Ana içeriğe atla

Anne, anne, anneciğim...


Bugün de annemin doğum günü... Şimdi babamın doğumgünü için yazı yazıp anneyi es geçmek olmaz... bunu iki şeyden dolayı istemem; birincisi anne es geçilecek bir varlık değildir, ikincisi ağrımayan dişe kerpeten vurmanın anlamı yoktur.

Eskiler ‘anasına bak, kızını al, deselerde ben anneme hiç benzemem. İkimizin hem tabiatı, hem fiziksel özellikleri birbiri ile taban tabana zıttır. Bir kere annem çok güzel bir kadındır. Uzun boyludur. Yetmişine merdiven dayadığı halde, 38 bedendir. Saçlarını toplamaya toka yetişmez. Sesi çok güzeldir. Marifetli bir kadındır. Hem anne, hem aşçı, hem temizlikçi, hem terzi, hem ayakkabı bağlayıcısı, hem doktor, hem hemşiredir... aslında benim gibi evde barkta duramayan, mutfak davlumbazına kuşların yuva yaptığı bir kadının annesi olmayı hak edecek hiçbir şey yapmamıştır ama anladığım kadarı ile kaderi bu anlamda kötü yazılmış bir kadındır.

Benim hafızamda annemle ilgili anılarım, babamın davranışlarına verdiği tepkilerle iç içe geçmiştir. Bunda babamla kırküç senedir bir kere bile ayrılmamış olmalarının yanısıra, babamın maceracı ruhuna karşı sağduyuyu savunmak için verdiği çabaların etkileri de vardır. Annemin ağzından en sık çıkan söz ‘hah, iyi’ dir. Bunu aslında ‘yok devenin nalı’ manasına söyler... Bir örnekle anlatırsam daha iyi anlayacaksınız...

Biz İstanbul’a ilk geldiğimiz yıllarda çok küçük bir eve taşınmıştık. Ankara’nın içinde at koşturulan evlerinden sonra bu kutu kadar daire, bize biraz dar geldi. Aradan üç sene geçip ben mimarlık fakültesine girince, işin içine çizim masası falan da girdi, ev tadından yenmez oldu. Bunun üzerine annemler kendi odalarını bana verdiler, benim odama da kendileri taşındılar. Yeni odalarına sığsın diye, babam çift kişilik yataklarını yandan bir elli santim kadar kesti. Annem de yatağın döşeğini kesti, biçti, uydurdu. Şimdi yatak enden sığdı ama boydan hala problem var. Babam dedi ki ‘birazda ayak ucundan keselim’ annem ‘hah iyi, dedi... çocuk yatağımı bu... kendi boyun bir karış, beni de kendin gibi bellemişsin. Sığmam ben o yatağa...

Sanırım ‘hah, iyi’ kelimesindeki vurgu böylece anlaşılmış oldu...

Birgün babam tahtakaleden iki top nevresim kumaşı ile geldi. Sabah işe giderken, annem demiş ki, çarşaflarımız eskidi, yenilemek lazım. Bizim evimizde öyle git mağazaya, elinin beğendiğini al gel, adeti olmadığından, babam akşam gelirken iki top kumaşı vurmuş omzuna gelmiş. Annem hemen dikiş makinasını açtı. Bir demlik çay demledi. Başladı kumaşlardan nevresim dikmeye...

Annem olgunlaşma enstitüsünde okumuştur. O yüzden nevresim dikmek kendisi için çocuk oyuncağıdır. Yalnız hesap konusunda biraz dikkatsizdir. Nevresimleri kesti, dikti, bir toptan yaklaşık on takım nevresim çıktığını gecenin sonunda anladı. Evdeki bütün takımlar aynı renk ve aynı desen olmuştu. Babama döndü ‘hah, iyi’ dedi... Biz yıllarca, yataklar ne zaman değişti, hangi çarşaf kirlendi, temizi ne zaman serildi anlamadık. Bunun şifresini kendince annem çözdü. Biz ‘anne, artan kumaşlardan birer tane gecelikle, pijama da diksen ya, dedik... Terliği yedik...

Annem, her ne kadar şimdilerde külliyen red etse de, gençliğinde gaddar bir kadındı. Vurdu mu ‘Allah’ dedirtmezdi. Bir tane cetveli vardı. Kerem, sabah akşam bu cetvel ile dayak yerdi. Sonunda birgün büyük gayretler ile cetveli vitrinin üzerinden aldı ve kırdı. Bir dayakta bunun için yedi...

Küçükken benim en önemli vazifem, annemle beraber çarşı pazar gezmek ve para hesabı yapmaktı. Şimdiki gibi, ekranında fiyatı, gramına göre şıppadak gösteren teraziler olmadığından, kilosu 7.5 liradan 550 gr beyaz peynir, kilosu 3 lira 75 kuruştan 250 gr zeytin ve  tanesi 2.5 kuruştan 13 tane yumurta alıp 50 lira verirsek, bakkalın bize kaç para geri vereceğini hesaplamak her daim benim görevimdi. Biraz sağı solu seyretmeye dalsam, vazifeyi ihmal etsem, annem esnafa çaktırmadan ayağıma basardı... Bundan ne zaman şikayet etsem, kendini, okul başarılarımın bu alıştırmalara dayandığını söyleyerek savundu. Türev ve integral bu alıştırmalardan ne kadar etkilendi bilemiyorum ama, söyleyen anne... itiraz edecek halimiz yok  yani...

Annem çok temiz tirendez bir kadındı. Gençliğinde sabah kalkar, ilk iş çamaşır makinasını açar, bütün yatakları, kıyafetlerimizi ve hatta perdeleri yıkar, merdaneli makinada dört su yıkanan bu kıyafetlerin son suyunu deterjan ziyan olmasın diye atmaz, küvete doldurur, o su ile camları, yerleri, halıları siler, öğleden sonra da kuruyan çamaşırları ve perdeleri ütüler, yerine asar, yemek yapar, en son akşam vakti babam gelene kadar da yorganları, yorgan iğnesi ve iplik ile kaplardı. Şimdi düşünüyorum da, bu denli temizlik bizim evimizde ayda bir kere ya yapılıyor, ya yapılmıyor. Acep o zamanlarda kadınların zoru neydi ki?

Bize bir kıyafet gerekince, annem ve halam beşinci durağa giderlerdi. Sümerbank’tan kumaş alınır, o kumaş gazete kağıdından çıkarılmış kalıp ile biçilir, dikilir, çocuğa giydirilirdi. Annem, büyüklerin kıyafetlerini bozup bizim için kıyafet dikerdi. Babamın pantolonunu bozup, Kerem’e pantolon dikmişti. Kendi elbiselerinden bana elbise dikerdi. Babam mal mülk sahibi oldu ama hele bir sor, nasıl oldu...

Annem gençken çok sık ağlardı. Misal, çadırla tatile gidilecek, babam evdeki yün yatakları çadıra götürmeye karar verirdi, annem ağlardı. Babam küçük boy tenceresinin dibini deler, kuzu kapama yapardı, annem ağlardı. Kerem’in okul taksitlerinin zamanı gelince, babam annemin bileziklerini bozdurur, okul taksidini öderdi, annem ağlardı. Babam bir sabah kapıya kamyonla dayanır, bu evden taşınıyoruz, başka ev aldım, derdi.. annem ağlardı. Velhasıl-ı kelam garibimin gençliği gözyaşları arasında geçti gitti.

Birgün babam, annemi alıp Marmaris’e götürdü. Ondan öncede Ankara’dan İstanbul’a getirmişti. Annem, İstanbul’a geldiğimiz zaman, annesini, babasını ve kardeşlerini ne kadar özlediğini unuttu, bu seferde bizi İstanbul’da bırakıp Marmaris’e gitti... Gittikten altı ay sonra, bu adam beni yine kandırdı, dedi ama Ankara’ya nasıl dönemedi ise, İstanbul’a da dönemedi. Ama allahtan o sırada biz büyüdük, ehliyet aldık. Senede on kere Marmaris’e gittik de, annemin yaraları biraz olsun kapandı.

Çocuklar, küçükken zalim oluyorlar. Defne ve Deniz şimdilerde, onları özel okulda okutmak için alnının damarı çatlayan annelerinin aksanı ile nasıl ölümüne dalga geçiyorlarsa, bizde bizim için saçını süpürge eden annemle öyle dalga geçtik. Birgün televizyonda birleşmiş milletler barış gücünün Bosna’ya giden kamyonlarını seyrediyorduk. Annem üzerinde büyük mavi harfle UN yazan kamyonları görünce ‘iyi bari, artık açlık biter hiç değilse, baksana unlar yola çıkmış gidiyor’ demişti. Kerem’le ben deli gibi gülmüştük. Sanki annemin küçüklüğünde Ankara’da Oxford vardı da, kendisi mahsus gitmediydi... Akıl işte...

Annem her zor zamanımızda bizim yanımızda oldu. Bir keresinde ben ameliyat olmuştum. Annem refakatçi kalmıştı. Ameliyat 7 saat sürdü. Vücudumda 200’den fazla dikiş ve etime dikilmiş direnler vardı. Annem benim yanımdayken son derece neşeliydi. Yemek pişiriyor, evdeki kadınla sohbet ediyor, çocuklarla ilgileniyordu. Sonra birgün arka odadan gizlice babamla telefonda konuşurken sesini duydum; ‘İlhan, her yerini parça parça kesmişler, o boruları etine dikmişler, nasıl iyileşecek bu kız...’ diye ağlayan sesini duydum. Odaya girmeden geri döndüm, salona gittim. Annem biraz sonra ağzında sakız çiğneyerek geldi. Elinde iki bardak çay vardı. Benimle yine bir sahil kasabasına tatile gelmişiz havası ile konuşmaya devam etti. Vah anacığım vah... kim derdi ki ana olmak bu kadar zordu...

Beni tüm sevdiklerim terk etti, bir tek annem terk etmedi... hiçbir ahval ve şerait altında elimi bırakmadı. Bir keresinde benimle birlikte dayak bile yedi... Kurtarayım, diye araya girince, altmış yaşından sonra başına gelmeyen kalmadı. Ama o halde iken bile, olaylar büyümesin diye ağzını açıp kimseye birşey demedi. Yüzündeki morlukları soranlara, ben kendim çarptım dedi... O gece olaylar yatıştıktan sonra mutfağı temizliyorduk. Zira yemek tenceresi ocaktan alınıp, yerlere fırlatılmıştı. İçindeki kabak yemeği, her yere yayılmıştı. Annemin yüzü mor, benim kolum askıda yerleri silerken döndü ‘Gülfem, kabahat sende, yemeklere çok yağ koyuyorsun’ dedi..

İnsan, anne olmanın ne demek olduğunu, anne olmadan anlamıyor. Annesinin kıymetini de... Analı kuzu, kınalı kuzu ne demektir,  bir çocuğun annesi öleceğine, kendisi ölsün, diyen kişi, neyi kast etmiştir, büyüyünce kafaya dank ediyor. Gerçi bizim bir Gülderen Hanım’ımız vardı, benim yanımda on seneden fazla çalıştı. Çocuğun kendisi öleceğine, babası ölsün, demişti. O zaman anlamadık ama meğer ondaki tecrübe hepimizden enginmiş. Kulakları çınlasın...

Annem, bu kadar cefakar, vefakar bir Türk anası olmasına karşın, geçen sene bana olmadık bir iş yaptı... Feray, ben, beş tane çocuk ve annem hep birlikte köyün yakınındaki şelaleye gezmeye gittik. Çocuklar bütün eşyalarını yük katırı misali Feray’la bana yüklediler, kendileri hoplaya zıplaya şelaleden yukarı yürüdüler. Biz ‘Defne, Zeki, Ecem, koşmayın... Musti, Deniz Ece buraya gelin’ diye bağrına bağrına şelaleden yukarı tırmanırken, geçilmesi zor bir yere geldik. Önümüzdeki aşırı yakışıklı adam, annemin elinden tuttu, hooop kayaların üstünden öbür tarafa atlattı. Sonra bana şöyle bir tepeden aşağı baktı, yardım etmekten vazgeçti, yürüdü gitti. Annem döndü ‘sende benim kadar güzel bir kadın olsaydın, kendine yardım edecek bir centilmen bulabilirdin’ dedi ve uzaklaştı. Adam tutacak da çekecek diye uzattığım elim havada, boynumda on tane çanta, tam teçhizatlı kameraman Hamit Kelle pozunda kalakaldım. Allah’tan Feray geldi de, beni daha fazla kepaze olmaktan kurtardı.

Kadınların beğenilmek içgüdüleri annelik falan dinlemiyor, demek ki... Ama bende çocukken anneme ‘sen çok çirkinsin, inşallah sana benzemem’ derdim... Hesabı kocaman Rabbim kesti, dualarımı kabul etti, ebeminkini gördüm, böylece annemle ödeştim.

Sevgili anne,
63. yaşın kutlu olsun. Hala çok güzel bir kadınsın. Senin de ellerinden öperim...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı