Ana içeriğe atla

Bir Melek Hikayesi



Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor.

Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı…

Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini…

Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rıza Efendi, Bitlis Vilayeti Kadısı olarak görev yapıyor. Balkan harbi ile birlikte Bulgar çetelerinin önünden kaçarak terk etmek zorunda kaldıkları Gümülcine’den sonra, bir süre İstanbul’da ikamet etmişler. Daha sonra Bitlis'e tayinleri çıkmış. O sırada Birinci Cihan Harbi bitmiş ama biz memleketçe Kurtuluş Savaşı'nın içindeyiz. Babamdan bu hikayeyi dinlerken, böyle bir zamanda nasıl olmuş da Bitlis'e tayin edilmişler, diye düşündüğümü hatırlıyorum.  Kendisinden önce yaşananları Hollywood filmlerinden öğrenen aymaz bir nesil olarak, savaş dendiğinde üstleri başları yırtık pırtık, elleri yüzleri kir pas içinde, tankların, topların arasından yalınayak yürüyüp giden insanları düşünüyoruz ama anlaşılan hayat bizim bildiğimiz gibi olmasa da bir şekilde akıp gitmeye devam ediyormuş. Bu öykü hayatın devam ettiğinin kanıtı zaten. Hayat devam etmeseydi, bu öykü de olmazdı...

O yıllarda Ali Rıza Efendi’nin iki gelinlik kızı var; Melek ve Makbule. Kızların küçüğü Melek’e, işte bu Bitlis tayini sırasında görücü gelmiş.

Damat namzedi, bir binbaşı… Şimdi düşününce, Kazım Karabekir’in 9. Ordusu’nun subayı olması gerektiğini anlıyorum. Muhtemelen yıllarca o cepheden bu cepheye koşmuş, evlenmek ve aile kurmak için fırsat bulamamış bir zabit. Ruslarla ateşkes imzalanınca, ancak nefes alabilmiş. Sıra memleket meselesinden, kendi istikbalini düşünmeye gelmiş…

Rütbesi binbaşı olsa da, yaşının çok ileri olmaması lazım. Zira savaş zamanı, askerler sulh zamanından daha hızlı rütbe alıyorlar. Binbaşılık yine de kıymetli bir rütbe… Kentin ileri gelenlerinden sayılıyor. Kadının kızı için pek münasip bir kısmet. Eşraftan birkaç kişi ve Ali Rıza Bey’in hatırını kıramayacağı komşuları ile birlikte gelip, Allah’ın emri, peygamberin kavli ile Melek'i istiyorlar. Bizimkiler kızı veriyor. O günün şartlarında düğün dernek kuruldu mu bilinmez. Bildiğimiz Melek'in telini duvağını sürüyerek, baba evinden çıkıp, koca evine girdiği...

Melek evlendikten kısa bir süre sonra, Ali Rıza Bey’in tayini Muş’a çıkıyor. Aile, o devlet memuriyetinden bu devlet memuriyetine gitmekten göç etmeye alışık. Hemen toparlanıyorlar. Artık evi Bitlis olacak Melek'e veda edip, Muş’a doğru hareket ediyorlar.

Kadı Efendi, ailesi ve mahiyetindekiler ile birlikte Muş’a intikal ettikten bir süre sonra, Melek'in çok hasta olduğu haberi geliyor. O günler iletişim imkânlarının sınırlı olduğu veya hiç olmadığı zamanlar. Kimse "Nezle oldum, üstümde bir kırıklık var" diye birbirine telefon açamıyor veya Instagram'a hikaye koyamıyor. Melek çok hasta olmasa, böyle bir haberin gelmeyeceğinin herkes farkında… Böylece aile derin bir çaresizliğin içine düşüyor. Yollar güvensiz, hatta iki şehir arasında doğru dürüst yol bile yok. Vesait desen zaten hak getire... Ailenin ilk torunu olmam hasebiyle adını taşımak mutluluğuna eriştiğim büyük babaannem Gülfem Hanım’ın veya Ali Rıza Bey’in Bitlis’e gidebilmesi için, yığınla tertibat alınması gerekiyor. "Allah’ım ne yapalım, nasıl edelim" dedikleri sırada dedem ortaya çıkıyor. "Ben giderim" diyor… Dedem o günlerde sadece on dört yaşında. Yanına hiç kimseyi almadan, tek başına, at sırtında, kuşandığı çapraz fişeklikleri ve omzuna astığı tüfeği ile birlikte,  Muş’tan Bitlis’e doğru yola çıkıyor.

Dedemin Muş’tan Bitlis’e yaptığı yolculuğunun detayları maalesef bende yok. Kaç günde gitti, başına neler geldi bilmiyorum. Keşke babaannem hayattayken sorup öğrenseydim ve hatta not etseydim ama bendeki akıl bu kadar işte... İnsan böyle hikayeleri dinlerken, ömrü oldukça unutmayacağını sanıyor. Ama hafıza-i beşer nisyanla malul. Vaktiyle biliyorsam bile unutmuşum. Ama kolay bir yolculuk olmadığını tahmin etmek için alim olmak gerekmez, diye düşünüyorum. 

Melek Halanın ablası Makbule Hala, hikaye anlatırken, olayları birbirine "Efendime söyleyeyim, ferdası gün..." diyerek bağlardı. Ferdanın "yarın" anlamına geldiğini de bu sayede öğrenmiştim. Dedem Bitlis'e, yola çıktığının ferdasında varamadı muhtemelen ama ne yaptı, etti, ablasının yanına gitti. Ve maalesef Melek'i ölüm döşeğinde buldu. Ali Rıza Bey'in otoritesinin gölgesinden kurtulur kurtulmaz içinden bir canavar çıkan Binbaşı damat tarafından o kadar çok dövülmüştü ki, eli yüzü param parçaydı. Muhtemelen iç kanaması da vardı. Ancak o günün Bitlis’inde bunu ne anlamak ne de tedavi etmek mümkündü. Dedemin ömrü boyunca kendisini diğer insanlardan ayıran, olayın özünü sezebilme yeteneği, ilk defa orada kendini gösterdi. Ablasının ölmek üzere olduğunu, O’nu iyileştirmek için elinden gelen hiçbir şey olmadığını, çocuk sayılacak yaşına rağmen anladı. Dedemin Bitlis’e geldiğini öğrenince, bir kadını öldürene kadar dövebilen ve fakat on dört yaşında bir çocuktan kaçacak kadar da korkak olan Binbaşı ile hesabını başka bir vakitte görmeyi aklına yazarak, annesini, babasını, kardeşlerini ve evini son kez görmek isteyen Melek’i atının terkisine oturttu ve ablası atın üzerinde, kendisi de yürüyerek yola çıktı.

Melek Halanın ıstırabı sık sık durmalarına, mola vermelerine neden oluyordu. Dedem "Neredeyse hiç yemediğini, sadece biraz su içebildiğini" anlatmıştı. Atın üzerinde durmak için bile çok halsizmiş. Bu yolculuktan bana kalan en hazin hatıra, rahmetlinin şalvarını çekecek kadar bile halinin olmadığıdır. Dedeme seslenmiş. Dedem o anı "Başımı geriye çevirdim, hem ağladım, hem şalvarını yukarı çektim" diye anlatırdı.

Zaten Muş’a, baba ocağına varmalarından kısa bir süre sonra da Melek ölmüş.

Büyük dedem Ali Rıza Bey, değişen devlet yapılanması ile birlikte kadılıktan ağır ceza reisliğine getirilmiş. Emekli olmadan önce son tayin yerleri Samsun. Bu arada harp bitmiş, cumhuriyet ilan edilmiş, dedem büyümüş, evlenmiş barklanmış. Çoluk çocuğa karışmış, fakat ablasını öldüren binbaşıyı aramaktan hiç vazgeçmemiş. 

Derken, günlerden bir gün, binbaşının Terme'de olduğu haberi gelmiş. Dedem eve gelmiş, silahını kuşanmış ve binbaşının peşine düşmüş. Burada Melek Halanın acısı başka bir acı ile iç içe geçiyor aslında... Ali Rıza Bey, dedemin cinayet davası dosyasının kendi önüne geleceğini biliyor. O zamanlar şimdilerde olduğu gibi "Vay efendim kravat taktı, dava boyunca çok efendi oturdu" gibi abuk sabuk iyi hal indirimleri uygulanmıyor. Ağır ceza reisi Ali Rıza Bey, oğluna bu cinayetten mutlak bir müebbet vermek zorunda kalacak olsa da "Dur, gitme" demiyor. Gözünün önüne Melek'in dayaktan parçalanmış yüzünün geldiğini tahmin etmek zor değil. Düşünüyorum ben ne yapardım diye; herhalde aynısını yapardım. Veya daha iyisi; gidip kendim vururdum o adamı...

Dedem, Terme’ye vardığında binbaşının yerine, karşısında korkudan titreyen bir kadın ve analarının eteklerine sarılmış ağlayan dört kız çocuğu bulmuş. Binbaşı, Melek Haladan sonra bir daha evlenmiş. Hikmetinden sual olmaz, Allah bu adama dört tane kız evlat vermiş. Dedemin geldiğini haber alınca, karısını ve çocuklarını ortada bırakıp bir kez daha kaçmış.

Dedem öcünü, hıncını bir kadından alacak, bırak silah çekip vurmayı, bir kadına el kaldıracak adam değil. Allah sizi de kurtarsın, demiş, dönüp arkasını gitmiş.

Öldüğünde, evrakının arasından bir fotoğraf çıktı. Muş’ta çekilmiş. Ablası Melek’in mezarının başında… Altı çocuk, dört torun ve yetmiş yıllık ömründen hiçbir kareyi saklamamış, sadece Melek Halanın mezarının başında çekilmiş fotoğrafı saklamış rahmetli…

Cennet, açılan bir kapıdır ve o kapının arkasında bizi sevdiklerimiz bekler, demişti birileri vaktiyle… Eğer doğruysa, Melek Hala, dedemi cennette elli altı yıl bekledi. Sonunda iki kardeş 1976 senesinin Kasım ayında kavuştular.

Mahabarata’nın son öyküsünde, dünyada birbirleri ile dost ve düşman olanlar, cennette bir ırmağın kıyısında birlikte otururlar. Bunun ne olduğunu soran çocuğa, Vyasa "İşte bu da son mucizedir" der. Her ne kadar dedemi, o binbaşı ile ırmağın kenarında otururken düşünemesem de, belki de öyledir. Belki de bu saçma dünyanın, yürek paralayan acılarının, bizim bilmediğimiz haklı bir gerekçesi vardır.

Hadi İnşallah…


(İkibinonbeş senesinin güneşli bir on dört aralık günü, İstanbul’da, ofiste, Trio Aksak’tan ‘değmedi elime yârimin eli, neylesin yâreme lokmanın eli ’ şarkısını dinlerken yazıldı…)






Yorumlar

  1. Melek halanın mekanı cennet olsun, o ırmağın kenarında kardeşiyle yüzlerini güneşe dönüp otursunlar ama ne olursa olsun ben o binbaşıyı bu resmin içine koyamadım. Okurken “neden” dedim sadece. Dünyanın saçma acılarının haklı bir gerekçesi olmamalı, olmasın lütfen 🙏

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,