Ana içeriğe atla

Orospuuuuu.....


Çocukken pis, bok, aptal’dan sonra öğrendiğim en yakası açılmadık küfür, orospuydu. Anneanne’mlerin komşusu yaşlı  teyze önüne gelene bunu söylerdi. Ağzını doldurarak, r harfinin üstüne basarak ve son ‘puuuu’ hecesini söylerken de tükürerek... Birgün beni parka götürmedi diye, bende anneme elimden geldiğince o teyzeyi taklit etmeye çalışarak orospu, dedim. Devamında annem ağzımı öyle bir yırttı ki, bir hafta kendime gelemedim.

Bu seferde ayağımdan tavana asarlar, mazallah... diye, uzun yıllar o kelimenin anlamını soramadan yaşadım. Gerçi bu korku, anneme çaktırmadan, kapalı kapılar ardında son hecede tükürmeye gayret ederek o yaşlı teyze gibi ‘orrospuuuu’ deme talimlerine çıkmama engel olamadı, ya neyse...

İlerleyen yıllarda, kuzenlerimden biri, televizyonda seyrettiği dans yarışmasını çok beğendi. Annesine ‘bende bu ablalar gibi olmak istiyorum’ dedi. O sırada salonda bulunan haminnelerden biri ‘bırak kızım sen onları, onlar orospu’ diyerek lafa karıştı. Kuzenim o gün orospu olmaya karar verdi. Konuşmayı da beceremeyecek kadar küçük olduğundan yıllarca ‘ah sen ne güzel çocukmuşsun, söyle bakalım büyüyünce ne olacaksın’ diye soran herkese ‘olopçu olucam’ dedi.

Birgün bir Türk filmi seyrettim. Başrollerde Ahu Tuğba ve Nuri Alço oynuyordu. O gün gerçek orospunun Ahu Tuğba olduğunu öğrendim. Film bittiğinde kafam karmakarışıktı. Annem acaba bu zavallı kadına benzetildi, diye bana neden o kadar kızmıştı. O günden sonra vicdanım bu bahtsız kadın için kanadı durdu. Yıllarca muhayilemde evler tasarladım. Bu evlerin çok güzel salonları, büyük odaları ve tertemiz banyoları vardı. Yarısına kadar buzlu camlı, beyaz yağlı boyalı kıytırık ahşap kapıların yerine takılacak olan mobilya kapılar, tertemiz çarşafları, pırıl pırıl yatakları olan odalara açılıyordu. Benim yaptığım evler, o uyduruk kırmızı lambalarla aydınlatılmayacaktı. Tavanlarda kocaman avizeler, duvarlarda kocaman aplikler olacaktı. Her birinin içinde de parlak parlak ampuller yanacaktı. Birde Nuri Alço’yu dövüp dışarı atmak için bekçilerimiz vardı. Ahu Tuğba zile basınca, hemen gelip, o Allahsız’ı kapı dışarı edeceklerdi.

Yaşım biraz daha büyüdüğünde, orospular hakkında yeni şeyler öğrendim. Anneler bazen bu kadınlar yüzünden üzülebiliyorlardı. O gün kafam ilkinden daha beter karıştı. Vaktiyle o kadar zahmetler çekip, uğruna evler tasarladığım Ahu Tuğba, yoksa düşündüğüm kadar iyi bir kadın değil miydi?

Günlerden bir gün, benim bu ebleh yaklaşımlarımdan bıkan bir aile büyüğü gerçeği açıkladı; bak evladım, para karşılığı kendini satan kadınlara orospu, denir.. bunu bil, ama sakın söyleme... o çizdiğin projeleri de kimseye gösterme, oldu mu yavrum benim... hadi benim akıllı çocuğum, nasıl da güzel söz dinlermiş, aferin’ dedi.... O zamanlar babamların makine yapıp sattıklarını biliyordum. Galiba bu kadınların vücutlarında da bir makine var, dedim kendime... İhtiyaç anında çıkarıp satıyorlar. Yoksa insan kendisini nasıl satar. Hadi sattı, diyelim. Sonra nasıl geri alır? Ya o adam aldığı kadını geri vermek istemezse ne olur, gibi sorunsallarla boğuştum durdum...

Derken yıllar yıllar kovaladı. Ben yetişkin bir kadın oldum. Evlendim, barklandım, çoluğa çocuğa karıştım. O yıllara geldiğimde, orospunun gerçek anlamını ve aslında kadınlara hakaret etmenin en ağır şekli olduğunu öğreneli epey olmuştu. Hatta bu hakarete maruz bile kalmıştım. Banka gişesinin önünde sıra kavgasına tutuştuğumuz bir adam, bana ‘orospu’ diye bağırmıştı. Trafikte solladığım erkek şöförlerde arkamdan bu şekilde sesleniyorlardı. İşin ilginç tarafı, ben orospu derken son hecede tükürmeyi halen beceremezken, bana küfreden dolmuş ve otobüs şöförlerinin neredeyse hepsi, bu konuda uzmandı.

Orospuluk ve orospular hakkında komşu teyzenin, annemin ve Ahu Tuğba’nın yarattığı kafa karışıklığını çözmem, televizyonda seyrettiğim bir belgesel sayesinde oldu. Bilim adamları maymunlara para kullanarak alışveriş yapmayı öğretmişlerdi. Bir muz bir para, iki muz iki para... Eskiden birbirlerinin elinden muzu almak için maymunca itişmekten öteye gidememiş bu hayvan toplumunda, para ile alışverişin öğrenilmesinden sonra gasp, hırsızlık, cinayet ve fuhuş başlamıştı. En güçlü maymun, tüm paraları ve dolayısı ile tüm muzları ele geçirdi. Grubun geri kalanında açlık başladı. Devamında ne oldu bilin bakalım? Bir dişi maymun, tüm teammülleri tersine çevirerek, ki doğada dişileri elde etmek için kavga eden erkeklerdir malumunuz, lider maymuna birlikte olmayı teklif etti ve karşılığında muz aldı. Aldıklarını da getirip yavrularına yedirdi, bebeyi beliği açlıktan ölmekten kurtardı.

Bu belgeseli seyrettikten sonra adeta çocukluk günlerime geri döndüm. Yüreğime, annemin ağzımı kulaklarıma kadar yırtmasından daha büyük bir acı oturdu. Bu sefer haftalarca kendime gelemedim. Dişi maymun, yavrularını doyurabilmek için, orospuluk yapmaya başlamışsa, bunun gen şifrelerimize, harp var, darp var, yavrular açlıktan sefillikten ölüp gitmesin, canlı soyu tükenmesin, her durumda bir çıkış yolu bulunabilsin, diye Yaratıcı tarafından yerleştirilmiş olması kuvvetle ihitimaldi. Bu gerçeği gördükten sonra orospular gözümde başka bir değer kazandı.

Orospulara olan saygım arttıkça, düşüncelerim, geleneksel kalıpların dışına çıktı. Bir başka açıdan bakıldığında evlilik de, muzların yavrulara gelmesini garantiye almak için dişilerin erkeklerle yaptığı anlaşmaydı. Bu anlaşmada erkek ortaya gücünü ve eve muz getirebilme kabiliyetini, dişi ise, başka bir erkeğin muzunu istememe sözünü koyarak akitleşiyorlardı. Böylece doğacak çocukların hangi muzla besleneceği biliniyor, dişi buna karşılık sınırsız hizmet sunarak, çocuklarının ve kendisinin beslenme, barınma, savunma ihtiyaçlarını güvence altına alıyordu. Burada güç ve cinsellik değiş-tokuş edildiği için, işler de doğanın tersine döndü. Erkekler mağara adamından hallice gezerken, kadınlara her daim güzel, bakımlı ve seksi olmak mecburiyeti konuldu. ‘Kızım, kocan gelecek, kalk giyin, süslen, seni her zaman bakımlı görsün’ diyerek kızına akıl veren  annenin, genelevde ‘haydi kızlar, herifler nerdeyse gelir, ne bu hal, kendinize çeki düzen verin’ diyen mamadan aslında farkı yoktu. Ama eylemin şeklinin, şemalinin ve amacının aynı olması hali, evli kadınlara saygı duyulurken, orospuların taşlanmasına engel olmadı. 

Evli kadınlar, bu işi devlet güvencesinde yapıyorlardı. Bir nevi devlet memuru gibi... Ve memurin kanunu gayet sarih olduğundan, işten atılmaları son derece zordu. Dolayısı ile, cicim ayları geçtikten sonra, evli kadınlar bu hazır yemeğe alışıyorlar, kendilerini salıyorlardı. Orospular ise serbest meslek erbabıydı. Onlar, devlet memurluğunun rahat ve güvenceli ortamından vazgeçmek sureti ile, kazançlarını artırmak yoluna giden cesur girişimcilerdi. Tüm girişimcilerde olduğu gibi, işlerine yatırım yapmak, yapılarında vardı. Bakım, giyim, kuşam, estetik, botoks, aslında pazar geliştirme çabalarının bir parçasıydı. 

İnsan ırkının tuhaf hasletleri var. Hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmemek de bunlardan biri... Dolayısı ile, kadın-erkek şu kadar zamandır süren insanlık tarihinin hiçbir aşamasında ‘birader, biz bu çocukların büyümesi için bir anlaşma yaptık, lütfen anlaşmanın gereklerini yerine getirelim. Evde un yok, tuz yok.. sen akşam gelirken et getirirsen, bende saten geceliğimi giyerim’ şeklinde bir dialoğa girmedi. Onun yerine aşkı, sevgiyi icat etti. Kadın fiziksel acizliğini, mağdurumda mağdurum, edebiyatının arkasına sığınarak, erkekte yarattığı suçluluk duygusu ile dengeledi. Sonsuza kadar sürecek, diye imzalanan anlaşma, en geç üç senede biten duyguların üzerine kuruldu.

Aslında bu saçmalık daha böyle çok giderdi ama Allah’tan birileri çıkıp endüstri devrimini yaptı. Teknoloji aldı yürüdü... Kadın, her işi yapabilir hale geldi. Erkeklerden beklediği tüm hizmetleri misal savunma, ulaşım v.s. eve alarm taktırarak veya otomobil alıp gazına basarak çözmeye başladı. Erzak at sırtında üç günlük yoldan gelmemeye başlayınca bazı kadınlarda jeton düştü. Anlaşma bozuldu. Ve kadın insanlık tarihinde ilk kez, eşit şartlarla, ilişkinin tarafı olur hale geldi. Yani kendi varlığını, bir değiş tokuş objesi olmadan sırf kendisi istediği için, paylaşabilme şansı yakaladı.

Modern şehirlerde bu kadınlardan artık çokca var... Geçmişin rollerini üzerlerinden atamamış çağdışı kadınlar ve erkekler ise, onlara orospunun entelcesi olan ‘ava çıkmış amazonlar’ diyorlar. Bir barın kenarında oturmuş, içkilerini içen bu kadınları gördükleri zaman, bardaklarına biraz daha şarap doldurup ‘bir yudum sevgiye açlar’ diye ahkam kesiyorlar...  Allah’ım ne delalet... Kim aç sevgiye? Bütün dünyaya göğsünü korkusuzca germiş, yaşamla bağlantısını, çağırdığı zaman kaç erkeğin yardımına koşacağını düşünerek ölçmeyen, hayatını sadece kendi mevcudiyetine dayandırarak yaşayan bu kadın mı? Var olmanın tüm riskleri ile kendi başına mücadele etmenin dışında, yaşamak için başkaca hiçbir yol aramayan bir insan, nasıl olur da sevgiye aç olur...
 
Bu sahneleri gördüğüm zaman aklıma bir de şu soru takılıyor; barda oturan kadınları kınayan 'aynı şarap, aynı bar, aynı insan' üçlemesinin kahramanları, o bar taburesinde sittin sene otursalar bile kendilerine barmenden başka kimsenin tek kelime etmeyeceğini bildikleri için mi böyle davranıyorlar? Sonuçta ne diyor Victor Hugo... Bir insanın senden nefret etmesinin asıl sebebi, senin gibi olmak istediği halde, ne kadar uğraşırsa, uğraşsın, bunu asla başaramayacağını bilmesidir...

Çocukların okullarını bir yoluna koyalım, ben de gidip bir bar tezgahının kenarında bu amazonların yanına oturacağım. Gerçi Tanrı beni bu karmada öyle bir teveccühe mazhar olacak bir bedende yaratmamış. Maalesef böyle bir cilve ve güzellik bendenizde bulunmuyor. Ama böyle şeyler anlayınca aşılıyordu, değil mi... Bu karmada amazonların çıkış noktasını düşünsel olarak kavradık, belki bir sonrakinde sırf bu yüzden bedensel olarak da ödüllendirilebiliriz, kimbilir...

Sevgili amazon kardeşlerim,

En garibanından kısa kesilmiş hamam tokmağı kılıklı bir hemcinsiniz olarak, hepinize iyi avlar diler, gözlerinizden öperim....


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı