İlkokula başladığım sene,
evimizin alt çapraz dairesinde bomba patladı. Bizde bu vesile ile, yeni evli
bir çift sandığımız temiz yüzlü kızla, uzun boylu yakışıklı oğlanın yasadışı
örgüt üyesi olduğunu öğrendik. Meğer o ev, bir hücre eviymiş. O temiz yüzlü
kızla, yakışıklı oğlanda, evde bomba
imal ederlermiş. Bir sabah, imal ettikleri bombalardan biri, ellerinde patlayınca, olay aşikar olmuş.
Geçtiğimiz hafta başıma yine buna benzer bir olay geldi. Bu
seferde, yan apartmanda olması sebebi ile, ikinci dereceden komşumuz olan
kadının orospu olduğu ortaya çıktı.
İnsanın bir çekme mesafesi
ötesindeki duvarların arasında yaşanan türlü türlü hayatlardan, bu kadar
bi-haber olması tuhaf, değil mi? Hepimiz etrafımızdakileri, kendimiz gibi
biliyoruz herhalde... Şimdi bana sorsalar, bütün mahalle sabah altıda kalkıyor,
akşam dokuzda yatıyor, gün içinde proje çiziyor, şantiyeye gidiyor, genellikle
iki çocuklu aileler var. Ekseriyet kız
çocuk, falan derim... Çünkü bana göre hayat böyle akıyor. Bundan ötesini idrak etmeye
aklım basmıyor.
Allah’tan annem, benim gibi
vurdum duymaz bir insan değil. Geçen hafta Defne’nin mezuniyet törenine
katılmak için İstanbul’a geldi. Bizim evde kaldığının ikinci gecesinde de, ikinci
dereceden komşumuz için ‘aaa Gülfem, bu
kadın orospu’ diyerek olaya son noktayı koydu.
Gerçi, üç senedir, kadının bir
takım marjinal davranışları beni de şüpheye sevk etmedi değil. Ama asla bu kadar ilerisini
düşündüğümü söyleyemem. Benim olayım, televizyon ekranında şömine alevleri
görülmeye başladığında, o tarafa bakmamaya çalışmaktan ibaretti. Annem ise, bir
CSI ajanında bile zor bulunacak keskin gözlem kabiliyeti ile, televizyon
yayılan müziğe eşlik eden şömine alevlerinin karşısındaki adamın, her akşam
değiştiğini fark etti...
Annemin devrim niteliğindeki
ifşaatından sonra, beni ve teyzemi bir merak sardı. Gelip gidip, acaba şimdi
evde kim var, diye bakmaya başladık. Havaların sıcak olması da işimizi
kolaylaştırdı. Zira, eve gelenler önce balkondaki rakı masasında ağırlanıp,
daha sonra içeri davet edildiklerinden, bizim aramızda da ‘gözlüklü yine gelmiş’,
‘bu uzun boylu adamı ben daha önce görmedim, ilk defa mı geliyor bu angut’...
şu yeni gelen herifteki tipe bak, kırk tane gönlüm olsa birini vermem...
şeklinde konuşmalar cereyan etmeye başladı.
Biz o tarafa kaçamak da olsa, bu
kadar bakış atınca, Fahriye Abla’da bizi fark etti. (Şimdi bu kadar mesaiden
sonra, kadıncağızdan ‘o kadın’, ikinci dereceden komşu, orospu abla falan diye
bahsetmeye içim razı gelmiyor. O yüzden müsadenizle Fahriye Abla diyeyim...)Adamların
karşısında edalı edalı rakı içerken, göz ucu ile de bize bakışlar atmayı
başladı. Bunu gören teyzem ‘anladı bizimde dul olduğumuzu, aklı sıra nispet
yapıyor’ dedi... Annem bu görüşe ‘yemişim onun nispetini... allah ıslah etsin,
diyerek karşılık verdi. Bense konuya fayda-maliyet tarafından yaklaştım. Fahriye
Abla çok riskli bir iş yapıyor. Bu adamların içinde sapığı olur, hastalıklısı
olur, para vermeyeni olur... ben şahsen cesaret edemem. O yüzden kendisinde
ıslah edilecek bir özellik göremiyorum. Olsa olsa, kendi adıma, Allah kısmetini
daha kolayından versin’ diyebilirim dedim...
Biz teyzemle olayın
sosyo-ekonomik boyutunu irdelemeye dalmışken, annem bir keşif daha yaptı.
Fahriye Abla, bu adamlardan birine fena halde yanıktı. O geleceği zaman, daha
bir özenli giyiniyor, daha mükellef bir
sofra kuruyor, daha içten gülüyordu. Teyzem bu yeni durum karşısında ‘adam
kadını güldürüyor. Demek ki bu da kendisini güldüren erkekleri seviyor’ dedi.
Annem konuya ‘yemişim onun
güldürmesini... kel kafalı, kısa kesilmiş hamam tokmağı. Ondan erkek olsa ne
olur, olmasa ne olur’ diyerek yaklaştı... Bense ‘Fahriye abla, işte şimdi hapı
yuttun, dedim...
Dün gece annemle, teyzemin bizim
evdeki son gecesiydi. Yemek hazırlarken, pencerenin önündeki tezgahtan, gözümüz
ister istemez, yine Fahriye Abla’ya takıldı. Sofranın biçiminden, Fahriye Abla’nın
giyiminden, kuşamından, kel kafalı kısa kesim hamam tokmağının geleceğini
anladık. Teyzem merakla, annem dudak bükerek, bense heyecanla beklemeye
başladık.
Biz yemekleri ocaktan indirirken,
tokmak geldi. Fahriye Abla’nın yüzünde güller açtı. Biz çoluğu çocuğu aldık,
akşam yemeği için sofraya oturduk, onlarda denize karşı rakının başına
çöktüler. Yemek bitti, bulaşıkları mutfağa taşımaya başladık ki, ne görelim,
kel tokmak gitmiş. Fahriye Abla ‘nın yüzünden düşen bin parça, rakıyı tek
başına içiyor.
Biraz sonra teyzem geldi, camda
sigara içerken duymuş, Fahriye abla kel tokmak için, telefonda konuştuğu bir
arkadaşına ‘karısı aradı, gitti şerefsiz’ demiş...
Teyzem ‘yazık, yalnız oturmasın
orada’ dedi. Bende ‘çay demledik, gel’ diyelim dedim. Sonra annem öyle bir bakış baktı ki, korkumdan diyemedim...
Ve Fahriye Abla, tüm sevenler
gibi, yalnız kaldı gecenin ıssızlığında...
Ne güzel komşumuzdun sen.... Gönül ferman dinlemez, kabul ama, sevmeyeydin
eyiydi be Fahriye Abla....
Yorumlar
Yorum Gönder