Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Happy New Year Finland

Beni tanıyan insanlara sorarsanız; konuşmaktan çok hoşlandığımı, hatta bunu zaman zaman abarttığımı ve etrafımdaki insanları baydığımı söylerler. Eğer beni yakından tanıyan insanlara sorarsanız; konuşmaktan ziyade yazmayı tercih ettiğimi söylerler. Gerçekte doğrusu da budur. Ben sevdiğim insanlarla konuşurum. Çok sevdiğim insanlara ise yazarım. Çünkü bana göre en anlamlı iletişim yazıyla kurulan iletişimdir. Bu yüzden ‘You’ve got a mail’ filmini çok severim. Belki on kere izlemişimdir. En hoşlandığım sahne ise Meg Ryan’ın Tom Hanks’a yazdığı mektuba ‘Sanki bir konuşmanın ortasındaymış gibi başladığını’ anlattığı sahnedir. Bugün ben de böyle yapacağım. Yazdıklarıma bir konuşmanın ortasındaymış gibi başlayacağım. Bir ayı aşkın süredir düzenli olarak bloğumu okuyan Finlandiya’lı bir dosta teşekkür edeceğim. Kendisinin hangi şehirde yaşadığını veya kim olduğunu bilmiyorum. Çünkü blogger.com bu tip detayları paylaşmıyor. Sadece ülke bilgisi veriyor. Gerçi telefonumun ekranına düşen

Serdar Turgut Üzerine

Serdar Turgut hakkında yazı yazmak da nereden çıktı derseniz, sizi anlayışla karşılarım. Çünkü az sonra okuyacaklarınızı kaleme almak için rasyonel hiçbir sebebim yok. Neticede Serdar Turgut arkadaşım değil, akranım değil, meslektaşım değil… Onun iyi bir köşe yazarı, benim de istikrarlı bir okuyucu olmamdan gayri bizi birbirimize bağlayan başkaca bir bağ da yok ve tüm bunlara ilaveten dünyanın öbür ucunda, varlığımdan zerrece haberdar olmadan yaşayan bir adam hakkında düşünmek ve sonra çok marifetmiş gibi bunları anlatmaya kalkmak hiç de akıllı işi değil. Ama gerçek şu ki; ben akıllı bir insan değilim. Hatta daha kötüsü, bir çeşit ruh hastasıyım. Fakat bugün buna girmeyelim, derim. Çünkü ilerleyen yaşımla birlikte artan hezeyanlarımı yazmaya kalkarsam, yazının devamında hiçbir şeye yer kalmayabilir. Konumuza dönersek; derslerimden arta kalan zamanda gazete okumaya merak sardığımda on dört yaşımdaydım. Sanki milat öncesinde kalmış gibi görünen o yıllarda doğan neslimiz için, tele

Deist bir Citrillus Lanatus’un Varoluşçu Günlüğü

Sevgili Günlük, Bu günlerde aklımı en çok ‘Hasattan sonra hayat var mı’ sorusu kurcalıyor. Dün bu konuyu diğer Citrillus Lanatus’lar ile de tartışmak istedim ama beni ‘Moral bozmak’la suçladılar. Neymiş efendim, hiç durmadan hasat gününü düşünerek şimdiki anın güzelliklerini kaçırıyormuşum. Meğer çiçekten meyveye yeni dönmüşüz, ılık yağmurlar yeni başlamış. Güneşin kavurduğu hasat günlerini düşünmek için çok erkenmiş ve daha bir sürü zırva… Diğerleri beni anlamadıklarını söylüyorlar ama, işin gerçeği şu ki; ben onları, onların beni anladığı kadar bile anlamıyorum. Bu tarlaya nereden geldiğimizi bilmiyoruz, neden geldiğimizi bilmiyoruz, başka tarlalar var mı, yok mu onu bile bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey hasat günü diye bir şey olduğu ve eninde sonunda geleceği… Buna rağmen hayatımızdaki tek gerçekten bahsettim diye, beni neşelerini kaçırmakla suçlamaları ne kadar akıllıca acaba? Geceleri gökyüzüne bakıyorum. Göz alabildiğine uzanıyor. İçinde binlerce parlak ışık var. Eli

Bir Şehir, Bir Deniz, Bir Çocuk, Bir Köpek

Güney rüzgarlarının önünde Çin Seddi gibi yükselen dağların alçalarak önce tepeye, sonra ovaya döndüğü nadir düzlüklerden birine kurulmuş bir şehirdi burası. Sırtını yasladığı yamaçlar, kıble ve lodosa geçit vermediğinden, evleri ve bahçeleri poyrazın insafına kalmış görünürdü. Hava hep nemli, en sıcak günde bile soğuk, yarımay şeklindeki ovanın kuzeyini kaplayan deniz hep hırçın, koyu mavi, derin ve karanlıktı. Anneler en çok, çocuklarının bir gün bu merhametsiz dalgaların arasında can vermesinden korkarlardı. Bu yüzden, dip akıntılarından kurtulacak kadar kuvvetlenmeden yüzmeye yeltenen kızlara ve oğlanlara büyük cezalar verilirdi. Bütün şehirde adet olduğu üzere, babalarından evvel eve girmek gayreti ile akşam ezanı okunurken bahçe kapısında belirdiklerinde, evin en yaşlı kadını ‘bugün denize gittin mi’ diye sorardı. Onlar da her zaman gitmediklerini söylerdi. Yaşlı kadın, çocukların kollarını ve enselerini yalar, ağzına tuz tadı gelirse onları önce bir güzel döver, sonra da kalı

Varoluş Üzerine Dertleşmeler

Sevgili Arkadaş, Bugün hiç adetim olmadığı halde, nereye gittiğimi ve ne zaman döneceğimi söylemeden, hatta etrafımdaki insanlar soru soracak cesareti dahi bulamasınlar diye kısa, kuru bir veda cümlesinin ardından ofisten çıktım ve afişinde ‘Zaman ve Varoluş’ yazan bir konferansa katılmak üzere karşıya geçtim. Hawking’in yüreğimize düşürdüğü ve durmadan harladığı ‘uzay-zaman tekilliği’ teorilerini tartışmaya ne kadar meraklı olduğumu bilirsin. Bu geceden umudum da bu merakı besleyecek bir şeyler dinlemekti ve hatta şanslıysam, zamansal paradokslar ile ilgili birkaç cümle de duyarım diye düşünmüştüm. Ama konferansı veren profesör konuşmaya başlar başlamaz ‘Sayısalcılar, zaman sizin anladığınız gibi bir şey değildir’ diyerek beklentimin karşılıksız olduğunu gösterdi. Bu noktada, toplantı salonunu dolduran kalabalığın içinden kendimi ayrıştırmak gibi psikolojik bir zorlanma hissetiğimi itiraf etmem lazım. Salon bir anda, çoğunluğu Hoca’nın öğrencisi olan ve ‘Varoluşçu Alman felsef

İstanbul’da Yaşamanın Acı Veren Gereksizliği Üzerine

İstanbul’a taşındığımızda on dört yaşındaydım. Doğduğum ev, büyüdüğüm sokaklar, bisiklete binmeyi öğrendiğim park, yazın futbol, kışın kartopu oynadığımız boş arsa, bahçedeki vişne ağacı, arkadaşlarım, kuzenlerim, lise binasının dördüncü katında, F şubesinde okuyan baygın bakışlı çocuk, uzun lafın kısası o güne dek hayat diye biriktirdiğim ne varsa, Ankara’da, Yenimahalle Tufan Sokak ile Bahçelievler İkinci Cadde arasında bir yerlerde kalmıştı. O yüzden çok mutsuzdum ve İstanbul’dan nefret ediyordum. Ta ki, Küçüksu Kasrı’nı görene dek… Şimdi de öyle mi bilmiyorum ama benim gençliğimde, Küçüksu Kasrı’nın önünde, her nasılsa betona dönüşmemiş bir toprak parçası vardı. Boğaz’ın suları, basit ve alelade bir kumsalda nasıl oluyorsa öyle, bu küçük toprak alana vurup, geri dönerlerdi. O gün, Küçüksu Kasrı’na birlikte geldiğimiz grubumuzdan ayrıldım, suyun kıyısına yürüdüm ve ellerimi boğaza daldırdım. Şehir, ıslanan parmak uçlarımdan içime aktı. Ve ruhum, batan güneşin kızılına boyanmış İst