Ana içeriğe atla

Cersaie’nin Yolları Taştan


(Toskana’nın Bağları Bölüm III)

Bolonya toprağına ayak basar basmaz, Feray cüzdanından 50 Euro çıkardı, Gaye’ye ve bana da aynı şeyi yapmamızı emretti. Sonra elinde toplanan paraları uzatarak ‘Güllü, para işlerinden sen anlarsın. Ortak harcamalarımızın kontrolü artık sende’ dedi...

Feray bir çalı, bizim ailenin büyüklerinden rahmetli  Medat Teyze’ye benziyor. Medat Teyze, babaannemin amcasının kızı olup, herkese kabiliyetine göre iş vermesi ile ünlü bir kadındı. Para üstünü saymayı beceremeyen birini bakkala, sebzenin tazesinden anlamayanı pazara göndermezdi. Kendisinin insan değerlendirmekteki bu müthiş kabiliyeti ailede ‘Medat, herkese branşına göre iş verir’ cümlesi ile özetlenmişti. Aile üyeleri hakkında, Medat Teyze’nin verdiği vazifelerden yola çıkılarak yargıya varılması hem adettendi, hem de pratikti. Misal, Medat Teyze’nin ekmek almaya bile göndermediği birinin, okuyup büyük adam olduğu görülmemişti.

Rahmetli, aileye takdim edilen gelin adaylarına ‘evladım, kimlerdensiniz’ diye sorması ile de ünlüdür. Ayrıca ‘bir kadının makamı, mekanı ne olursa olsun, kadın önce eş ve annedir’ diyerek bizim jenerasyonun kızlarının yorgunluktan belinin kırılmasına sebep olmuşluğu da vardır ama bu başlı başına bir yazı konusu olacak kadar komplike bir konudur. O yüzden daha fazla irdelemeden geçelim, derim.

Feray doğuştan sahip olduğu Medat Teyze kabiliyetleri ile, görevlerime görev ekleye dursun, İtalya’da geçirdiğimiz ilk birkaç dakikadan sonra, kızların bana her yarım saatte bir 50 Euro vermeleri gerektiği ortaya çıktı. İtalya feci pahalı bir yer. Bütün fiyatlar turistik. Ve işin kötüsü, bu memlekette o kadar çok turist var ki, turistik olmayan tek bir mahalle, tek bir sokak, tek bir dükkan, hadi bunları boşverdim, tekel büfesi ve hatta eczane bile yok. Nerden biliyorsun derseniz, uyduruk bir burun damlasına 7 Euro verdim de, oradan biliyorum...

İtalyan'ları evden selametleyip, alnımıza vurulmuş lezbiyen damgası ile bir biz, bir kendimiz formatında baş başa kaldıktan sonra, ilk Floransa gecesine hazırlanmak için yatak katına yollandık. Hesapta bavulları açıp eşyalarımızı yerleştireceğiz ama, odanın halini gördükten sonra bundan derhal vazgeçtik. Koyu katolik İtalyan ablalar, sadece yatak çarşaflarını temiz olanları ile değiştirmişler. Bizden önce kalanların bıraktığı organik ve inorganik muhteviyata ise pek dokunmamışlar.

Bundan yıllar önce ‘zeka nedir’ diye bir soru okumuştum. Cevap ilginçti. Zeka uyum kabiliyetidir, diyordu cevabı veren... Şartlar değiştiğinde en çabuk uyum sağlayan, en zekidir. Bizimde odanın halini görmemiz ile, kendimize bavulun içi ve yataktan başka hiçbir yere ve hiçbir şeye dokunmadan yaşamak üzerine düzenek kurmamız bir oldu. Sonuçta zeki kadınlarız vesselam... Erkeklerle ilişkilerimizde başımıza bela olan aklımız, böyle anlarda hayatımızı kurtarıyor.

Giyinip dışarı çıktığımız o ilk akşam, keşifler akşamı... Hem Floransa’yı, hem de Gaye’nin psikiyatrik çözümleme yeteneklerine ilaveten yön bulma içgüdülerini keşfediyoruz. Bizi tren istasyonundan eve kadar getiren taksi şöförünün, son anda Feray’ın eline tutuşturduğu uyduruk Floransa haritasını bir bakışta geçici belleğe kaydediyor. Arada sırada haritaya bakarak ‘şu sokaktan giricez, sonra sola dönücez’ tarzı komutlar veriyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde haritanın geçici bellekten, kalıcı belleğe aktarılması ile, bu kısa süreli bakmalar da sona eriyor. Başlıyoruz hep birlikte Gaye’nin burnunun dikine gitmeye. Ancak hayret edilecek şekilde kaybolmuyoruz. Nereye istersek oraya çıkarıyor bizi. Oysa o vakitler ben, henüz elimizdekinin Floransa haritası olduğunu dahi anlayabilmiş değilim. Feray ilk başta bir iki debeleniyor, sonra o da salıyor ipin ucunu. Durdum divana, uydum imama, vurdum kendimi Floransa yollarına kıvamında Gaye’nin peşinde sürüklenen bendenize katılıyor. O gece gezmesinin dönüşünde, evdeki ikinci merdivenle, neredeyse dağa tırmanır gibi tırmanıp çıktığımız terasta, Florance Apartments şirketinin ikramı şarabımızı içerken, Gaye’nin bir önceki hayatında aslında kedi olduğuna karar veriyoruz.

Bizim yattığımız odada tek kişilik bir yatak daha bulduk. Feray, bir an evvel soyunup dökünme sevdası ile ‘onlar zaten lezbiyen, bu yatakta birlikte yatacaklar’ diyerek temizlikçi kadınları kapıya atmasa, muhtemelen o yatağı da hazırlayacaklarını anladık. Devamında yatağı açarak, ondan kendimize bir divan yarattık. Üzerine temiz bir kat banyo havlusu serdik. Akşamları o divanda oturmaya başladık. Ancak yük dağılımını dengeli yapmamız gerekiyor. Genellikle benim kucağımda duran bilgisayarın ekranından ona buna bakalım, diye bir yana yığılırsak, latalardan bir kısmı gürültü ile yerinden çıkıyor, biz de yere düşüyoruz. Bu durumlarda lataları yerine takmak Feray’ın görevi.. İçimizde en şantiyeci mimar o olduğu için, en kolay ve zahmetsiz o yapıyor bu işi...

İlk gece yemek yediğimiz restoranın adresini Heather’dan aldık. İtalyan’ların gittiği gerçek bir İtalyan restoranın tarifini ver, dedik. O da bizi İl Duomo’nun yanından sağa sapan sokağın içindeki restorana yönlendirdi. Garsonlar kocamı çok iyi tanırlar, biz Big Dave’in arkadaşlarıyız, derseniz size daha itinalı servis yaparlar, diye de tembihledi. Restorana vardığımız zaman, Big Dave’in arkadaşları olduğumuzu söyledik. Fakat garsonda böyle bir kayıt olmadığını, varsa bile iplemediğini gördük. Kendi kendimize geçip bir masaya oturduk.

Garsonlar Big Dave’in kim olduğunu bilmiyorlar ama Türkçe  biliyorlar. İstanbul’dan geldiğimizi öğrenir öğrenmez bizimle Türkçe konuşmaya başladılar. Artık bu Floransa toprağına ne kadar Türk gelip gittiyse, buradan anlayın... Zaten biz ilerleyen günlerde, her köşe başında, mal bulmuş mağribi gibi elleri kolları alışveriş poşetleri ile dolu ahvadımızı görünce, Floransa’nın biz Türklerce ne kadar sevilen bir destinasyon olduğunu daha iyi kavradık.

Garsonumuz rahat bir insan... Ismarladığımız bazı yemekleri getiriyor, bazılarını getirmiyor. Kaşık, çatal veya bıçağımızın olmaması da onun için dert edilecek konulardan değil. Bize müşteri gibi değilde, çat kapı akşam yemeğine gelmiş habersiz misafir mişiz gibi davranıyor. Bizde ilk geceden mimlenmeyelim, diye alttan alıyoruz. Sofraya ne konursa, kimin ısmarladığına bakmadan, ortaklaşa yiyip, kalkıyoruz. Yemeklerin lezzetli olması teselli...

Gece eve dönüp, şarabımızı içtikten sonra, ertesi gün Bolonya’ya yapacağımız tren yolculuğu için derin araştırmalar yapamaya başlıyorum. Zira, iki kez topladığımız 50’şer Euro’lardan cebimizde kala kala 10 cent kaldı. İtalya tren ağının internet sitesini buluyoruz. Birkaç değişik işletme var. Bizim ilk bindiğimiz hat en pahalısı. Bir de kırmızı hat var. O da en ucuzu. Ama Heather, kırmızı hatlara asla binmeyin, dedi... O yüzden orta yolu seçiyoruz, Bolonya’ya yeşil hatla gitmeye karar veriyoruz. Biletler bu sefer adam başı 11 Euro...

Floransa’daki ilk gecemizde, Türkiye’den ayrılmadan yakama yapışan grip şidddetleniyor. Bir de yastık sorunsalımız var. Gaye, kendine en güzel yastığı seçmiş. Bana pide gibi olanını bırakmış. Yastık o kadar ince ki, varlığı ile yokluğu anlaşılmıyor. Yüksek yastıkta yatmaya alışık bir insanın, üstelik burnu tıkalıyken, ayakları baş seviyesinden yukarıda uyumasının imkansız olduğunu o gece yaşayarak öğreniyorum. Başucumuzdaki tek ışık, Gaye’nin tarafında. Kitap okumak istiyorum ama, uzanıp ışığı yaksam, Gaye uyanacak. O yüzden kitap da okuyamıyorum. Telefondan internete bağlanıp, memleketin gazetelerini okumaya çalışmak ise, uykusuzluktan daha büyük işkence... İstanbul’daki odamda ışığı şak diye açtığım zamanları hatırlıyorum. Bu boşanmanın nimetleri say say bitmiyor. İstediğin ışığı, istediğin zaman, istediğin süre ile açık tutabilmek az şey mi şu dünyada...

Evimizin bulunduğu sokak, Via Angola, artık Floransa’nın nasıl bir köşesindeyse, gece yarısından sonra sokaktan nara atarak sarhoşlar geçiyor. Bir ara gürültülerin şiddeti o kadar artıyor ki, kalkıp önce panjurları sonra pencereleri açıp, ne oluyor diye bakıyorum. Evi yaparken, panjurları içeri takmışlar. Perde niyetine kullanıyoruz. O yüzden önce onları açmak lazım. Bana kalsa, hiç örtmem. Ama Gaye kızıyor. Karşımızdaki çatı katında genç bir mimar çocuk var. Bizi görecek, diye endişeleniyor. Görürse görsün, çocuğun anası yaşındayız, kapatma şu panjurları, sabah içeri ışık dolsun, aydınlık odaya uyanalım, dediysem de dinlemiyor. Zindan zifir odalara uyanıyoruz İtalya’da...

Sabah herkes uyumuş, dinlenmiş vaziyette. Bense anlamını bilmediğim bir sürü İtalyanca sarhoş narası ezberlemişim. Hazırlanıp evden çıkıyoruz. İstasyona kadar yürüyerek gidebiliriz, diyor Gaye... takılıyoruz peşine... Yolda birer kruvasan alıyoruz. Onlara kalsa kahvede içecekler ama, kahve pahalı diye içirtmiyorum... Feray para idaresini bana verdiğine hafiften pişman oluyor.

İstasyon kalabalık. Her yer ana baba günü... Biletleri almak bir dert. İtalyanca panolarda numarasını bulmak ayrı bir dert, perona ulaşmak bambaşka bir dert... Ama bütün sınavları atlamayı başarıyoruz. Bolonya’ya giden yeşil hat trenine biniyoruz.

Tren, bizim filmlerde görüp, gerçekte hiç binmediğimiz, altı kişilik kompartıman düzeninde... Ben buna çok seviniyorum. Bilet kontrolü yapan kondoktör bile var. Eski türk filmlerinden bir canlandırma da yapıyoruz. Yanımızdaki bisküvi, sakız, meyve suyu gibi ufak tefek şeyleri çıkarıp yolda yiyoruz. Bu yolculuk hızlı tren gibi kısa sürmüyor. Tünelleri öncelikli olarak hızlı trenler kullandığı için, biz biraz tünel, çokca açık hatlardan etrafa baka baka, tıngır mıngır gidiyoruz bu sefer Bolonya’ya...

Tren istasyonunun kapısından Cersaie’ye dolmuş taksiler kalkıyor. Adam başı 6 Euro... Birine binip fuar alanına ulaştığımızda insan kalabalığı hepimizi büyülüyor.Fuar olduğunu bilmesek, maç dağıldı sanabiliriz.

Fuarın içine, Hitit Seramik standının sorumlusu Banu sayesinde, ücret ödemeden giriyoruz. Banu okuldan arkadaşımız. Gelip bizi kapıdan alıyor. Aslında bu kıyak bize değil de, daha çok Feray’a yapılıyor. Feray Mersin’de büyük bir showroom açıyor, Hitit seramik satacak. O’nu ağırlıyorlar. Bizde Feray’ın yancıları konumunda içeri sızıyoruz.

İlk durağımız Hitit seramik standı. Çok stratejik bir yerdeyiz, diyor Banu... Hem ana koridorun üzerindeyiz, hem yanımızda avlu çıkışı var. Ne zaman istesek, sigara içebiliyoruz. Ben o günlerde, henüz Münih Expo Real’e katılımcı olarak gidip ebeminkini görmediğim için, Banu’nun bu sözlerinin ne kadar büyük önem arz ettiğini anlayamıyorum. Yalnız kızcağız çok şık kıyafetinin altına, parmak arası terlik giymiş. Bu görüntü aklımda kalıyor. Fuar standında durmanın ne demek olduğunu anladığım zaman, aklımda kalan bu resmi çıkarıp çıkarıp bakıyorum, Banu’yu sessizce takdir ediyorum.

Feray, seramik dükkanı sahibi bir insan olarak, gayet profesyonel. Gaye ile ben ikram edilen permesanları yemenin derdindeyiz. Gaye kulağıma eğilerek ‘allah bilir fuarda ikram edilecek diye en ucuzundan almışlardır. Buna rağmen ne kadar lezzetli’ diyor. Olayın devamında Feray bizi ‘siz kendi başınıza dolaşın bakıyım’ diyerek yol ediyor zaten...

Feray’dan ayrılarak kendi kanatlarımız ile uçmaya başladığımız fuarda bir şey dikkatimizi çekiyor. Fuar seramik fuarı. Ama fuarda seramik yok. Seramikler hafıza kaybına uğramış, dönüşmüş, değişmiş... Seramikliğini unutmuş, başka bir şey olmuş. Bir kısmı ahşap taklidi yapıyor, bir kısmı doğal taşa benzemiş, traverten gibi dolanıyor. Hatta halı gibi olanını bile gördük. Uşak halısı... Bir Türk firması yapmış onu da...

Gaye ile kendimize bir hol seçiyoruz. Daha önceki yıllarda birinci olup, ödül kazanan firmaların olduğu executive hol... Yoksa, her yeri dolaşmaya ömür yetmez... Seramikliğini unutmuş seramiklerin arasında gezinerek ilerliyoruz. Her stand da illaki permesan yiyoruz.

Elli metrede bir acil çıkışları var. Bir tanesinden kendimizi avluya attığımız zaman, vakit öğleye yaklaşmış. Nasılsa boş kalmış bir bankın kenarına ilişiyoruz. Önümüzden trenler geçiyor. Birde japonlar... ne kadar çok japon var allah’ım... Japonlarla İtalyan’lar aynı kareye girdiğinde, her iki ırkında fiziksel özelliklerinin karşılaştırılması ile bir kez daha anlaşılıyor ki, bu Tanrı adeletsiz bir Tanrı....

Uşak halısı desenli seramik yapan Türk firmasının yanında, başka bir Türk firması daha var. Standın yanından geçerken, vitrinde duran seramiklerden birinin köşesinin kırıldığını fark ediyorum. İçeri giriyorum, bir katalog alıp, artistik şekilde açarak, seramiğin üzerine koyuyorum. Kırık kamufle oluyor. Gaye kızıyor, üzerine vazifemi, diye... Olsun diyorum, Türk firması ne de olsa... Benim yaptığım vatan sevgisinden...

Geri dönerken, kataloğu kırık seramiğin üzerinden kaldırdıklarını görüyoruz. Hayret edilecek şey, öbür tarafa da kırık bir seramik koymuşlar. Bu seferki boydan boya yarık... Bırak artık, diyor Gaye... Bu sefer O’na hak veriyorum. Seramikleri ellemeden yolumuza gidiyoruz.

Öğle üzeri benim pilim bitiyor. Ateşim kırk dereceyi geçti. Bir inat, bir gayret, executive holü bitirip, fuayaye çıkıyoruz. Fuayede çelik kolonlar var. Diplerine dört bir yandan fırdolayı kırmızı minderler yerleştirmişler. Pizza büfesinin karşısındaki kolonu seçip, dibine çörekleniyoruz. Gaye ‘ben kitap okuycam, sen uzan biraz’ diyor. Böylece Cersaie’nin en orta yerindeki kolonun dibine yatıp uyuyorum. Etrafımda ben diyim  10 bin, siz deyin 30 bin kişi...

Fuardan ayrılırken, Feray’ı bulmak mesele... Çünkü telefonlar çalışmıyor. İnsan yoğunluğundan şebekeler çökmüş. Bu yüzden Feray’ın bizi bulması daha da büyük bir mesele haline geliyor. En nihayet güneş dağların ardında kaybolurken, çıkış kapısında birbirimize denk gelmeyi başarıyoruz.

Kapının karşısında otobüs durağı var. Ben istasyona giden otobüsün numarasını öğrenip, biletlerimizi alıyorum. Kızlar bana ‘ yok daha neler’ der gibi bakıyorlar ama umursamıyorum. Taksi ile otobüs arasındaki farkla akşam şarap içeriz, diyorum...

Bolonya’dan ikinci kez Floransa’ya gidişimiz daha içler acısı. El çabukluğu marifet, Feray hop, diyene kadar düğmeye basıp kırmızı hatlı trenlerden alıyorum biletimizi... Bu sefer adam başı 6,25 Euro... Peronumuz, istasyonun en unutulmuş köşesinde... Tren ne kadar pahalıysa, o kadar merkezi bir noktadan biniliyor. Ucuz trenler için yürü ha yürü, neredeyse karşı mahallenin istasyonuna gönderiyorlar... Yolculuğumuzun devamında başka bir trene aktarma yapmamız gerektiği ortaya çıkınca, Gaye beni dövecek gibi oluyor ama sonra vazgeçiyor, dövmüyor...

Bu tren de tünelin esamesi yok. 6 Euro veren adamın tünel neyine.. Bizi en bi havadar yoldan götürüyorlar. Bizde fırsattan istifade Toskana’nın dağlarını, kasabalarını, şahane evlerini seyrediyoruz.

Yolun yarısında güneş gözümüze girince, Feray kalkıp başka bir sıraya oturuyor. Meğer yanındaki çocuk Türk’müş... İtalya’ya Acıpayam’dan gelmişler. Acıpayam nere, Floransa nere... Et kombinası işletiyorlarmış. Bütün akrabalarını peyder pey buraya taşımışlar. Vergi ödememek için her sene iflas ediyorlarmış. Çocuğun yanındaki baş örtülü genç karısı, kocasını Feray’dan kıskanıyor. Başlıyor trip atmaya... Oturduğumuz yerden Feray’ın ‘la havle’ çektiğini görüyoruz. Trenden indikten sonra yanımıza geliyor ‘ne manyak kadındı. Sanki ben kocasını elinden alacaktım’ diyor. Sonra çocuğun et işinden net kârının yıllık 3 milyon euro olduğunu söylüyor. Çocuğu kızın elinde almadığımıza fena halde pişman oluyorum ben...

Floransa Santa Nouvella istasyonuna indikten sonra, bizi bir Pazar yerine sürüklüyor Gaye... Evdekilere hediyeler alıyoruz. Yemeği, kazak bir ressamın suluboya Floransa resimleri yaptığı küçük tezgahının karşında kurulmuş eski bir masada yiyoruz. Ressam altı ay Floransa’da, altı ay Kazakistan’daymış. Bizimle Türkçe konuşuyor. Lehçe değişik ama o bizi anlıyor, biz de onu anlıyoruz... Resimlerin en pahalısı 35 Euro... Gaye ile hesap yapmaya koyuluyoruz. En ucuz yemeğin 10 Euro olduğu bu şehirde, para biriktirebilmek için neredeyse sürünmesi gerektiği ortaya çıkıyor. İkimizinde burnunun direği sızlıyor. O gece şarabımızı, memleketinden binlerce kilometre uzaktaki bu adamın sıla hasretinin hüznünden kendimize meze yaparak içiyoruz.

Eve vardığımızda, Gaye ‘fuar defteri benim için kapanmıştır arkadaşlar' diye ilan ediyor. Neden ve fakat nasıl olur, biz buraya fuara geldik, diyoruz. Fuardakiler hep seramik, hep seramik.... Ayrıca seramik gibi olsalar, yüreğim yanmaz. Ne idüğü belirsiz bir sürü malzeme... Taş desen, taş değil... Ahşap desen, ahşap değil... Anladık işte, yeter... diyor. Gitti adamların binlerce dolarlık Ar-ge yatırımları...

Feray’da Gaye’ye destek verince, saatimizi devrisi sabah  yine 6’da çalacak şekilde kurarak yatıyoruz. Bu sefer kalkınca fuar yerine, Ufizi’ye gidiyoruz... Böylece rönesans zehirlenmeli günlerimiz başlıyor.









Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı