Ana içeriğe atla

Bir Garip Trafik Kazası

Bundan iki ay önce bir trafik kazası yaptım. Arkamdan gelen araba duramadı, bana çarptı. Çarpan arabanın şöförü %100 kusurluydu. Tutanak, zabıt, kasko, falan, filan... Araba servise gitti, yapıldı, cirlop gibi oldu, geldi... Aradan bir ay geçti, bu sefer apartmanın  otoparkında, arabama komşum çarptı. Sabah indim otoparka, arabaya binip işe gelicem... Baktım ki, ne göreyim...  garibimin ağzı yüzü tekrar yamulmuş. Plakası yerlere düşmüş.  İşin aslı sonradan anlaşıldı tabii... Meğer komşumun yoğun bakımda hastası varmış. Kara haber gelince, panik ve üzüntü ile hastaneye yetişmeye çalışırken, benim düldülü fark etmemiş. Neyse, olur böyle şeyler, dedik ... insanlık hali... Yine servise  gittik... yine cirlop gibi yaptılar arabayı, yine aldık eve geldik...
Derken, Pazar akşamı, bu sefer motosikletli bir kurye ile çarpıştık. Olayın nasıl olduğunu anlatmakta kararsızım. Çünkü her ay düzenli olarak kaza yapan bir insanın sürekli suçsuz olmasının, inandırıcı olamayacağının bende farkındayım. Ama içinizde belki vicdan sahibi birileri kalmıştır, diye bir umut yine de başıma  geleni söylemek isterim. ‘Aman, kadın şöför değil mi, hepinizin boynu altında kalsın, diyenler, okumadan bir sonraki paragrafa geçebilirler...
Olay minübüs caddesinde oldu. Evlere yemek servisi yapan kurye, önümden güzel güzel gidiyordu. İkimizde minübüs caddesinin Bostancı mevkiinde, kabul edilebilir bir hızla, sol şeritte seyr-ü sefer eyliyorduk. O sırada yaşlı bir adam, karşıdan karşıya geçmek için yola indi. Ben frene bastım, yavaşladım. Böyle olayları sonradan düşününce, kendi kendime ‘kim ne derse desin, Allah’da var, melekler de var’ diyorum. O adam yol inmeseydi, muhtemelen ben gaz kesmemiş olacaktım. Ve kuvvetle ihtimaldir; bu blog yazısını, ilk duruşmamı beklediğim Paşakapısı cezaevinden yazıyor olacaktım.
Neyse efendim, uzatmayım... ben yavaşladım, yola inen adam karşıdan karşıya geçmekten vazgeçti. Ayağımı frenden çektim, önümden giden kurye hafif sağ yaptı, ben herhalde sahil yoluna inecek derken, birden 180 derece sola döndü ve minübüs yolunu ayıran refüjün ortasındaki 60 cm lik rögar kapağı boşluğundan, diğer şeridi dik kesen sokağa dalmak için direksiyon kırdı. Frene bastım ama ne çare... aramızdaki mesafe, O,  bütün bu artislikleri yaparken sadece bir metreye indiğinden, benim sol ön çamurluk, tampon ve kurye,  uzay/zaman düzleminde aynı hizaya geldiler ve bu birleşmeden ‘güm’ diye bir ses çıktı.
Arabadan indim. Baktım araba haşat. Kurye’ye baktım, kurye sağlam, ayağa kalktı, yürüdü, birşeysi yok... Hemen polisi aradım. Gerisi standart kaza sahneleri... ölümlü, yaralamalı kaza olmadığı için polis gelmedi. Biz arabaları kenara çektik.Tutanak, zabıt bilmezsin ne dertlerine düştük. Ben bu arada kuryeye epey bağırdım. Yoldan olaya müdahil olup, kuryeyi savunanları da bir güzel azarladım. Tam o sırada gözüme, çarptığım veya bana çarpan artık nasıl kabul ederseniz, motorsikletin arkasındaki çantanın üzerinde yazan restoranın adı ilişti. Sushi Co... Çocuğa döndüm, nerde bu restoran, diye sordum. Kozzy’de abla, dedi... Hani filmlerde, geçmiş, kahramanın gözünde canlanır ya, bende de yemin ediyorum aynen öyle oldu. Zihnim şöyle bir dalgalandı. Gözlerimin önüne neredeyse iki sene öncesinden bir sahne geldi:
Bir akşam kızlarla evde oturuyorduk. Galiba Pazar akşamıydı. Çünkü maç vardı ve Fenerbahçe galip geldiğinden, sahil yolu ana-baba günü bir kalabalıkla dalgalanıyordu. Kızların canı Çin yemeği çekti. Bende bu kalabalıkta kim dışarı çıkacak, diyerek eve sipariş istedim. Siparişi de Kozzy’deki Sushi Co restoranına verdim.
Siparişi verdim ama, ne gelen var, ne giden... Uçtu konmaz, gitti gelmez... Gece indi, hava karardı, çocukların uykusu geldi. Ha şimdi geldi, ha şimdi gelecek, derken saatler gece yarısına birkaç dakika kala kapımız çalındı. Bir adam... elinde yemekler... hepsi buz gibi olmuş... işte efendim yanlışlıkla sahil yoluna girmiş de, maç kalabalığını düşünememişte... falan da, filan da... yemekler ikram olsun muş da... özürlerinin kabulünü rica edermiş de... vesaire, vesaire... bu manzara karşısında benim durumumda şöyle; saç baş darmadağın... üzerimde Nuh Nebi’den kalma gri fon üzeri, pembe dantelli pijamalarım... ve kıyafetimi tamamlayan, bakanlarda geçici renk körlüğüne yol açan fıstık yeişili sabahlığım... Adam iki saat kırıldı, döküldü... ben de bu halde paketi elinden bir hışım alıp, parayı atar gibi uzattıktan sonra, aman iyi be, deyip kapıyı yüzüne çarpıverdim....
Biz o akşam, o yemeklerin yarısını yedik, yarısını attık... bir daha da o restorandan sipariş vermemeye ant içtik...
Aradan bir sene geçti... Kızlarla yolumuz Kozzy’e düştü... İşimizi hallettik, yemek yemek için en üst kata çıktık. Ne yesek, ne yesek diye sağa sola bakınırken bana seslenildiğini duydum. Döndüm, Nafiz Amca’m... Bu Sushi Co restoranının önünde oturmuş, Sevgili Sevim Abla’mız ile birlikte yemek yiyor. Bize yemekleri altı saatte getiren kurye de masalarına oturmuş, bizimkilerle sohbet ediyor. Deniz, adamı görür görmez ‘sen bizim yemeklerimizi geç getiren adamsın’ diye bağırmaya başladı. Adamla göz göze geldik. O da bizi tanıdı... ‘siz küçükyalı sahildeki evin sahibi, yeşil sabahalıklı hanımsınız’ değil mi, dedi... Ben de ‘sizde iftara verdiğimiz siparişi, sahurda getiren kuryesiniz. Burada mı çalışıyorsunuz?’ dedim. Yok, ben buranın sahibiyim, o akşam kuryelerin hepsi doluydu. Ben sizin siparişinizi kendi arabamla getirmeye kalktım. Maç tarafiğine girince de maalesef çıkamadım. Sonuçta geç kaldım. Kusura bakmayın, dedi. Meğer Amca’mla da arkadaşlarmış. Amca’m bizi tanıştırdı. Kendisi bize bir süre daha eşlik etti, sonrasında işinin başına döndü, bizde aile sohbetimize devam ettik...
Pazar akşamı, kurye çocuk ‘abla, bizim dükkana gidelim, orada kaza tutanağı var, hallederiz’ derken bunları düşünüyordum. O saatte yolun ortasında dikilmekten daha iyi bir fikir olduğu için, kalktık dükkana gittik. Dükkan sahibi Murat Bey, artık kapanmak üzere olan alış veriş merkezinin masalarından birine oturmuş hesapları kontrol ediyordu. Deniz, Murat Bey’i görünce ‘Anne, yine o adam’ diye bağırdı. Murat Bey masadan kalktı, ‘Gülfem Hanım, kurye bir kadının arabasına çarpmış dediklerinde aklıma gelmediyseniz, kör olayım’ dedi... Kazanın müsebbibi gariban da bir anda kahkalarla gülmeye başlayan patronuna ve bana bakakaldı tabii...
Devamında, bizi buyur ettiler. Su, çay, kahve ikramları geldi. Nasılsınız, iyiyiz valla... siz nasılsınız.. işler güçler, hamd olsun, yuvarlanıp gidiyoruz, Nafiz Ağbi nerelerde, selam söyleyin.. bu benim cep telefonum, merak etmeyin hallederiz, bu da benim cep telefonum... neyse yine de allah korudu, tarzında sohbetlere geçildi.
Bir ara Deniz ‘ben arabaya takması için anneme bir nazar boncuğu yapmıştım, onu çıkardı, kazalarda ondan sonra oldu’ dedi. Murat Bey ‘o nazar boncuğundan bir tane de ben alabilir miyim’ diye sordu. Deniz, olaya yine bir Deniz klasiği ile yaklaşarak ‘ne karşılığında’ şeklinde kontra kıllık yaptı. Murat Bey’ de ‘evinizi biliyorum. Sen getirmezsen, ben gelir kendim alırım’ dedi...
Ayrılırken, ‘Murat Bey inşallah bir daha görüşmeyiz, çünkü ne zaman görüşsek, abuk sabuk şeyler oluyor, dedim. Murat Bey benden daha iyimser çıktı, ‘bence bir daha görüşmeyelim demeyelim, iyi günlerde görüşelim diyelim, Gülfem Hanım’ dedi...
Halen olayı şaşkın şaşkın seyreden kurye bize eşlik etti, tekrar otoparka indik. Arabamıza bindik, evimize geldik.
Gece kızların üstlerini örtmek için odalarına girdiğim zaman Deniz ‘anne ne kadar sıradışı bir hayatımız var, farkında mısın’ dedi... Düşündüm... Haklısın Deniz, dedim... Gerçekten sıradışı bir hayatımız var... Trafik kazalarımız bile sıradışı. O dükkanın kuryesinin benim arabamla çarpışma ihtimali, İstanbul’daki otomobil ve motorsiklet sayısı düşünüldüğünde kaç milyarda bir di acaba? Ne diyelim, Tanrı’m benim hayatımı da böyle renklendiriyor işte...
Ertesi sabah dertleşmek için yakın dostlarımdan birini aradım. Olanları anlattım. Neyse, dedi, şükür bildik, tanıdık bir yerin kuryesi ile çarpışmışsın. Ben bir keresinde ‘geh bili bili diyerek, İstanbul’da bir hafta CP Piliç kamyoneti’ aramıştım...
Araba, dün tekrar servise gitti... Sigortacıma sordum, beni sigortadan atarlar mı, diye... olmaz öyle şey, dedi... Hiçbirinde kabahat sizin değil ki... içimden sen gel de bunu etrafımdakilere anlat, diye geçirdim... Kasko deyince aklıma geldi, aslında kabahatli olmadığıma inanmayanlara, kasko hasarsızlık belgemi de gösterebilirim.
Servisle işimiz bitince, ben de şöförlüğü bırakıyorum. Bu olayın şerefine bir karaoke parti düzenlemeye karar verdim. Geçenlerde bir akşam, gitar eşliğinde şarkı söyledim. O gece sesim çok iltifat aldı. Bu partide de beğenilen bir performans sergilersem, solo albüm çıkartmayı planlıyorum....
Partiyi bilahare yazarım... şimdilik, hepinize kazasız, belasız günler dileyerek, huzurlarınızdan ayrılıyorum...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı