Ana içeriğe atla

Ey Atlılar Atlılar…

Babam bizimle telefonda direkt konuşmaz. Telefonu anneme açtırır, annem bizimle konuşurken, O’da arka plandan "Söyle o’na şöyle yapsın, böyle yapsın" diye bağırır. Annem babamın söylediklerinin bazılarını yanlış anlar. Bazen de bizim verdiğimiz cevapları yanlış aktarır. O yüzden karşılıklı konuşsak beş dakika sürecek görüşme, olur sana yirmi beş dakika… En sonunda da babam hepimizi "Kapatın artık şu telefonu, Türk Telekom'u zengin ettiniz" diye azarlar. Annemin "Aaa, üstüme iyilik sağlık… O zaman, kendin ara, ne diyeceksen de. Ben mi açtım telefonu…" diyen sesi ile görüşme biter.

Babam geçenlerde bana yine telefon açtırdı. Anneme "Söyle O’na, Osmanlı Gümülcine’den ricat ederken, dedesinin başına gelenleri yazsın" demiş. Cümle basit. O yüzden kolay anlaştık. Fakat anlayamadığım babamın benim yazdıklarıma ilgisi. Bundan birkaç yıl önce, doğum gününde, kendisini anlatan bir blog yazmıştım. Akşamına annem aradı, "Baban, okudum yazıyı, artık kaldırsın" diyor dedi… O yüzden şimdi konu verip, blog yazsın deyince, durum bana normalden farklı göründü. Ama bunda da elbet vardır bir hikmet, dedim, oturdum klavyenin başına, başladım yazmaya…

Yıl 1906. Dedemin babası, benim de büyük dedem Ali Rıza Efendi, Gümülcine Kadısı… Gümülcine Kadılığı, rahmetlinin Enderun’dan çıktıktan sonra muhtemelen üçüncü görev yeri. Terfi alarak gelmişler. Büyük babaannem Gülfem, Makbule, Melek ve Sabri’den sonra dördüncü ve son çocuğu olan Ahmet Cevdet’i Gümülcine’de doğurmuş… Ahmet Cevdet, yani benim dedem… İsmini, Kadı Ali Rıza Efendi’nin, Enderun’da rahle-i tedrisinden geçtiği, sevgili hocası, büyük hukukçu Ahmet Cevdet Paşa’dan almış. Aile, Gümülcine’de, bahçe içinde ahşap bir konakta yaşıyor. Konak büyük, gösterişli ama içindeki hayatın o günlerde tadı tuzu yok. Çünkü Bulgar komitacılar, Türk köylerine durmadan baskın verip, çevrede terör estiriyorlar. Büyük dedem, Gümülcine’nin en büyük askeri ve mülki amiri… Ancak, Türk’leri ve Müslümanları Balkan topraklarından atmayı, mümkünse tüm Anadolu’dan çıkarmayı amaçlayan Anglo-Sakson ve işbirlikçisi Slav zihniyetinin büyük lojistik ve siyasi desteği ile azdıkça azan bu eşkıyalar karşısında hareket alanları çok dar. Bulgarlarla aralarında iki ileri, bir geri şeklinde devam eden tuhaf bir savaş var. Önce Bulgar’lar bir köyü işgal ediyor, bizimkiler gidip geri alıyor. Bir dizi muharebe oluyor. Bulgar çekiliyor, ama her seferinde bizim topraklarımızdan birazı daha onların elinde kalıyor. İrili ufaklı köy baskınlarından sonra, sıra bir gün Gümülcine’ye geliyor. Büyük bir kalabalıkla Gümülcine’ye saldıran Bulgarların karşısında duracak yeterli kuvvetimiz yok. Halk yollara dökülüyor. Ali Rıza Efendi o günlerde neler yaşadı, neler hissetti bilmiyoruz. Ama merkezi ordunun gelip, komitacıları püskürteceğine dair inancını son ana kadar kaybetmediğini, o yıllarda beş altı yaşlarında olan ve olana bitene akıl erdiren Makbule Hala’nın hatıratından anlıyoruz. Bizimkiler Gümülcine’den en son ayrılıyorlar. Geri döneceklerine o kadar iman etmişler ki, lüzumlu şeyler dışında eşya almıyorlar. At arabasına yükledikleri, hepi topu birkaç denk yatak, yorgan, yastık ve iki tencereden ibaret. Makbule Hala o günleri naklederken, ‘kapıları çektik, çıktık’ derdi.  

Gülfem babaanne,  kırk günlük kundak bebeği olan Ahmet Cevdet’e, at arabasının arkasında, döşeklerin içinde yatak yapıyor. Bebeği oraya yatırıyor. Kendisi de diğer çocukları ile birlikte at arabasına biniyor. Ya Allah, deyip çıkıyorlar yola.

Bizimkiler Gümülcine’yi terk etmekte sona kaldıkları için, kaçışları bir ölüm kalım meselesine dönüşüyor. Bulgar çeteleri ile aralarında çok az bir mesafe ve vuruşarak çekilen küçük bir Türk birliğinden başkası kalmıyor. O telaşla dur durak vermeden, at arabası ne kadar hızlı gidebilirse, o kadar hızlı, tozlu topraklı köy yollarında at sürüyorlar. O hengâmenin içinde, ancak ikilik ekmek kadar büyüklüğü olan bebek kundağının arabadan fırlayıp yola düştüğünü fark etmiyorlar.

Gülfem babaannenin, kırk günlük bebeğinin,  yerinde olmadığını gördüğü zaman ne hissettiğini bilmiyoruz. Ömrü boyunca gururunu ve vakarını elinden bırakmamış bir kadın. Duygularını hiçbir zaman aleni yaşamamış. Ama bende bir anneyim. Canının ne kadar yandığını anlamam için gözümle görmeme gerek yok. Gülfem Hanım’ın arabada üç yavrusu daha var. Geri dönüp bebeği arayamıyorlar. Çaresiz devam ediyorlar.

Gün tepelerin arkasında devrilirken, ufukta bir toz bulutu beliriyor. Arabadakilerde bir telaş… Bulgarlar sonunda bize yetişti, diye düşünüyorlar. Atları daha çok kamçılıyorlar. Ama ne yapsalar, arkalarından dörtnala gelen atlılardan kaçamıyorlar. Aradaki mesafe kapandıkça kapanıyor. Sonunda kaçamayacaklarını anlıyorlar. Ali Rıza dedem, küçük konvoylarını durduruyor. Karısının ve çocuklarının olduğu at arabasını korunaklı bir mevziye çektiriyor, kendisi de mahiyetindeki birkaç askeri ile birlikte silahlarına mermileri sürerek yaklaşan düşmana karşı siper alıyorlar.

Elleri tetikte, gözleri yaklaşan düşmanda… Tam tetiklere dokunacakken, gelenlerin Türk askerleri olduğunu fark ediyorlar. Derin bir rahatlama… Büyük dedem, siperde ayağa kalkıyor. Küçük birlik, gelip önlerinde duruyor. Komutan atından inip, dedeme bir asker selamı veriyor. Sonra sırtındaki heybeden küçük bir bohça çıkarıyor. Bohçanın içinde kırk günlük kundak bebeği Ahmet Cevdet var. Gülfem Babaanne sevinçten bayılıyor tabii.

Dedemi, yol kenarında düştüğü yerde, her nasılsa vahşi hayvan saldırısına uğramadan, soğuktan donmadan, Bulgarların eline düşmeden, kendi halinde ağlarken bulmuşlar. Kundağında ailenin arması işliymiş. O nişandan tanımışlar. Bu Kadı Ali Rıza Efendi’nin oğlu, demişler ve atlarının terkisine atıp, arkadan yetiştirmişler bebeği…

O gece, Gümülcine’den kaçan diğer Türk’lerle birleşip, bir dağ başında konaklıyorlar. O halde aç susuz, perişan günlerce yol alıyor kafile. Ali Rıza Efendi sadaretten gelen telgrafla İstanbul’a çağrıldığı için, bizimkiler İstanbul’a geliyorlar. Gülfem Hanım, Gümülcine'den çıktıkları gün, kapıyı kitleyip bel kuşağına astığı anahtarlarını on sene boyunca taşısa da, evlerini bir daha görmek hiçbirine kısmet olmuyor. Kayıplar her geçen gün artıyor. Hatta bir ara Edirne bile elimizden çıkıyor. Balkanlarda yaşayan Türk nüfusun bir hesapla 650 bini, bir hesapla bir milyon yüz bini heba olup gidiyor. O insanlar nereye gittiler, bu bir soykırım değil miydi, diye sormak da kimsenin aklına gelmiyor.

Balkanlar’da ki büyük ricattan çeşit çeşit hikâyeler kalıyor geride… Babamların dükkân komşusu Tornacı Muharrem’in, Bulgar askerleri tarafından saçlarından tutulup kireç kuyusuna fırlatılan, iki yaşındaki kız kardeşinin hazin ölümü, beni en çok etkileyendir. Anne tarafımdan da hikâyeler vardır, bize kalan… Hangisini deşelesen, içinden bir insanlık dramı çıkar.

Bir de Makbule Hala vardır. Dedemin kendisinden altı yaş büyük ablası… Ne zaman dedeme kızsa ‘seni arkadan yetiştiren o atlıların boynu altında kalsın’ der…

Daha doğrusu derdi… Dedem 1976 yılında, Makbule Hala 1988’de Hakk’ın rahmetine kavuştu. Allah gittikleri yerde rahat ettirsin. Hem onların, hem Balkanlarda zulüm altında ölen tüm insanların kabirlerine nurlar yağsın…

(İkibinonbeş senesinin Kasım ayının altıncı günü, ofiste, gri bir İstanbul sabahı’nda yazıldı…)






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı