Ana içeriğe atla

Bir Kız İsteme Hikâyesi

Kız istemenin yerleşik usulleri  vardır. Oğlan evinden bir büyük söze girer; efendim gençler tanışmışlar, anlaşmışlar, kararlarını vermişler. Bize de Allah’ın emri, Peygamber’in kavli ile, kızınız filancayı, oğlumuz feşmancaya istemek düşer’ der… Kız babası verimkârsa ‘eh o zaman bize de hayırlı olsun’ demek düşer, diyerek cevap verir. Biz bi düşünelim, kızımız küçük, daha okuyacak, önünde ablası var’ gibi cevaplar verilirse, zemin yaş demektir. Bazı yörelerde bundan daha manidar tepkiler olur. Kahveler tatlı ise ‘verdik gitti’, acı ise ‘hiç kusura bakmayın’ anlamı çıkar. Acı kahveyi içen oğlan evi, sessiz sedasız kalkar gider.

Gerçi yeni zamanlarda artık bu şekilde oluyor mu, tam emin değilim. Hatta geçende bununla ilgili bir karikatür gördüm. Oğlanın babası ‘efendim gençler tanışmışlar, anlaşmışlar, sevişmişler, bacak omuza yapmışlar’ diye lafa giriyordu. Kız babası da ‘eh o zaman bize de bok yemek düşer’ diye cevap veriyordu.

Benim detayları ile hatırladığım ilk kız isteme olayı Sefer Emine’nin kızı Sündüz’ün, küçük dayıma istenmesidir. Ondan daha da önce, İhsan Amca’ma Hacer Yenge’mi istedikleri geceyi de hatırlarım, ama hayal meyal… Aklımda kalan en net sahne, koşarak salona girip ‘kahveler için biraz daha beklemeniz lazım. Heyecandan şeker yerine tuz koydukları için, yeniden yapıyorlar’ diye bağırmam… Devamında annem bana ne yaptı, artık o kadarı hatırımda kalmamış. İki yaşında ya var, ya yok olduğum için bir ihtimal affetmiş olabilir. Veya o yıllarda adet olduğu üzere etime, usturuplu bir cimcik atmıştır.

Sefer Emine’nin kızını isteme fikri annanem’den çıktı galiba. Sefer Emine, kısa boylu, tombul, sırtında koyu renk mantosu, başında desenli başörtüsü ile klasik bir Türk annesiydi. Ama Sündüz sarı saçları, beyaz teni, renkli gözleri ve uzun boyu ile klasik bir Türk Kızı değildi. Benim anne tarafım Trakya göçmenidir. Beyaz tenli kadına ‘teleme peyniri’ gibi derler. İşte bu Sündüz’de teleme peyniri gibi bir kızdı. Ana-kız, bizimkilere komşu oturmasına gelirlerdi. Anlaşılan annanem kızı gözüne o sırada kestirdi.

Dayım Sündüz’ü bu ziyaretlerden birinde gördü mü, yoksa olay tamamen annanem’in itelemesi ile mi oldu, o kadarını bilmiyorum. Yalnız konu bir şekilde açıldı, bir müddet aile içinde tartışıldı, dedem’e danışıldı, derken Sefer Emine’lere ‘bu akşam hayırlı bir iş için sizi ziyaret etmek istiyoruz’ diye haber salındı.

Bizim ailede ister anne tarafı, ister baba tarafında her ne yapılacaksa yapılsın, babam olmadan olmazdı. Bizde öyle dadı ile büyütülen çocuklardan olmadığımız için, evde bir başımıza kalacak yaşa gelene kadar, bu tarz aksiyonların içine, annemizin ve babamızın yanı sıra sürüklendik durduk. Dolayısı ile o gece Sefer Emine’lerin evine kız istemeye giden kafilenin içinde bayramlık elbiselerini ve rugan ayakkabılarını giymiş bendeniz ile, babamın eski pantolonundan ters yüz edilerek dikilmiş kumaş pantolonu ve gömleği ile kardeşim Kerem’de vardı.

Efendim uzatmayalım, önde dedem ve babam, arkasında annanem ve annem, onları takiben kardeşim ve ben, en arkada da şekeri ve çiçeği taşıyan dayım olmak üzere, kız evine revan olduk. Bizi buyur ettiler, başköşelere oturttular, hal hatır sordular, kahveler içildi. Derken dedem söze girdi ‘efendim Allah’ın emri, peygamberin kavli ile…’ Kızın babası dinledi. Cevaben ‘bak Hüseyin Efendi, bilirsin seni çok severim. Kızımı senin oğlundan iyisine mi vericem. Ama bizim köyde bir büyük amcamız var, ona danışmadan sana cevap veremem’ dedi… Bizimkiler hep birbirlerine baktılar. Yüzlerde ‘bu neydi şimdi böyle ifadesi…’ Bir bahane buldular, topu taca attılar, desek değil. Kızı verdiler desek, hiç değil… Eh madem öyle, siz amcanıza sorun, gönlü kırılmasın, diyerek kalktılar.

Aradan bir hafta geçti. Bizimkiler tekrar haber saldılar. Tekrar ‘buyursunlar’ diye cevap geldi. Biz bu sefer öncekinden daha büyük bir kutu şeker ve çiçek ile kız evinin kapısına dayandık. Aman efendim, bize bir izzet, bir ikram… Kahvelerden sonra dedem rahmetli yine sözü aldı… Bu sefer cevap ‘bak Hüseyin Efendi, sen benim kırk yıllık dostumsun. Bu kızı senin oğluna vermiycez de, kime vericez… Ama kızın ağbisi askerde. O’na danışmadan söz kesersek, vallah billah, ne nişana gelir, ne düğüne…. Bizimkiler yine birbirine baktı. ‘Eh hadi madem, siz ağbisine sorun, biz bekleriz…’ denildi.

Aradan bir hafta daha geçti. Biz yine şekerimizi çikolatamızı yaptırdık. Çiçeğimizi aldık. Çiçekler bugün gibi gözümün önünde. Hasır sepetin içinde pembe glayöller… Şimdi Allah’tan kimseler yüzüne bakmıyor ama o zaman bu anlamsız çiçekler, ne hikmetse pek bir modaydı. Şekerci ve çiçekçi de bizi öğrenmişti herhalde. Dayımın geleceğini tahmin edip, gündüzden bile hazırlıyor olabilirler. Başka türlü hep aynı tarz şeker ile çiçeği nasıl götürüyor olabilirdik. Şeker ve çikolata aynı, kafile düzeni aynı. Konuşma sırası aynı… Bu sefer cevap ‘Amcası dedi ki, ben damadı görmeden, evet veya hayır diyemem. Önümüzdeki hafta büyük amca’da gelecek, o zaman hayırlısı ise, olur bu iş.’

Sahne kafanıza artık iyice yerleştiğinden, bundan sonrası için sadece kız evinin cevaplarını vererek ilerlemek istiyorum;

‘Bize kalsa dükkân sizin. Ama amca bu hafta gelemedi, önümüzdeki hafta gelecek…’

‘Amca geldi, ama amca diyor ki; şimdi bana sordunuz. İyi güzel de, nenesine sormayacak mısınız’

‘Nenemiz çok yaşlı, kendi başına gelemiyor. Kızın ağbisi önümüzdeki hafta askerden izine gelecek, köye gidip, nenemizi alıp gelecek.’

Bizimkiler ‘kız evi, naz evi’ diyerek 'ya sabır' çekip, bekliyorlar… Derken haber geliyor, buyursunlar… Biz yine kalkıp gidiyoruz. Dedem artık aynı şeyleri söylemekten baymış. Vekâleti babama vermiş. Babam söze giriyor ‘Eğer ağbiniz, amcanız, dedeniz, neneniz ve ebeniz de razı ise, Allah’ın emri, peygamberin kavli ile kızınızı, oğlumuza istiyoruz…’ Kızın babası ‘bak İlhan’cım diyor, ben seni çok severim. Sizin bize ne kadar münasip bir aile olduğunuzu biliyorum. Ama nenenin ineği hastalandı, köyde veteriner yok. Kasabadan gelecek. O’nun da arabası bozulmuş. Nene veterineri bekliyor. İnek iyileşir iyileşmez burda. Sizin anlayacağınız, bizim iş, haftaya kaldı…’

Kız evinden nasıl çıktık, annanemlere nasıl geldik, hatırlamıyorum. Bizimkilerde bir sinir, bir hışım, bir surat… Babam resti çekti; ben bi daha Sefer Emine’lere kız istemeye gidemem, işim gücüm var benim, dedi… Annanem ayılıp, bayıldı… İneğiniz de batsın, sizde batın… Emine’yi de hiç böyle bilmezdim. Yazıklar olsun. O sırada dayım ‘Şekerlerle çikolataları da Hacıbey’den aldıydım. Parasından geçtim, her seferinde Ulus’a gide gele anam ağladı ’ dedi. Dayım böyle deyince annem ‘aaa ben bu akşam çikolatayı çıkarmadım ki çantadan. Kızı verselerdi, o zaman verecektim’ dedi.  

Annem gitti, çikolatayı getirdi. Açtı, hepimize ikram etti. Dedem anneme ‘git kızım bir çay demle’ dedi… Dedem bir çikolata daha istedi. Sonra herkes gülmeye başladı.

Büyükler çay içti, biz çocuklar, salondaki orta sehpasının altına serili halının üzerine oturduk, çikolata, şeker kutusunu önümüze çektik. Annemin dikkat menzilinin dışında kalmış olmak fırsatından istifade, ne kadar yiyebildiysek, o kadar yedik. Annem bir ara etrafa saçılmış şeker jelatinlerini gördü ‘yemeyin artık, ishal olacaksınız’ diye bağırdı. Annanem ‘ilişme çocuklara’ deyince ondan da vazgeçti…

Yıllar sonra bir gün annem, Sündüz’ün ablası ile, Bahçelievler Çarşı durağındaki Sümerbank’ta karşılaştı. Sündüz’ü kendi memleketlilerinden birine vermişler. Çocuk ilkten pek iyiceymiş. Bir kızları olmuş. Sonra adam içip içip, Sündüz’ü dövmeye başlamış. Keşke o zaman kızı dayıma verselermiş…


Annanem, dedem, Sefer Emine ve kocası, hepsi hakkın rahmetine kavuştu. Dayım, yengem’le evlendi. Bir oğulları oldu. Hatta torunları var şimdi… Ama ben hep merak ettim, Sündüz’e ne oldu… Çocuk aklımda düz sarı saçları ve yeşil renkli gözleri ile kalmış bu kızın ömrü, dayak atan koca ile nasıl geçti… İnsan evladının tahtını yapıyor da, bahtını yapamıyor, diyenler güzel demiş. Peki biz ne diyelim… Öldüyse rahmet, sağsa selamet… 

Gökten her zaman üç elma düşmüyor işte. 


(İkibinonbeş senesinin Kasım ayı'nın dördüncü günü, ofiste, arabasını servise götüren Gaye gelsin de, cephelere 'n sonsuza giderken, (n-1). kez daha bakıp, artık şu projeyi bitirelim' diye beklerken yazıldı.)



Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı