Ana içeriğe atla

Biyopsi

Salı günü Nişantaşı’na, biyopsi’ye gittim. Öğle yemeğinden sonra kahvemi içtim,  çantamı aldım, ‘arkadaşlar benim biyopsiye gitmem lazım, gelene kadar siz yerimi tutun’  dedim ve  arabama bindim, gittim.

Bu, son beş aydır girdiğim ikinci biyopsi... İlkbahar’dan beri,  vücudumun kendi haline bırakırsak kanser olmayı kafasına koymuş bir parçası ile cebelleşiyorum.  Başarırsam, ailemiz için ikinci ‘erken teşhis, hayat kurtarır’ vakası olacak. Babama da böyle olmuştu. Akciğer kanserinden kıl payı sıyırdı. Şimdi sıra bende. Huyumuzun benzediği yetmezmiş gibi, kaderimiz de benzedi... Veya huyumuz benzediği için, kaderlerimizi aynı yöne biz sürükledik. Çünkü babama göre, ikimizin olayında da sebep biyolojik değil, konjonktürel... Gidişatın zorlaması ile kanser olduğumuzu söylüyor. Artık neye, niçin ve ne kadar çok üzüldüysek... Bir yerde bünye dayanamıyor ‘yeter kardeşim, benden bu kadar’ deyip bağışıklık sistemini kapatıyor. Bağışıklık sistemi kapansın ki, fişi toptan çekebilsin. Kanserli hücre zaten hepimizde var, akyuvarlar mesaiye ara verince, hoop.. bu hücreler hemen çoğalıp kitleselleşmeye başlıyorlar. Ama burada doğanın hesaba katmadığı bir şey var; ultrasonografi... Bünye, bu operasyonu ne kadar gizli sürdürmeye çalışırsa çalışsın, doktor ekrana bakınca, şıp diye görüyor bu hücre topluluğunu. Ondan sonrası zaten kesme, biçme faslı...

Nisan’da, konu üzerinde çalışmak için doktorumla ameliyathanede buluştuk. Şimdi ikinci kez bunu yapmadan önce, geldiğimiz noktanın,  benim gibi bir belayı başına sarmasına değeceğinden emin olmak istiyor. Geçen hafta yaptığı ultrasonografide gördüklerinden ne yazık ki pek hoşlanmadı. O yüzden biopsi ile kontrol edecek. Eğer işlerin yolunda gittiğinden emin olursa ‘şimdi git, üç ay sonra gel. Aklına her geleni sormak için de zırt, pırt arama’ diyerek yolcu edecek beni.

Doktorumla yirmi senedir devam eden düzeyli bir ilişkimiz var. Bu kapsamda biopsiye başlamadan önce kendisine ‘şimdiden peşin peşin söyleyim, ben bir kez daha ameliyat olmak istemiyorum’ dedim...  Bana ‘aman bende çok meraklıydım seni ameliyat etmeye, diye cevap verdi.

Bu sefer narkoz vermiyor. Lokal anestezi altında yapıyor operasyonu... Ben oflayıp, puflamaya başlayınca, başucumda duran  ultrasonografi’den sorumlu yardımcı doktor, dikkatim dağılsın diye sohbet açıyor; Gülfem hanım, nasıldı bugün köprü, rahat geldiniz mi? Köprü rahattı, ama park yerini zor buldum, derken cart diye kesiyor asıl doktor...

Doktorlar odadan çıkıp, hemşireyle yalnız kaldığımda yanaklarımdan iki damla yaş akıyor. Yalnızlığım içime dokundu yine... Ama diyeceksin ki, biri gelmek istese, izin verecek miydin? Tabii ki hayır... Neden? Çünkü ben, yaşamak için yalnızlıktan başka yol  bilmediği halde, yalnızlığı zaman zaman içine dert olan bir ruh hastasıyım aynı zamanda...

Hemşire ‘dinlenin kalkmayın’ diyor. Ama o odadan bir an evvel çıkmak arzum, bitkinliğime galip geldiğinden, ayağımdaki uyduruk bez terlikleri sürüye sürüye, eşyalarımın bulunduğu paravana doğru yürüyorum. Üzerimdeki ameliyat önlüğünü sıyırıp atarken, etimi kesen metalin bıraktığı hissi de sıyırıp atmaya çalışıyorum, ama olmuyor. Zamanla unutulacaklar arasına bir duygu daha katıldı işte... Oh ne güzel...

Doktor ‘hadi ama asma suratını, on dakka da her şey oldu bitti işte’ diyor. On dakka, sana on dakka... bana kaç dakka orasını allah bilir. Bir konuda anlaşalım, diyorum doktora. Bundan sonra narkoz vermeden  tansiyonumu bile ölçmeyeceksiniz... Aman iyi hadi, git evine yat uyu, diyor... Üç güne kadar ben seni ararım.

Muayenehanenin bulunduğu binayı Valikonağı’na bağlayan yokuşu inerken hafiften bacaklarım titriyor. Yinede Nişantaşı’nın popüler kentsel dönüşüm firmalarından birinin yaptığı binanın cephesini incelemekten alamıyorum kendimi. Arduvaz çatı tarzı bir cephe denemiş mimar...  Üzerinde biraz daha çalışılması gerek belki. Ama bu hali ile de fena değil...

Otopark’a doğru yürürken, burnuma kavrulmuş kestane kokusu geliyor. En sevdiğim bi şey... Ama dört aydır rejimdeyim. Fazla kilolar kanserin yayılmasını hızlandırdığı için, mecburen zayıfladım. Ayrıca şekerli yiyeceklerden de uzak duruyorum. Bu meret, şekeri, çoğalmak için direkt enerji olarak kullanıyor çünkü. Bütün yaz, bu uğurda dondurmasız geçti gitti mesela...

Şimdi canım kestane yemek istiyor. Fakat kalorisi çok fazla. İçimden bir ses  ‘ulan gerzek biraz önce biyopsiden çıktın, alsana bir avuç kestane, geberip gideceksin belki de' diyor. Ben içimden gelen öbür sesi dinliyorum, bir simit alıyorum kendime. Simit kestaneden daha hallice. Hem ben sokak simitini de çok severim.

Bak, diyorum simitçiye, dört aydır yediğim ilk simit bu. Bayatsa sakın verme... Olur mu abla diyor, bayat çıkarsa yıkarım ben bu tezgahı. Madem dört aydır yemedin, gel istediğini seç...

Bir yandan simitimi yiyip, bir yandan etrafı seyrederek yavaş yavaş  otoparka doğru yürüyorum.
Biyopsinin sonucunu beklemek, biyopsiden daha zor. Bari ofise gidip çalışır gibi yapıyım da, azıcık kafam dağılsın...

(İkibinondört senesinin Ekim ayı’nın onaltıncı günü, akşamüzeri ofiste, çocuklar dershaneden dönsünler diye beklerken yazıldı)

Not: Ben bu yazıyı henüz bitirmiştim ki, sonuç geldi; temiz... Üç ay sonra görüşmek üzere kibarca vedalaştık doktorumla...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı