Geçtiğimiz Cuma günü telefonum
çaldı.
‘Gülfem Hanım, ben okul hemşiresi
Bedia. Okul doktorumuz Defne’yi muayene etti, apandisitten şüphelendi. Bugün
okuldan geldiğinde, kendisini ileri tetkikler için bir sağlık merkezine
götürmenizi rica ediyoruz.’
Telefon yarım saat sonra tekrar
çaldı.
‘Gülfem Hanım, Defne’yi okul
ambülansı ile sevk etmek istiyoruz. Hangi hastaneye götürelim?’...
Bir sonraki telefon görüşmesinde,
ben hastanenin girişinde bekliyordum, Defne ve Deniz de ambülansla geliyorlardı.
Fonda, yankılanan siren seslerini duydum. Defne ‘anne, çok havalıyız’ dedi.
On günlük ölüm-kalım mücadelemiz işte
böyle başladı.
Defne, Cumartesi günü, akşam
üzeri apandisit ameliyatı oldu. Tarihler 23 Şubat 2013... Ameliyat o kadar
basit ve durum o kadar kontrol altındaydı ki; kızımın ameliyattan çıkmasını
beklerken, bana eşlik eden arkadaşım ile kahve içip, sohbet ettik.
Günlerden Pazar... Tarih 24 Şubat
2013... Annem sabah İstanbul’a geldi. Doğruca eve gitti. Yemek yapacak,
ortalığı kendince dezenfekte edecek. Akşam evde buluşmayı planladık. Öğlen
doktorumuz geldi. Ben iyileşmedim, bende
bir tuhaflık var, diyen Defne’yi muayene etti. Ağrı kesicilerin dozunu artırdı.
Bu gece de kalın, çocuk korktu tabii... rahatlasın, öyle gidersiniz, dedi... O
gece nöbetçi olan servis hemşireleri, durmadan inleyen Defne’ye mızmız çocuk,
benim kızım kolay kolay ağlamaz, mutlaka bir derdi vardır, diyen bendenize de ‘yavrusu
kendisine şahin görünen kuzgun annesi muamelesi’ yaptı.
Doktor, Pazartesi öğlen geldi.
Ateşi ve ağrısı olan Defne’yi muayene etti. Ateş normal, ciğerlerinde yer yer
çökme var. Canım acıyacak diye öksürmekten korkuyor. O yüzden ciğer çöküyor ve
ateş yapıyor. Eve gidebilirsiniz, ateş düşürücü vereceğiz. Evde onları
kullanırsınız, dedi. Doktor bey, dedim. Gece yarısı ateşi çıkarsa, elimde
değil, telaşlanırım. Palas pandıras, geri gelmektense, bu gece de burada
kalalım. O sırada bunu söyleyerek Defne’nin hayatını kurtardığımın farkında
değildim.
Dört saat sonra, Pazartesi akşam
vakti doktor tekrar Defne’yi görmeye geldiğinde, ateş ve ağrı devam ediyordu. Kızımı röntgene indirdiler,
oradan ultrasonografiye... Ultrason ekranına bakan doktor, batında serbest sıvı
var, deyince ‘o sıvıyı oradan almak için tekrar opere edeceksiniz değil mi’
dedim. Doktor ‘bana iki aşama sonrasını sormayın, dedi. Ama aradaki iki aşamayı
atlaması beş dakika sürdü. Bu sıvıyı oradan almak için, şırınga yardımı ile
basit bir girişim yapabileceklerini ama kendisinin laparaskopi ile tekrar
açmayı tercih ettiğini, bunun için benden izin istediğini söyledi.
O anda, o sıvının karın içinden şırınga
ile alınamayacağını, çünkü Defne’nin peritonit olduğunu bilmiyordum. Ama
doktorun tavırlarından edindiğim izlenimi değerlendiren içgüdülerim, büyük bir belanın içine doğru
gidiyorsunuz, diyordu. Şu anda ne sizin yerinizde, ne kendi yerimde olmak
isterdim, diyen doktora ‘komplikasyon her zaman olabilir, ben size güveniyorum.
Çok iyi bir doktor olduğunuzu biliyorum. Laparaskopi daha iyi diyorsanız, öyle
yapalım. Siz şu anda en iyi netice verecek yöntem ne ise onu yapmaya odaklanın’
dediğim zaman, içimden geçenler çok farklıydı. Ama o an elimde pozitif olmak,
pozitif tarafta kalmak ve herşeyin iyiye gitmesini umud etmekten başka
seçeneğim yoktu. Önüme konan izin kağıtlarını tereddütsüz imzalayarak, çok
değerli dakikaları kızıma kazandırdığımı bana sonradan söyleyeceklerdi.
Defne’yi ameliyathaneye
indirirlerken yanındaydım. Hastanenin kartlı kapılarının önümde birer birer açılması,
en girilmez bölümlere Defne ile birlikte beni de almaları, birdenbire etrafımda
beliren adeta melek kıvamında hemşire ordusu, nedense dikkatimi çekmedi. O
sırada, ‘şimdi ne olacak anne’ diye soran Defne’ye ‘birşey olmayacak, karnında
bir miktar sıvı toplanmış, onu aspire edecekler, geri geleceksin. Hepi topu on
dakika...’ demekle meşgüldüm.
O on dakika, sonra oldu üç
saat... Beklerken, dizini dövmek deyiminin, benzetme değil, bir gerçek olduğunu
keşfettim. Böyle zamanlarda insan insiyaki olarak ellerini dizlerine vuruyor. Gerçek bir üzüntü anında yön duygumu kaybettiğimi de o gece öğrendim.
Defalarca geçtiğim koridorlarda, odayı bulamadım. Apar topar hastaneye koşan
arkadaşlarım beni bulup gideceğim yere götürmeseler, hastanede kimbilir daha ne
kadar dolaşırdım...
Ameliyatın ortasında doktor
aradı. Laparaskopik olarak ulaşmak istediğimiz her yere ulaşamıyoruz. Açık
ameliyata geçmek için sizden izin istiyoruz, dedi... Yok canım, sen uğraşma,
kapat getir, ben evde hallederim, diyecek halim yok ya... Çaresiz izin verdim.
Derken gece saat 1 oldu. Tarihler
25 Şubat’tan 26 Şubat’a döndü. Beni ameliyathanenin önündeki ayılma odasına
aldılar. Yavrumu gördüğümde içimden geçen ilk duygu; bu çocuk bir daha eskisi
gibi olabilecek mi acaba’ydı...
Defne’yi ameliyat eden cerrahlar
kan ter içindeydi. Hele bir tanesinin gömleği sırıksıklam olmuştu. Daha sonra
Defne’yi ziyarete geldiğinde, ‘ben sizin gömleğinizdeki teri görünce,
başımıza gelen olayın büyüklüğünü
anladım’ dedim. O'da bana ‘karşınıza o gömlekle çıktığım için Allah da beni
kahretsin, dedi...
Pazartesi'yi Salı'ya bağlayan gecenin, sabaha nasıl erdiğini
hatırlamıyorum. Defne’nin her yanından kablolar, sondalar, direnler, serumlar
çıkıyordu. Ertesi günün olayları da bölük pörçük aklımda... Aklımda kalan karelerden
birinde, Defne’yi sağından solundan çıkan hortum ve tüplerle ayağa kaldırıyorlar.
Odanın içinde iki adım atıyor, bir kolunda hemşire, bir kolunda ben... Kapıdan bizi
izleyen annem bayılıyor. Bir başka karede Defne’ye pansuman yapıyorlar. Ben
Defne’ye sarılmışım, annem bana sarılmış...
27 Şubat Çarşamba, sabah saat
5 olduğunda, Defne püskürerek yemyeşil kusmaya başladı. Daha önce hiç hissetmediğim bir
kontrol kaybı duygusu beni ele geçirdi. Hemşireye, doktoru çağırmasını söyledim. Doktorunuz ne için çağırdığınızı
sorarsa, ne diyelim, diye sordu... Annesi delirdi, aklını oynattı, acil
gelmeniz lazım, dersiniz dedim.
O gün doktor, bana başımıza
gelenleri ilk defa bütün detayları ile anlattı. Kızımın peritonit olduğunu, septik şokun
sınırında durduğunu öğrendim. Bunun anlamı şuydu; Defne bir anda çoklu organ
iflası ile karşılaşabilir, bilinci kapanabilir, komaya girebilir, hatta
ölebilirdi. Gerçek bana iyi geldi. Kaybettiğim kontrol duygusunu yeniden
kazandım. Normal bir insan gibi davranmaya başladım. Şimdi ağlayacak,
bağıracak, kendini yerden yere vuracak diye bekleyen arkadaşlarımın, her zaman
nasılsam yine öyle davranmaya başladığımı gördüklerinde, gerçekleri öğrenince
delirdiğimi düşündüklerini, sonradan öğrendim.
O anda, benim realite algım bambaşkaydı.
Doktor her ne kadar konuşmaya başlamadan önce oturmamı istemiş ve
söyleyeceklerini gözlerimin içine bakarak teker teker söylemiş olsa da, kafamın
içindeki mantık, onları başka bir şekilde tercüme etmişti. Geri dönüp
düşündüğüm zaman, etrafımdaki herkesin sürekli ağladığını hatırlıyorum. Nedense
buna da hiçbir anlam yüklememişim. İçimden, herkes çoluk çocuk sahibi, evlat
kıymeti biliyor, ben olsam bende ağlardım, demiştim. Hatta çocuğuma bir şey
olacağına o kadar inanmadım ki, elimi açıp dua bile etmedim...
Yıllar önce amcam peşi peşine üç
tehlikeli ameliyat geçirmiş, onyedi gün yoğun bakımda makinelere bağlı olarak
yaşamış, dört ay hastanede kalmıştı. Babam o dört ay boyunca hiç ayrılmadan,
amcamın başında bekledi. Eve geldiğinde ‘baba kardeşinin ölmesi ihtimali
karşısında ne hissettin’ diye sormuştum. Bir gün bile aklıma gelmedi, demişti.
O zaman ne demek istediğini tam anlamamışım, şimdi anladım...
Perşembe günü, ibre iyileşme yönüne döndü. Takip eden Cuma ve Cumartesi
günü, Defne’ye takılan şeyleri sırayla çıkarmaya başladılar. İşe, burnundan
midesine inen sondayı çıkarmakla başladılar. Bu yavrumu çok rahatsız ediyordu.
Acı verdiği için, sonda varken konuşamıyordu. Çıkardıkları zaman, ikinci
ameliyattan sonra ilk defa konuştu. ‘Beni ameliyathaneye götürürlerken Iphone
sözü vermiştin, halen geçerli mi, diye sordu...
Eksiltilen her medikal alet, Defne’nin
hayata bir parça daha geri dönmesini sağladı. Sondaları çıktıktan sonra
kendisine ‘neyin var, neden ağlıyorsun’ diye soran doktora ‘valla bilemiyorum. Sen
söyle, sence neyim var’ dedi... Direnleri çıktıktan sonra ‘yakında beni
görmeyeceksin, özleyeceksin’ dediği zaman da ‘ne demezsin. İyisi mi sen bana
bir fotoğrafını ver’ diye karşılık verdi.
Uzun süre hastanede kalmak
herkeste farklı arızalara sebep oluyor. Misal, olay bende sürekli duş almak, yüzünü
gözünü yıkamak, dezenfektan ile elini ovalamak, kolonya dökünmek şeklinde
tezahür etti. Annem, senede en az üç kere gördüğü Feray’ın, Mersin’den
geldiğini duyunca ‘çok şükür Feray’ı da dünya gözü ile görmek nasip oldu’
dedi... Bir de annem sürekli odayı toplayıp, ortalıkta gördüğü yastıkları,
pikeleri dolaplara kaldırıyordu. O topladıkça, hastabakıcılar yenilerini
getirdiği için, dolaplar iki gün sonra devlet malzeme ofisinin ambarına
döndü...
Bir ara Defne, doktor veya
hemşirelerin kendisine dokunmasına izin vermedi. Doktor bana dokunmasın, doktor
beni ellemesin, annem yapar ameliyatı... moduna geçti. Çaresiz giydim eldivenleri...
Onlar tarif etti, ben yaptım. Allah’tan Defne beğendi. Elim hafifmiş, öyle
dedi...
Çocuğum iyileştikçe, gerçek
hayatla bağlantım artmaya başladı, farkındalığım yükseldi. Dün gece ilk defa, on gündür üzerinde uyuduğum açılır-kapanır kanapenin orta demirinin böğrüme battığını
hissettim. Demir, vücudumda kendine bir yer edinmiş. Battığı yer mosmor olmuş.
Geceyarısı nihayet farkına vardığım bu ağrıdan duramadım, kalktım ağrı kesici
içtim.
Çocukların iyileşme hızları
inanılmaz. Perşembe akşamı, hayati tehlikeyi ancak atlattığı söylenen çocuk,
bundan sadece dört gün sonra taburcu olabilecek hale gelebiliyor. Bu da
demektir ki, yarın evimize gidebileceğiz, akşam yemeğimizi Deniz Ece ile
birlikte yiyeceğiz...
Deniz Ece dedim de... Bütün
bunlar olup biterken Deniz’i unuttum. O’nu en son Pazartesi akşamı ablası
ikinci ameliyattayken bana sarılıp ağladıktan sonra kanapenin üzerinde uyuya
kalmış halde görmüştüm. Sonra birileri kucakladı, götürdü. Deniz olanlara o
kadar üzüldü ki, Deniz Ece ablan ameliyattan çıkınca ona Iphone alalım, dediğim
zaman ‘alalım anne’ dedi. Neden bana da alınmıyor, diye sormadı.
Perşembe günü, Defne’nin hayati
tehlikesinin kalktığı söylendiği zaman, Deniz’i ne kadar özlediğimi fark ettim.
Kanapenin köşesine kıvrılmış hali gözümün önüne geldi, burnumun direği sızladı.
Yarın inşallah eve gidiyorum. Büyük kızımı
alıp, küçüğün bizi beklediği yere, üç kişilik hayatımıza geri dönüyorum. Buraya
geldiğimde iki kızım vardı. Ne mutlu ki; buradan 'benim iki kızım var' diyerek
ayrılıyorum...
Allah’ım o gece dua etmediğim
için beni affet... Son nefesime kadar iki kız çocuk annesi olarak kalmamı
sağla... Şimdiden teşekkürler ve çok
şükür, bin şükür... Amin...
Yorumlar
Yorum Gönder