Allah hayırlara çıkarsın, dün gece rüyamda kendimi 1940’ların Nazi
Almanyası’nda gördüm. Siyah beyaz filmlerden fırlamış çıkmış gri kaldırımlı,
gri duvarlı, vitrinlerinin ahşap ve demir çerçeveleri bile gri olan bir yolda,
çocuklarımla yürüyorum. Yanımızda eski kocamın yeni karısı da var. O’da kendi
çocuklarının elinden tutmuş, koşar adım peşimizden geliyor. Sağımızdan
solumuzdan SS subayları, omuzlarında tüfekleri ile Alman askerleri geçiyor. Ben
fazla göze batmadan, çocuklarımla birlikte sokağı tüketip evime gitmeye
çabalarken, bu kadın bir yandan bize yetişmeye çalışıyor, bir yandan da soluk
soluğa konuşmaya çalışarak, kendisinin şimdiki zamanda, benimse geçmişte evli
olduğum adamı, Naziler’in elinde esir olarak tutulduğu şatodan kurtarmamız için
bana yalvarıp duruyor. Ben ‘bacım diyorum, uğraşmayalım. Bu kadar zahmete
girmeye değmez, bırakalım kendi imkanları ile kurtulsun. Kurtulamazsa da
kaderine sayarız’... Ama kadında bir ısrar, bir ısrar... Bak diyor, iki çocuk
sende var, iki tane de bende... Çocuklarımız babalarının kim olduğunu görmeden
mi büyüsün... Ben tam kadını kenara ittirip, çocuklarımla kendime yol
açacakken, bu bir ağlama tutturuyor. Ağla, ağla… Gözyaşları sel olup, akıyor. En
sonunda dayanamıyorum, peki, kurtaralım bari, büyüklük bizde kalsın, diyorum.
Bir sonraki sahnede, biz iki kadın, dört
çocuğumuz ile birlikte, kadının kocasının esir tutulduğu şatoya operasyon
düzenleme hazırlıklarına girişiyoruz. Fakat önümüzde bir engel var. Önce
Sakarya ovasını geçmemiz gerekiyor. O sırada ovayı sel basmış. Ovanın ortasında
bir adam, ha bire bu çamur deryasına dalarak bir şeyler arıyor. Kenardan seyredenler, ‘suya düşen ikiz kardeşleri arıyor’
diyorlar. Adam biraz sonra elinde bir çocuk ile sudan çıkıyor. Ben ‘bu sudan
nasıl geçeriz acaba’ diye düşünürken, arabamız paletli bir Alman tankı’na
dönüşüyor. Bizde tankın açık olan tavan penceresinden yarı belimize kadar
çıkmış vaziyette, etrafı seyrederek, suları yarmaya başlıyoruz. Tankın paleti
karşı kıyıya değdiği anda, sular çekiliyor ve adamın bulamadığı diğer ikiz
kardeşin, bizim tank arabamızın paleti altında kaldığı ve ezildiği anlaşılıyor.
Çocuğun ölümünün üzüntüsü ve içimizi
yakan suçluluk duygusu içinde nihayet şatoya ulaşıyoruz. Şato, Umberto Eco’nun
Gülün Adı romanındaki manastıra benziyor. Ortasında bir avlusu, etrafında
avluyu çevreleyen duvarları ve binaları var. Yalnız bunun zemini yemyeşil çim
kaplı. Bir köşesinde tellerle çevrili bir kümes ve içinde de bir sürü tavuk var. Avluda nöbet tutan
askerleri atlatıp, şatonun iç bölümlerine girmeyi başarıyoruz. Bir sürü zorluk
ve tehlike içinde, şatonun karanlık koridorlarında, yüksek kulelerinde, adını,
sanını bile bilmediğim bu kadının, esir tutulan kocasının kaldığı odanın yolunu
bulmaya çabalarken, kadıncağız, kurtarmak için bunca zahmete girdiği adamın,
kendisi hakkındaki gerçek duygularını yazdığı bir mektup buluyor ve okumaya
başlıyor. Okuduklarına çok üzülüyor. Bana dönüp ‘bırakaydık da gebereydi’
diyor. Benim yüzümde ‘eee, ben ne dedim’... ifadesi...
O sırada kulelerde yolumuzu bulmamız
için bize yardım eden 20-25 yaşlarındaki Alman genci, nöbetçi askerler
tarafından vuruluyor. Sırtında koyu gri kaşe ceketi, boynunda gri örgü atkısı
ve kendine bol gelen kahverengi kadife pantalonu ile, surlardan aşağı düşüyor.
Düşerken sarı saçları rüzgarla dalgalanıyor. Ben en çok bu çocuğa üzülüyorum.
Sonra... sonrası yok. Uyandım, kalktım,
giyindim, işe geldim. Alt tarafı bir rüya işte. Okuyun, geçin…
Psikanalitik çözümlemesini falan da yapmayın. Gaye Akçin kişisi, özellikle sana söylüyorum, bunun altından olmadık bi şey çıkarma sakın, affetmem…
(İkibinondört
senesinin onsekiz kasım günü, İstanbul’da, ofiste, mesainin başlamasını
beklerken yazıldı…)
Yorumlar
Yorum Gönder