sonra bunalımdan çıktım ama konu bulamadım. Derken konu ayağıma geldi, bu sefer de yazacak zaman yoktu... Blog yazmadan geçirdiğim süre zarfında anladım ki, benim yazabilmem için yaşamam lazım... İnsan içine karışmam, yeni yerler görmem, tanımadığım insanları izlemem, onlarla sohbetler etmem lazım... Malzeme ancak böyle çıkıyor. Buradan da ne anlıyoruz; hayalgücüm sıfır... ben ancak yaşadığını aktarabilen orta karar bir anlatıcıyım. Bloglarımı takib eden pek çok kişinin umduğu ve beklediği gibi yazar falan olamam... Olsam olsam en fazla Pakize Suda kadar olurum. Neden Pakize Suda diyen olur belki diye kısacık onu da söyleyim, sonra hikayeye geçeyim. Pakize Suda, Hürriyet Gazetesinde köşe yazmaya başladığı zaman, Ertuğrul Özkök, sahneye çıkmasını yasaklamış. Pavyon şarkıcısı bir köşe yazarı bizim gazetemize yakışmaz, demiş. Aradan

Benim Babamın Kanseri Var...

Eskiden dilbilgisi derslerinde çocuklara bir sürü abuk subuk kelime verirler, anlamlarını sorarlardı. Çocuk anlamayınca da ‘cümle içinde kullan, anlarsın’ derlerdi. Misal, kelime ‘şanzıman’ olsun. Daha vitesin ne olduğunu bilmeyen çocuğa şanzıman’ı sorunca, ortaya şöyle bir cümle çıkardı; ben şanzıman gördüm... benim babamın şanzımanı var... Geçen hafta bizim kelimemiz   ‘kanser’di..   Ne oldu, nasıl oldu da bu illet başımıza geldi, anlayabilmek için, bende cümle içinde kullanayım, dedim. Ortaya yukarıdaki başlık çıktı. Ben kanser gördüm.... Benim babamın kanseri var... Babam neden kanser oldu, bilemiyoruz tabii... Ama inatçı öksürüğünün peşine düşmeseydi, devamında çok fena şeyler olabilirdi. Israrla doktorlara gitti, geldi... Daha ileri tetkikler yapılmasını istedi. Öyleki, tomografi çekilmesi için ısrar eden babamdan ‘illahlah’ diyen doktor en sonunda ‘bu tomografide birşey çıksın, ben diplomamı yerim’ dedi. Babam cevaben ‘birşey çıkmasın da varsın ben yiyim diplomayı’ şeklinde karş

Dizi Filim...

Geçen Cumartesi akşamı adaya gittik. Ankara’dan akrabalarımız gelmişti, onları götürdük. Maksat İstanbul havasını solusunlar... bizde yanlarında sebeplendik. Ada’ya gidilince ne yapılır? Faytonla tur atılır bir, deniz kenarında yemek yenir iki... Biz önce yemek faslına geçelim, dedik. Sahildeki restoranlardan birine oturduk. Ben hemen kek gibi garsonu çağırıp ısmarlamaya başladım; güveç getir, kalamar getir, çoban salata getir... Ayşe ablam itiraz etti, menüyü istedi. Baktı fiyatlar silik soluk yazılmış, şef garsonu çağırdı, fiyatları öğrendi... ne bu kardeşim böyle, porsiyonu yirmi liraya kalamar mı olur... kaç dilim kalamar var bunda... ben menü fiyatı anlamam, şimdi biz şunları şunları yiycez, sen bize toplam bir hesap söyle bakıyim... vur tut, adamla bahşiş dahil yüzotuz liraya anlaştılar. Masaya bakıyorum, altı kişiyiz... nasıl olacak bu iş... adamlar bizi denize ha attı, ha atacak... Derken ablam, bu parayı ancak deniz kenarında masa ayarlarlarsa vereceğimizi söyledi. Ben de içim

Kınayı getir aney, parmağım batır aney...

Türkünün devamında gelin kız annesine ‘bu gece misafirem, koynunda yatır aney...’ der... Toplumun anaları ağlatmak üzerine kurulu formatı, kınada da geçerlidir. Kızının böyle türkü söylediğini duyan anne, ağlamaz da ne yapar... 19 Eylül günü akşamında benim evimde kına   gecesi var. Amma velâkin evlenen ben değilim. Benim görevim gönüllü olarak kamuoyu oluşturmaktı...   Statüs’de bunları   yazmamın ardından,   asıl gelin hanımın bir anda ortaya çıkıp, süprizzzzz, demesi gerekiyordu. Ama kendisi hazırlıklara daldı, bu kısmı unuttu. Bende linç edilmeden, bir yazı ile konuyu toparlayım dedim. Olay kısaca şöyle; alıştığımız üzere, ben her etkinliğin ev sahibi olduğumdan, kınada da bunu bozmadık. Düğün sahipleri de sağolsunlar kırmadılar, kınayı benim evimde yapmayı kabul ettiler. Cumartesi Kapalıçarşı’ya gidicez, alışveriş yapıcaz. Bu sefer kırk yaşımızın olgunluğu ile dört başı mamur bir tören olsun istedik. Gelebilenleri bekliyoruz. Malum benim Harry Potter’daki Mrs. Weasley’in evine ben

EGO, geldinse üç kere vur...

Ben Ankara’lıyım. Orada doğdum, ondört yaşına kadar orada yaşadım, sonra İstanbul’a geldim. Ankara’da EGO, Elektrik-Gaz-Otobüs idaresinin kısaltmasıydı. Bütün otobüslerin ve otobüs duraklarının içindeki bankların üstünde EGO yazardı. Ankaralı’lar bu kısaltmayla ‘Erken Gelen Oturur’ şeklinde dalga geçerlerdi. O yıllarda toplu taşıma imkanları sınırlı olduğundan, otobüslerde ve duraklarda ancak erken gelenler oturabilirdi. Bu da kısaltma ile edilen alaya, tuhaf bir gerçeklik katardı. Yıllar geçti. Kişisel gelişim modası başladı. Herkes bu ‘ego’ lafını diline doladı. Ego aşağı, ego yukarı... Yok ego şöyle olursa, kişisel gelişim böyle olur, olmazsa olmaz. Ego konuşursa, iç ben susar... iç ben konuşursa, ego dağa kaçar... Ben   ne zaman bu gelişim çalışmalarından birine katılmaya kalksam, aklıma hep Ankara Bahçelievler’deki evimize en yakın durak olan Pazar durağında, tek ayağı kısa olduğu için hafif yamuk duran solgun kırmızı bank ve bankın sırt kısmına oyulmuş EGO yazısı geldi. Bir türl

Sevgili Güzin Abla, ben kırkbir yaşında, boşanmak isteyen genç bir bayanım...

Bu yaz bana en çok sorulan üç soruyu yazıyorum: 1.        Nasılsın Gülfem? 2.        Yaz nasıl geçiyor? 3.        Boşanmak istiyorum, sence ne yapmalıyım?... Başıma gelen herşeyi yazmak veya konuşmak adetim yüzünden, bir parça Güzin Abla konumuna gelmeyi ilk başlarda bende normal karşıladım ama olayın benimle girişilen ikili sohbetlerin bir numaralı mevzusu olmasını açıkcası beklemiyordum. Soruyu soranların çoğu arkadaşım olmasa 'evlenirken bana mı sordunuz, de hadi gidin evinize' deyip kovalıycam ama olmuyor işte.. Çoğu canım ciğerim, neredeyse hepsini çift olarak da tanıyorum... Çok azının eşini tanımıyorum veya tanıyorum ama samimi değilim. Bu aslında kötü bir durum.   Olayın boyutları ne kadar facia olursa olsun, görünen köy ne kadar klavuz istemezse istemesin, tarafların ikisi de arkadaşım olduğunda, objektiflik hak getire... ne diyim şimdi ben? Sizi böyle tanıdım, böyle seviyorum, ayrılmayın sakın.... Hal böyle olunca da ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamıyor insan. İki camii

Sahibim Yok...

Geçen hafta bir arkadaşımın evinin bahçesindeki minderlere yayılıp, oturduk. Ayağımızın dibinde bir termos çay, önümüzde sigara börekleri... Gökyüzünde, dolunay’a bir çentik kalmış kocaman bir ay... Önümüzdeki tepsinin içinde yanan küçük mumlar... Birbirimizi üniversiteden beri tanıyoruz. Üçümüzde mimarız. Özgür, bağımsız, tek başına, çocukları ile birlikte hayat mücadelesinin göbeğinde, göze göz, dişe diş kadınlarız hepimiz... Görüşünce çok mutlu oluyoruz. Görüşemezsek özlüyoruz. O akşam da buluşunca çok memnun olduk. Sarmaştık, kucaklaştık, öpüştük, minderlere çöktük... Eee, hadi kızlar çay içelim.. aç arkadaşım termosun kapağını... açılmıyor şekerim bu.... ay neden açılmıyor, ver   sen onu bana... Üç kadın sırayla denedik, hiçbirimiz kapağı açamadık. Ev sahibi arkadaşım oğlunu çağırdı. Gel annem, şuna bir el at... ben o sırada içimden şöyle düşünüyordum: ‘yetişkin kadınlar, o kadar denedik, beceremedik. Şimdi bu yavrum da açamazsa kapağı... çocuğumun delikanlı gururu kırılacak birşe

Ahşap Detayı Arası, Yazı Molası...

Deniz kenarında yaşamak güzeldir. Sabahları elinizde bir bardak çay ve tabağınızda bir parça peynirle, manzaraya bakan koltuklardan birine oturursanız, deniz sizi, yüreğinizden geçenlerin   yaşamın kendisi olduğuna inandırır... Benim bu konuda, manzaraya yardımcı olan bir de müzik setim var. Eşyalarıma bağlanmak adetim yok ama bu aleti seviyorum. Düğmesine basınca, müzik   bütün evi dolduruyor, duvarlardan akıyor... Bu set istediğiniz her türlü ambiansı   yaratabilecek teknolojik donanıma sahip. Romans, neşe, korku... içinizden ne geçiyorsa... Geçen kış almıştım. Bana ‘belki de ölüyorsun’ dedikleri haftanın Pazar günüydü. Kardeşimle birlikte mağazaya gittik. Adamların istediği ‘yerli araba’ parasını tereddütsüz ödedim. Öyle ya ölüyorum anasını satayım, zaten bitmiş gitmiş... aldık, getirdik. En az yirmi tane kutu.. aç, aç, tak, tak bitmedi... neyse sonunda çalıştırmayı başardık. O gece seyrettiğimiz filmden aldığımız keyfi hiç unutamam... Ölüm haftası gerçekten çok güzeldi. Aklıma ne g