Ana içeriğe atla

Hayrullah, kır ağzını...

Geçen hafta benim sarı saçlı, mavi gözlü, güzeller güzeli, minicik, nazecik, baldan tatlı, dünyalardan gıymatlı kızım, ağlayarak geldi. Sebep?Kalbini kırmışlar. Dersanedeki arkadaşlarından biri önce çıkma teklif etmiş, benim yavrum bu teklifi kabul ettikten birkaç gün sonra da ‘ben seninle sadece Facebook’a yazmak için çıktım’ demiş... Bak, bak, bak... sıpaya bak... ben ölümleri göze alıp doğurayım, büyütmek için saçımı süpürge edeyim, sonra içinde, gelecekte kelimenin tam anlamı ile öküz olmak potansiyelini barındıran bir sığır yavrusu çıksın gelsin, gözünün yaşını sel gibi akıtsın... Olacak iş mi şimdi bu?

Tamam kabul ediyorum, o sıpalak da bir anne kuzusu... üstelik sadece dokuz yaşında... ama kızımı öyle salya sümük ağlarken görünce içimden geçen tek duygu, git şu çocuğu bul, ağzını burnunu kır, oldu.. Ne yalan söyleyim...

Arkadaşlarımdan birinin bu gibi işler için bir önerisi var. Gerek kendi çocuklarımızı, gerek başkalarının çocuklarını döverek, salon kadını, meslek sahibi, entellektüel, modern ve kültürlü anne çizgimizden kaymamamız için, bu işe uygun bir adamı istihdam etmemiz gerektiğini düşünüyor. Sahne şöyle; biz elimizde viski bardağımız,  platin sarısı saçlarımız elmas küperlerimizi ortaya çıkaracak şekilde ensemizde topuz yapılmış halde, diğer elimizde ağızlığa takılmış sigaramız ile salonda bir Lale Belkıs ambiansı ile salınırken bu adam gelir... Buyurun, beni emretmişsiniz hanfendi... O sırada konu anne, yüzüne üç numara büyük gelen kirpiklerini kırpıştırarak hülyalı gözlerle amaçsızca etrafa bakmaktadır. Çağırılan adamın salona girdiğini neden sonra fark eder ve ağzını fevkalade büzerek ‘senden bir konuyu halletmeni istiyorum,  Hayrullah’ der... Orçun gene bana bir saygısızlık yaptı... Konken partimizin gürültüsünden rahatsız olmuş, ders çalışamıyormuş. Bütün sosyetenin önünde geldi, müziğin sesini kapattı... Beni rezil etti.. O sırada Orçun, salonun  bir köşesinden mahçup mahçup annesine bakmaktadır. Anne, salona çağırdığı çam yarmasına döner ve ‘Hayrullah’ der.. kır ağzını... böylece çocuk bir temiz dayak yer. Anne elini bu işle kirletmez, sahne Orçun’un,  büyüdüğünde psikolojik sorunların dibine vurmuş dangalak bir yetişkin olmasını garanti ederek biter.

Geçen hafta, şayet emrimde böyle adanmış bir adam olsaydı, el kadar sabinin üstüne salıp ‘Hayruş, kır ağzını’ dememe ramak kalmıştı. Boşuna ‘allah bilir kulunu giydirir çulunu’ dememişler. O eski Türk Filmlerindeki Lale Belkıs karakteri kadar zengin olsaydım, böyle münasebetsiz birşeyi kesin yapardım. Şimdi sakin sakin düşünüyorum da, evlerden ırak, allah muhafaza... iyiki o kadar param yokmuş, diye şükredesim geliyor.

Şimdi Lale Belkıs’ı anınca, bu kadıncağızın oynadığı rollerin bende canlandırdığı hisler, yeniden su yüzüne çıktı. Okuyucular arasında gençlerin de olabileceği ihtimalini göz önüne alarak, küçük bir açıklama yapmak gerekebilir. Lale Belkıs, Türk filmlerinde her daim yukarıda anlattığım şekil bir kötü kadını oynardı. Bu kadın, filmdeki esas oğlanı elde edebilmek için akla hayale gelmedik yollara başvurur, kısa bir süreliğini de olsa, esas oğlanın gerçek aşkı olan vefakar ve cefakar Türk anasını alt eder, aklı kıçına kaçmış jönümüz, bir kazada yaralanıp kendisine beyin nakli yapılana kadar, Lale Belkıs cinselliğinin bütün hünerlerini sergileyerek iktidarı ele geçirir, bu sırada da iyi kadının çocuklarına etmediği kötülüğü bırakmazdı. Filmi izleyenler her ne hikmetse, şehvetten gözü dönmüş bir halde  bu kadının sözünü dinleyen adamı suçlamaz, durmadan kötü kadını suçlarlardı.O filmlerin seyredildiği yıllarda, ben galiba 10 yaşlarında falandım.  Annemin dizinin dibine oturur, onunla beraber  ağlardım. O filmler yüzünden, büyüyünce üvey anne olmak istediğim zamanlar oldu. Üvey anne olup, hiç değilse, o bahtsız çocuklardan bir kaçını kurtardığımı hayal ederdim. Bu filmler bizim kuşağımızın aşka, sevdaya, cinselliğe bakışını kökten değiştirdiler. O fimler ile büyüyen kuşak bir daha iflah etmedi. Ama o konuya buradan girmeyim. Zaten olayı dağıttım, tekrar kızımın aşkına döneyim, toparlayım...

Deniz Ece içini çeke çeke ağlarken söyledikleri, kadın erkek ilişkilerinin bir özeti gibiydi: Anne ben önce onu sevmedim. Ama beni sevdiğini söyleyince, ona dikkat etmeye başladım ve sonra bende sevdim... Buyrun bakalım... tanıdık geldi mi? Hanımlar, elinizi vicdanınıza koyun. İçimizden kaçımız, aslında hiç aklında yokken, hiç tipi değilken, sadece adam kendisi ile ilgilendi, O’nu sevdi, güzel bulduğunu söyledi, diye o adamı hayatına sokmaya razı oldu? Evet, doğru... neredeyse hepimiz... şimdi böyle bakınca, o adamlara mı aşık olduk, adamların bize gösterdiğe ilgiye mi,  sorusunu yanıtlamak istersek, %99 doğru cevap nedir? Adamların bize gösterdiği ilgiye aşık olduk... Bravo... Harbi ol, canımı ye...

Peki Deniz ilgisine karşılık verince, kızımı O’nu sevdiğine inandıran yer cücesi ne yapmış? Türünün diğer örneklerinin yaptığını... dönmüş arkasını gitmiş...  O’nun görevi de buraya kadar demek ki. Bir ilgi uyandırdı, sevdiğine inandırdı, ilgisine karşılık alınca da, döndü arkasını gitti. Peki neden? İşte olayın bu bölümü bilinmiyor. Yüzyıllardır üzerinde binlerce şiir, roman yazıldı, filmler yapıldı, şarkılar bestelendi. Ama hiç kimse, net bir fikre sahip olamadı. Bazıları bu girdaptan çıkabilmek için ‘aman, neyse ne’ dedi ve evlendi. Bir kısmı  derviş, ermiş, gönül adamı oldu, allah sevgisi yoluna girdi. Temelde herkes bir takım acılar çekti ama kadının ilgisini elde ettikten sonra, kadın onu sevip, bağlandıktan ve önüne dünyaları sermeye razı olduktan sonra, adamın dönüp arkasını gitmesini kimse açıklayamadı. Kendisini seven kadını neden yerden yere vurduğunu, herşeyi en güzel anında neden berbat ettiğini, tıbbın kaydettiği bütün ilerlemelere rağmen, halen bilen yok.

Bir arkadaşımın oğlu var. Birgün kızlar hakkında konuşurken annesine ‘eğer o kızla ilgilenmesem, tekme atar mıydım hiç’ demiş.. Arkadaşım diyor ki, hayatımdaki erkeklerin yaptığı herşeyi o  anda affettim. Elimizdeki mal bu. Yapacak birşey yok...

Şimdi böyle deyince, erkekler öyle de, kadınlar çok şahane gibi bir şey söylediğim sanılmasın. Bizde az arızalı değiliz. Bir kere nerde var nerde yok, nevrotik adamları, ruh hastalarını, ipe sapa gelmezleri bulur, çıkarır, başımıza taç ederiz. Neden? Onların gösterdiği ilgi daha renklidir de o yüzden... O adamlar, aklı başında insanların yapmayacağı pek çok şeyi yaparlar. Çevrelerine nedense bir ışık saçarlar... Ve bu da bizi ışığa uçan pervaneler gibi çeker... Sonuç; en iyi ihtimalle kanatlarımız yanar.

O gece Deniz Ece benimle birlikte uyudu... allah’tan bu yaşta aşk yaraları, dizlerde açılan yaralar gibi kolay kapanıyor. Sabah olup uyandığında okula gitmeye, yaşamaya, yeniden aşık olmaya hazırdı.

Konu, her zaman olduğu gibi, ucu bana dayanan bir olayla kapandı. Sabah servise binecekken son anda döndü ‘anne sen hiç terk edildin mi’ diye sordu... Şimdi evladımı teselli edicem ya...  Ohooo, hiç terk edilmeden olur mu, dedim. Sürüsüne bereket terk edildim... Ama  üniversitede sadece babamla çıktıysan nasıl sürüsüne bereket terkedildin, dedi... Servis hostesi abla, o sırada delici bakışları ile beni süzmekteydi.  Ah be evladım... bir rezil olmadığımız şu kadın kalmıştı... Hadi çocuğum, allah zihin açıklığı versin, akşama konuşucaz biz seninle...

İzmir Büyücüleri, diye bir kitap vardır. Dün gece üşenmedim, kitaplıktan buldum, çıkardım. Bir yerde, annesi kızına der ki; ne yaparsan yap, asla aşık olduğun bir adam ile evlenme... Çağımızın evliliği demode kabul eden anlayışına uyarsak, bu sözü şöyle değiştirebiliriz: ne yaparsan yap, asla aşık olduğun adamla beraber olma... Çünkü işin içine aşk girerse süreçleri yönetemezsin. Rüzgarın önündeki yaprak gibi sürüklenir gidersin. Ama aşk yoksa... o zaman olayları sen yönetirsin. Çekersin, sürüklersin, sündürürsün, ezersin, büzersin... kısacası eğlenirsin...

Bu bağlamda Kanuni ile Hürrem’in aşkına bakıp iç çekenlere şunu söylemek isterim... Kadının el üstünde tutulduğu bir ilişkide, muhakkak aşk vardır. Ancak aşık olan kesinlikle kadın değildir.

Hepinize, aşık olduğunuz adamların sizi beğenmediği, size aşık olanları da sizin beğenmediğiniz günler dilerim...

Bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi?...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı