(Toskana’nın Bağları Bölüm III)
Bolonya toprağına ayak basar
basmaz, Feray cüzdanından 50 Euro çıkardı, Gaye’ye ve bana da aynı şeyi
yapmamızı emretti. Sonra elinde toplanan paraları uzatarak ‘Güllü, para
işlerinden sen anlarsın. Ortak harcamalarımızın kontrolü artık sende’ dedi...
Feray bir çalı, bizim ailenin
büyüklerinden rahmetli Medat Teyze’ye
benziyor. Medat Teyze, babaannemin amcasının kızı olup, herkese kabiliyetine
göre iş vermesi ile ünlü bir kadındı. Para üstünü saymayı beceremeyen birini
bakkala, sebzenin tazesinden anlamayanı pazara göndermezdi. Kendisinin insan
değerlendirmekteki bu müthiş kabiliyeti ailede ‘Medat, herkese branşına göre iş
verir’ cümlesi ile özetlenmişti. Aile üyeleri hakkında, Medat Teyze’nin verdiği
vazifelerden yola çıkılarak yargıya varılması hem adettendi, hem de pratikti. Misal,
Medat Teyze’nin ekmek almaya bile göndermediği birinin, okuyup büyük adam
olduğu görülmemişti.
Rahmetli, aileye takdim edilen
gelin adaylarına ‘evladım, kimlerdensiniz’ diye sorması ile de ünlüdür. Ayrıca
‘bir kadının makamı, mekanı ne olursa olsun, kadın önce eş ve annedir’ diyerek
bizim jenerasyonun kızlarının yorgunluktan belinin kırılmasına sebep olmuşluğu
da vardır ama bu başlı başına bir yazı konusu olacak kadar komplike bir
konudur. O yüzden daha fazla irdelemeden geçelim, derim.
Feray doğuştan sahip olduğu Medat
Teyze kabiliyetleri ile, görevlerime görev ekleye dursun, İtalya’da
geçirdiğimiz ilk birkaç dakikadan sonra, kızların bana her yarım saatte bir 50
Euro vermeleri gerektiği ortaya çıktı. İtalya feci pahalı bir yer. Bütün fiyatlar
turistik. Ve işin kötüsü, bu memlekette o kadar çok turist var ki, turistik
olmayan tek bir mahalle, tek bir sokak, tek bir dükkan, hadi bunları boşverdim,
tekel büfesi ve hatta eczane bile yok. Nerden biliyorsun derseniz, uyduruk bir
burun damlasına 7 Euro verdim de, oradan biliyorum...
İtalyan'ları evden selametleyip,
alnımıza vurulmuş lezbiyen damgası ile bir biz, bir kendimiz formatında baş başa
kaldıktan sonra, ilk Floransa gecesine hazırlanmak için yatak katına yollandık.
Hesapta bavulları açıp eşyalarımızı yerleştireceğiz ama, odanın halini
gördükten sonra bundan derhal vazgeçtik. Koyu katolik İtalyan ablalar, sadece
yatak çarşaflarını temiz olanları ile değiştirmişler. Bizden önce kalanların
bıraktığı organik ve inorganik muhteviyata ise pek dokunmamışlar.
Bundan yıllar önce ‘zeka nedir’
diye bir soru okumuştum. Cevap ilginçti. Zeka uyum kabiliyetidir, diyordu
cevabı veren... Şartlar değiştiğinde en çabuk uyum sağlayan, en zekidir.
Bizimde odanın halini görmemiz ile, kendimize bavulun içi ve yataktan başka
hiçbir yere ve hiçbir şeye dokunmadan yaşamak üzerine düzenek kurmamız bir
oldu. Sonuçta zeki kadınlarız vesselam... Erkeklerle ilişkilerimizde başımıza
bela olan aklımız, böyle anlarda hayatımızı kurtarıyor.
Giyinip dışarı çıktığımız o ilk
akşam, keşifler akşamı... Hem Floransa’yı, hem de Gaye’nin psikiyatrik
çözümleme yeteneklerine ilaveten yön bulma içgüdülerini keşfediyoruz. Bizi tren
istasyonundan eve kadar getiren taksi şöförünün, son anda Feray’ın eline
tutuşturduğu uyduruk Floransa haritasını bir bakışta geçici belleğe kaydediyor.
Arada sırada haritaya bakarak ‘şu sokaktan giricez, sonra sola dönücez’ tarzı
komutlar veriyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde haritanın geçici bellekten,
kalıcı belleğe aktarılması ile, bu kısa süreli bakmalar da sona eriyor.
Başlıyoruz hep birlikte Gaye’nin burnunun dikine gitmeye. Ancak hayret edilecek
şekilde kaybolmuyoruz. Nereye istersek oraya çıkarıyor bizi. Oysa o vakitler
ben, henüz elimizdekinin Floransa haritası olduğunu dahi anlayabilmiş değilim.
Feray ilk başta bir iki debeleniyor, sonra o da salıyor ipin ucunu. Durdum
divana, uydum imama, vurdum kendimi Floransa yollarına kıvamında Gaye’nin
peşinde sürüklenen bendenize katılıyor. O gece gezmesinin dönüşünde, evdeki ikinci
merdivenle, neredeyse dağa tırmanır gibi tırmanıp çıktığımız terasta, Florance
Apartments şirketinin ikramı şarabımızı içerken, Gaye’nin bir önceki hayatında
aslında kedi olduğuna karar veriyoruz.
Bizim yattığımız odada tek
kişilik bir yatak daha bulduk. Feray, bir an evvel soyunup dökünme sevdası ile ‘onlar
zaten lezbiyen, bu yatakta birlikte yatacaklar’ diyerek temizlikçi kadınları
kapıya atmasa, muhtemelen o yatağı da hazırlayacaklarını anladık. Devamında
yatağı açarak, ondan kendimize bir divan yarattık. Üzerine temiz bir kat banyo
havlusu serdik. Akşamları o divanda oturmaya başladık. Ancak yük dağılımını dengeli
yapmamız gerekiyor. Genellikle benim kucağımda duran bilgisayarın ekranından ona
buna bakalım, diye bir yana yığılırsak, latalardan bir kısmı gürültü ile
yerinden çıkıyor, biz de yere düşüyoruz. Bu durumlarda lataları yerine takmak Feray’ın
görevi.. İçimizde en şantiyeci mimar o olduğu için, en kolay ve zahmetsiz o
yapıyor bu işi...
İlk gece yemek yediğimiz
restoranın adresini Heather’dan aldık. İtalyan’ların gittiği gerçek bir
İtalyan restoranın tarifini ver, dedik. O da bizi İl Duomo’nun yanından sağa
sapan sokağın içindeki restorana yönlendirdi. Garsonlar kocamı çok iyi
tanırlar, biz Big Dave’in arkadaşlarıyız, derseniz size daha itinalı servis
yaparlar, diye de tembihledi. Restorana vardığımız zaman, Big Dave’in
arkadaşları olduğumuzu söyledik. Fakat garsonda böyle bir kayıt olmadığını,
varsa bile iplemediğini gördük. Kendi kendimize geçip bir masaya oturduk.
Garsonlar Big Dave’in kim
olduğunu bilmiyorlar ama Türkçe
biliyorlar. İstanbul’dan geldiğimizi öğrenir öğrenmez bizimle Türkçe
konuşmaya başladılar. Artık bu Floransa toprağına ne kadar Türk gelip gittiyse,
buradan anlayın... Zaten biz ilerleyen günlerde, her köşe başında, mal bulmuş
mağribi gibi elleri kolları alışveriş poşetleri ile dolu ahvadımızı görünce,
Floransa’nın biz Türklerce ne kadar sevilen bir destinasyon olduğunu daha iyi
kavradık.
Garsonumuz rahat bir insan... Ismarladığımız bazı yemekleri getiriyor, bazılarını getirmiyor. Kaşık, çatal veya bıçağımızın
olmaması da onun için dert edilecek konulardan değil. Bize müşteri gibi
değilde, çat kapı akşam yemeğine gelmiş habersiz misafir mişiz gibi davranıyor.
Bizde ilk geceden mimlenmeyelim, diye alttan alıyoruz. Sofraya ne konursa,
kimin ısmarladığına bakmadan, ortaklaşa yiyip, kalkıyoruz. Yemeklerin lezzetli
olması teselli...
Gece eve dönüp, şarabımızı
içtikten sonra, ertesi gün Bolonya’ya yapacağımız tren yolculuğu için derin
araştırmalar yapamaya başlıyorum. Zira, iki kez topladığımız 50’şer Euro’lardan
cebimizde kala kala 10 cent kaldı. İtalya tren ağının internet sitesini
buluyoruz. Birkaç değişik işletme var. Bizim ilk bindiğimiz hat en pahalısı.
Bir de kırmızı hat var. O da en ucuzu. Ama Heather, kırmızı hatlara asla
binmeyin, dedi... O yüzden orta yolu seçiyoruz, Bolonya’ya yeşil hatla gitmeye
karar veriyoruz. Biletler bu sefer adam başı 11 Euro...
Floransa’daki ilk gecemizde,
Türkiye’den ayrılmadan yakama yapışan grip şidddetleniyor. Bir de yastık
sorunsalımız var. Gaye, kendine en güzel yastığı seçmiş. Bana pide gibi olanını
bırakmış. Yastık o kadar ince ki, varlığı ile yokluğu anlaşılmıyor. Yüksek
yastıkta yatmaya alışık bir insanın, üstelik burnu tıkalıyken, ayakları baş
seviyesinden yukarıda uyumasının imkansız olduğunu o gece yaşayarak
öğreniyorum. Başucumuzdaki tek ışık, Gaye’nin tarafında. Kitap okumak istiyorum
ama, uzanıp ışığı yaksam, Gaye uyanacak. O yüzden kitap da okuyamıyorum.
Telefondan internete bağlanıp, memleketin gazetelerini okumaya çalışmak ise,
uykusuzluktan daha büyük işkence... İstanbul’daki odamda ışığı şak diye açtığım
zamanları hatırlıyorum. Bu boşanmanın nimetleri say say bitmiyor. İstediğin
ışığı, istediğin zaman, istediğin süre ile açık tutabilmek az şey mi şu
dünyada...
Evimizin bulunduğu sokak, Via
Angola, artık Floransa’nın nasıl bir köşesindeyse, gece yarısından sonra
sokaktan nara atarak sarhoşlar geçiyor. Bir ara gürültülerin şiddeti o kadar
artıyor ki, kalkıp önce panjurları sonra pencereleri açıp, ne oluyor diye bakıyorum. Evi
yaparken, panjurları içeri takmışlar. Perde niyetine kullanıyoruz. O yüzden
önce onları açmak lazım. Bana kalsa, hiç örtmem. Ama Gaye kızıyor. Karşımızdaki
çatı katında genç bir mimar çocuk var. Bizi görecek, diye endişeleniyor.
Görürse görsün, çocuğun anası yaşındayız, kapatma şu panjurları, sabah içeri
ışık dolsun, aydınlık odaya uyanalım, dediysem de dinlemiyor. Zindan
zifir odalara uyanıyoruz İtalya’da...
Sabah herkes uyumuş, dinlenmiş
vaziyette. Bense anlamını bilmediğim bir sürü İtalyanca sarhoş narası
ezberlemişim. Hazırlanıp evden çıkıyoruz. İstasyona kadar yürüyerek
gidebiliriz, diyor Gaye... takılıyoruz peşine... Yolda birer kruvasan alıyoruz.
Onlara kalsa kahvede içecekler ama, kahve pahalı diye içirtmiyorum... Feray
para idaresini bana verdiğine hafiften pişman oluyor.
İstasyon kalabalık. Her yer ana
baba günü... Biletleri almak bir dert. İtalyanca panolarda numarasını bulmak
ayrı bir dert, perona ulaşmak bambaşka bir dert... Ama bütün sınavları atlamayı
başarıyoruz. Bolonya’ya giden yeşil hat trenine biniyoruz.
Tren, bizim filmlerde görüp,
gerçekte hiç binmediğimiz, altı kişilik kompartıman düzeninde... Ben buna çok
seviniyorum. Bilet kontrolü yapan kondoktör bile var. Eski türk filmlerinden
bir canlandırma da yapıyoruz. Yanımızdaki bisküvi, sakız, meyve suyu gibi ufak
tefek şeyleri çıkarıp yolda yiyoruz. Bu yolculuk hızlı tren gibi kısa sürmüyor.
Tünelleri öncelikli olarak hızlı trenler kullandığı için, biz biraz tünel,
çokca açık hatlardan etrafa baka baka, tıngır mıngır gidiyoruz bu sefer Bolonya’ya...
Tren istasyonunun kapısından Cersaie’ye
dolmuş taksiler kalkıyor. Adam başı 6 Euro... Birine binip fuar alanına
ulaştığımızda insan kalabalığı hepimizi büyülüyor.Fuar olduğunu bilmesek, maç
dağıldı sanabiliriz.
Fuarın içine, Hitit Seramik
standının sorumlusu Banu sayesinde, ücret ödemeden giriyoruz. Banu okuldan
arkadaşımız. Gelip bizi kapıdan alıyor. Aslında bu kıyak bize değil de, daha çok
Feray’a yapılıyor. Feray Mersin’de büyük bir showroom açıyor, Hitit seramik
satacak. O’nu ağırlıyorlar. Bizde Feray’ın yancıları konumunda içeri sızıyoruz.
İlk durağımız Hitit seramik
standı. Çok stratejik bir yerdeyiz, diyor Banu... Hem ana koridorun
üzerindeyiz, hem yanımızda avlu çıkışı var. Ne zaman istesek, sigara
içebiliyoruz. Ben o günlerde, henüz Münih Expo Real’e katılımcı olarak gidip
ebeminkini görmediğim için, Banu’nun bu sözlerinin ne kadar büyük önem
arz ettiğini anlayamıyorum. Yalnız kızcağız çok şık kıyafetinin altına, parmak
arası terlik giymiş. Bu görüntü aklımda kalıyor. Fuar standında durmanın ne
demek olduğunu anladığım zaman, aklımda kalan bu resmi çıkarıp çıkarıp
bakıyorum, Banu’yu sessizce takdir ediyorum.
Feray, seramik dükkanı sahibi bir
insan olarak, gayet profesyonel. Gaye ile ben ikram edilen permesanları yemenin
derdindeyiz. Gaye kulağıma eğilerek ‘allah bilir fuarda ikram edilecek diye en
ucuzundan almışlardır. Buna rağmen ne kadar lezzetli’ diyor. Olayın devamında Feray
bizi ‘siz kendi başınıza dolaşın bakıyım’ diyerek yol ediyor zaten...
Feray’dan ayrılarak kendi
kanatlarımız ile uçmaya başladığımız fuarda bir şey dikkatimizi çekiyor. Fuar
seramik fuarı. Ama fuarda seramik yok. Seramikler hafıza kaybına uğramış,
dönüşmüş, değişmiş... Seramikliğini unutmuş, başka bir şey olmuş. Bir kısmı
ahşap taklidi yapıyor, bir kısmı doğal taşa benzemiş, traverten gibi dolanıyor.
Hatta halı gibi olanını bile gördük. Uşak halısı... Bir Türk firması yapmış onu
da...
Gaye ile kendimize bir hol
seçiyoruz. Daha önceki yıllarda birinci olup, ödül kazanan firmaların olduğu
executive hol... Yoksa, her yeri dolaşmaya ömür yetmez... Seramikliğini unutmuş
seramiklerin arasında gezinerek ilerliyoruz. Her stand da illaki permesan
yiyoruz.
Elli metrede bir acil çıkışları var.
Bir tanesinden kendimizi avluya attığımız zaman, vakit öğleye yaklaşmış.
Nasılsa boş kalmış bir bankın kenarına ilişiyoruz. Önümüzden trenler geçiyor.
Birde japonlar... ne kadar çok japon var allah’ım... Japonlarla İtalyan’lar
aynı kareye girdiğinde, her iki ırkında fiziksel özelliklerinin
karşılaştırılması ile bir kez daha anlaşılıyor ki, bu Tanrı adeletsiz bir
Tanrı....
Uşak halısı desenli seramik yapan
Türk firmasının yanında, başka bir Türk firması daha var. Standın yanından
geçerken, vitrinde duran seramiklerden birinin köşesinin kırıldığını fark
ediyorum. İçeri giriyorum, bir katalog alıp, artistik şekilde açarak, seramiğin
üzerine koyuyorum. Kırık kamufle oluyor. Gaye kızıyor, üzerine vazifemi,
diye... Olsun diyorum, Türk firması ne de olsa... Benim yaptığım vatan
sevgisinden...
Geri dönerken, kataloğu kırık seramiğin
üzerinden kaldırdıklarını görüyoruz. Hayret edilecek şey, öbür tarafa da kırık
bir seramik koymuşlar. Bu seferki boydan boya yarık... Bırak artık, diyor
Gaye... Bu sefer O’na hak veriyorum. Seramikleri ellemeden yolumuza gidiyoruz.
Öğle üzeri benim pilim bitiyor. Ateşim
kırk dereceyi geçti. Bir inat, bir gayret, executive holü bitirip, fuayaye
çıkıyoruz. Fuayede çelik kolonlar var. Diplerine dört bir yandan fırdolayı
kırmızı minderler yerleştirmişler. Pizza büfesinin karşısındaki kolonu seçip,
dibine çörekleniyoruz. Gaye ‘ben kitap okuycam, sen uzan biraz’ diyor. Böylece Cersaie’nin
en orta yerindeki kolonun dibine yatıp uyuyorum. Etrafımda ben diyim 10 bin, siz deyin 30 bin kişi...
Fuardan ayrılırken, Feray’ı
bulmak mesele... Çünkü telefonlar çalışmıyor. İnsan yoğunluğundan şebekeler
çökmüş. Bu yüzden Feray’ın bizi bulması daha da büyük bir mesele haline
geliyor. En nihayet güneş dağların ardında kaybolurken, çıkış kapısında birbirimize
denk gelmeyi başarıyoruz.
Kapının karşısında otobüs durağı
var. Ben istasyona giden otobüsün numarasını öğrenip, biletlerimizi alıyorum.
Kızlar bana ‘ yok daha neler’ der gibi bakıyorlar ama umursamıyorum. Taksi ile
otobüs arasındaki farkla akşam şarap içeriz, diyorum...
Bolonya’dan ikinci kez Floransa’ya
gidişimiz daha içler acısı. El çabukluğu marifet, Feray hop, diyene kadar
düğmeye basıp kırmızı hatlı trenlerden alıyorum biletimizi... Bu sefer adam
başı 6,25 Euro... Peronumuz, istasyonun en unutulmuş köşesinde... Tren ne kadar
pahalıysa, o kadar merkezi bir noktadan biniliyor. Ucuz trenler için yürü ha
yürü, neredeyse karşı mahallenin istasyonuna gönderiyorlar... Yolculuğumuzun
devamında başka bir trene aktarma yapmamız gerektiği ortaya çıkınca, Gaye beni
dövecek gibi oluyor ama sonra vazgeçiyor, dövmüyor...
Bu tren de tünelin esamesi yok. 6
Euro veren adamın tünel neyine.. Bizi en bi havadar yoldan götürüyorlar. Bizde fırsattan istifade
Toskana’nın dağlarını, kasabalarını, şahane evlerini seyrediyoruz.
Yolun yarısında güneş gözümüze
girince, Feray kalkıp başka bir sıraya oturuyor. Meğer yanındaki çocuk Türk’müş...
İtalya’ya Acıpayam’dan gelmişler. Acıpayam nere, Floransa nere... Et kombinası
işletiyorlarmış. Bütün akrabalarını peyder pey buraya taşımışlar. Vergi ödememek
için her sene iflas ediyorlarmış. Çocuğun yanındaki baş örtülü genç karısı,
kocasını Feray’dan kıskanıyor. Başlıyor trip atmaya... Oturduğumuz yerden Feray’ın
‘la havle’ çektiğini görüyoruz. Trenden indikten sonra yanımıza geliyor ‘ne
manyak kadındı. Sanki ben kocasını elinden alacaktım’ diyor. Sonra çocuğun et
işinden net kârının yıllık 3 milyon euro olduğunu söylüyor. Çocuğu kızın elinde
almadığımıza fena halde pişman oluyorum ben...
Floransa Santa Nouvella
istasyonuna indikten sonra, bizi bir Pazar yerine sürüklüyor Gaye... Evdekilere
hediyeler alıyoruz. Yemeği, kazak bir ressamın suluboya Floransa resimleri
yaptığı küçük tezgahının karşında kurulmuş eski bir masada yiyoruz. Ressam altı
ay Floransa’da, altı ay Kazakistan’daymış. Bizimle Türkçe konuşuyor. Lehçe
değişik ama o bizi anlıyor, biz de onu anlıyoruz... Resimlerin en pahalısı 35
Euro... Gaye ile hesap yapmaya koyuluyoruz. En ucuz yemeğin 10 Euro olduğu bu
şehirde, para biriktirebilmek için neredeyse sürünmesi gerektiği ortaya
çıkıyor. İkimizinde burnunun direği sızlıyor. O gece şarabımızı, memleketinden
binlerce kilometre uzaktaki bu adamın sıla hasretinin hüznünden kendimize meze
yaparak içiyoruz.
Eve vardığımızda, Gaye ‘fuar
defteri benim için kapanmıştır arkadaşlar' diye ilan ediyor. Neden ve fakat nasıl
olur, biz buraya fuara geldik, diyoruz. Fuardakiler hep seramik, hep
seramik.... Ayrıca seramik gibi olsalar, yüreğim yanmaz. Ne idüğü belirsiz bir
sürü malzeme... Taş desen, taş değil... Ahşap desen, ahşap değil... Anladık
işte, yeter... diyor. Gitti adamların binlerce dolarlık Ar-ge yatırımları...
Feray’da Gaye’ye destek verince, saatimizi
devrisi sabah yine 6’da çalacak şekilde
kurarak yatıyoruz. Bu sefer kalkınca fuar yerine, Ufizi’ye gidiyoruz... Böylece
rönesans zehirlenmeli günlerimiz başlıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder