Ölümle tanıştığımda dört yaşındaydım. Bir gece, Gökdere sokaktaki
bordo renkli apartmanımızın giriş katındaki daireden, yürekleri paralayan bir
çığlık yükseldi. Ertesi gün, kapıcımız Cemal Efendi’den, iki numarada oturan
Süheyla Hanımların yeni doğmuş bebeklerinin öldüğünü öğrendik. Anneme ‘Bebeği
biz alabilir miyiz’ diye sordum. Niyetim onu da oyuncak bebeklerimin arasına
katmaktı. Annem ‘Olmaz öyle şey’ dedi. Neden olmayacağını anlamadım. Bebek zaten
ölmüştü. Bu yüzden kardeşimi kucağıma aldığımda
uygulanan kısıtlamalara gerek kalmadan onunla oynayabilirdim. Bana göre, çok
akıllıca bir çözümdü. Annemin son derece pragmatik bir öneriye, bu kadar sert
bir şekilde karşı çıkması anlamsızdı ama neticede anne olan oydu, kuralları o
koyuyordu, bu yüzden sesimi çıkaramadım.
Sonra dedem öldü. Altı yaşındaydım. Komşumuzun bebeğinin öldüğü zaman ki
kadar saf değildim artık. Babaannemlerin evinin üst katındaki koridorda ‘Dedem
işte böyle öldü’ diyerek, dilini ağzının kenarından sarkıtarak kendini yere
atan kuzenimden daha çok şey biliyordum ölüm hakkında. En azından dedemle
yollarımızın ayrıldığının farkındaydım. O, gidenlerin geri gelmediği bir dünyanın insanıydı artık…
Derken biz İstanbul’a taşındık. İstanbul, Ankara gibi kasvetli bir şehir
değildi. Burada içime hayat kaçtı. Lise ve üniversite yıllarımda, kendi
dünyamın duvarlarını, kendi taşlarımla bildiğim gibi örerken, ölüm denen şeyi unuttum.
Ama kader beni unutmadı tabii ki… "Bu kadar mutlu olmak kurallara aykırı" dedi ve beni evlendirdi. Böylece kendi ölümümü özlediğim yıllar başladı. Geceleri yatağıma
yatıp ‘Ulan daha da çok gencim, bir trafik kazasına falan kurban gitmezsem sittin
sene yaşarım ben bu herifle… Boku yedim, diye düşündüğüm zamanlar oldu.
O vakitler kendimi galiba Katolik sanıyordum. Boşanma, nedense bir seçenek olarak
aklıma gelmiyordu. Gerçekte salak, fakat özde iyi bir insan olduğum için, Büyük Allah, bir vakit sonra çektiklerimin yettiğine karar vermiş olacak ki, evliliğimi boşanma ile bitirdi de nihayet kendi ölümümü
istemekten kurtuldum.
Boşandıktan sonra, eski kocamın ölmesini istediğim günler başladı. Sırasıyla,
eski kayınpederimin ve eski kayınvalidemin de ölmesini istedim. Ama esasen, bu imkansızdı. Çünkü o ailede en erken ölüm, yüz yirmi yaşında oluyordu. O vakitler, ailenin
büyüklerinden doksan iki ve doksan beş yaşındaki iki kız kardeş aynı evde oturuyorlardı ve kız kardeşlerden
birinin yetmiş yaşındaki kızını, ‘hadi sen gençsin, mantonu tak sırtına da
bir koşu gidiver’ diye bakkala çakkala gönderiyorlardı. Ninelerden biri, doksan sekiz yaşında hiç beklenmedik bir şekilde öldüğünde, geride kalanlar ‘Gençliğine
doyamadı’ diye ağladılar.
Derken benim babaannem öldü. Dedemden otuz altı sene sonra… Haberi alır almaz
annemi aradım; Anne uçağa bilet aldım, geliyorum, ben gelmeden kaldırmayın
cenazeyi, dedim… Cenaze evinin avlusuna girdiğimde beni kuzenlerimden biri
karşıladı; Abla seni bekliyorlar, dedi. Uzanıp çantamı aldı. O çantamı
alınca, ben de boş kalan elimle, gayr-i ihtiyari, boynumdaki eşarbımı
çözdüm ve başıma bağladım. Bu arada kuzenimin peşi sıra yürümeye de devam
ediyordum. Bir kapı açıldı. Önce annemin sesini duydum ‘Gel Güllü gel…
Gel de bak babaannene’… Sonra burnuma sıcak suda eriyen Hacı Şakir sabununun
kokusu geldi. Artık annem dediğimi neresinden anladıysa… ‘Ben gelmeden cenazeyi
kaldırmayın’ lafının ‘Ben gelmeden babaannemi yıkamayın’ haline nasıl geldiğini
bugün dahi anlamış değilim. Ama o gün, o kapıdan dönemedim. Ölümle ilgili tüm korkularımı geride bırakarak geçtiğim kapının arkasında, annemle beraber
babaannemi yıkadık, kefenledik… Hatta kefenini elimle sardım. Sararken, içine
güzel kokulu otlar serpiştirdik. Sonra biz çekildik, erkekler geldi. Babaannemi
kaldırıp tabuta koydular, namazını kıldılar. Sonra hep birlikte mezarlığa
gittik.
Temmuz güneşinden saklanan mezar yeri, ulu ağaçların altındaydı. Aklımda kalan
birkaç kare var. Birinde, en küçük amcam ve kuzenlerimden biri mezara inmiş. Yaz
günü, toprak sert diye, kazma kürek uğraşamamışlar, mezarı belediyenin kepçesi
ile kazmışlar. Operatör ölçüyü kaçırmış, mezar azıcık derin olmuş. Kenardan bakınca,
içine inenlerin sadece yukarı kaldırdıkları elleri görünüyor. O sırada annemin ‘Bu
mezar çok derin olmuş. Çıkması icap etse, çıkamaz rahmetli’ diyen sesi geliyor kulağıma… Anne çıkacaksa, hiç gömmeyelim zaten, diyorum.
Yengem kıkırdıyor… Bir başka karede babam ve büyük amcam, aşağıdakilere talimat
veriyorlar; Çevir Kemal çevir, sağ omzunun üzerine… Olmadı… Az daha döndür,
tamam… Yine annemin sesi; Allah vere de çok yanaşmasalar kenara… Düşecekler
içine, bir de bunlarla uğraşıcaz. Aklımdaki en son görüntü babama ait… Babaannem
için kazılan mezarın ayak ucunda, başka bir mezarın kenar taşına oturmuş. Başı
hafif yana eğik. Ellerini kucağında kavuşturmuş, Hocanın okuduğu Kuran-ı Kerim’i
dinliyor… Kulaklarımızda Kuran sesi ile birlikte, ulu ağaçların yapraklarının
hışırtısı…
Babaannemi yerine rahat ettirdikten birkaç saat sonra, babam ‘Hadi Gülfem,
gidelim artık’ dedi… Arabanın kontağını çevirdim. Ufuk çizgisinde alçalan güneşe doğru yol alırken, gözümün
ucu ile, yan koltukta oturan babama bakıyordum hep. Babaannem hayattayken onu
her gün arayan, ‘Ana n'aber’ diye soran babama… İçimden ‘Bir insan da annesine
bu kadar mı düşkün olur, babaannem ölürse, bununla işimiz var’ diye düşündüğüm
babama… Akşam duasını bile beklemeden cenaze evinden ayrılan sakinliğine,
annesinin ölümünü kabullenişine bakıyordum. O gün annem, babam ve ben üç yüz elli kilometre yol gittik. Ve ben o gün, o arabanın içinde, tekerlekler durmadan dönerek kilometreleri tüketirken anladım ki, bir insanın ölümüne üzülmenin, o insanın
ölmesi ile alakası yoktur. O insan yaşarken yaptıklarımızın veya
yapmadıklarımızın pişmanlığıdır ölüm acısı… Babam, annesi için yapması gereken
her şeyi, annesi yaşarken yapmıştı. Bu yüzden pişman değildi. Özlediği zaman
göremeyeceği için üzgündü sadece…
Böylece ölümü kabullendiğim günlerim başladı. Neticede ölüm, içimizden
bazılarına isabet eden talihsiz bir piyango değildi ki… Er ya da geç hepimiz
ölüyorduk şu dünyada… Önemli olan ölmemiz değildi zaten. Nasıl öldüğümüz, ölmüş
olmamızdan daha önemliydi mesela… Bu yüzden, kanser teşhisi konulduktan iki gün
sonra komaya girip, bir hafta içinde ölen adamın yakınlarına ‘Çok şanslıymış,
kolayından olmuş’ dediğim zaman, insanlar neden böyle söylediğimi anlayamıyorlardı.
Bende onların beni neden anlayamadığını anlayamıyordum.
Bunca farkındalık arasında, evlat acısının ayrı bir yeri olduğunu söylemem
lazım. Her ne kadar, en büyük pişmanlıklarımız evlatlarımıza karşı olmasa, en
çok onların ölümüne üzülmezdik, diye düşünüyor olsam da, Allah bizi bununla
sınamasın isterim. Öbür türlü, sıra bozulmadıysa ve acılı, hunhar, işkenceler
sonunda bir ölüm değilse gelen, eyvallah deyip geçerim… Sonuçta O’ndan geldik,
yine O’na döneceğiz. Eyvallah ve elhamdülillah…
"Gecenin bir köründe, ölüm de nerden geldi aklına" diyenler için de birkaç satır
yazarak kapatayım. Ölüm aslında hep aklımda. Onun kadar hayatın parçası olan bir
şey yok şu dünyada… Ama biz insanlar ölümle yüzleşmeye dayanamadığımız için, ölü
kavramlara tutunarak yaşamayı seçiyoruz bu hayatı… İçi boş sloganlar
uyduruyoruz. Sonra bunlara dört elle sarılıyoruz ki, anlamlı tek
bir iş yapamadan ömürlerimizi tükettiğimizin acısını hissetmeden geçirebilelim zamanı…
Dün Taksim’de bir bomba patladı. İnsanlar öldü. Yarın, İstanbul’da on dokuz
ayrı yerde, on dokuz bomba daha patlayacakmış. Listedeki yerlerden biri ofisime
çok yakın… O yüzden bu satırları yazarken "O bombalardan
biri yanımda patlarsa ve yarın ölürsem, en çok neye üzülürüm" diye düşündüm. Herhalde çocuklarımın
büyümelerini izleyemediğim için üzülürüm. Sonra yazmak isteyip de yazamadığım
şeyler için üzülürüm. Elimde imkân varken, yardıma ihtiyacı olan insanlara
yardım etmediğim için üzülürüm ve bir de dans etmeyi öğrenmediğim için üzülürüm…
O zaman kendime sözüm olsun. Yarın ve ondan sonraki günlerde, bir bombadan fırlayan metal bir parçanın vücuduma saplanması ile kapanmazsa
gözlerim veya bir trafik kazasına kurban gitmezsem, kanser de olmazsam mesela…
Kızlarımın büyüdüklerini izlemek olsun en büyük mutluluğum… Ve yardıma ihtiyacı
olanlara yardım etmek, yazmadığım yazılarımı yazmak ve bir dans kursuna gitmek
olsun hedefim…
Buraya kadar geldik, ölümün şaircesini anmadan bitirmeyelim.
"Geleceğim bekle, dedi
Ben beklemedim, o da gelmedi.
Ölüm gibi bir şeydi ama kimse
ölmedi..."
Özdemir Asaf'ın anlattığı bütün ölümlerden daha gerçek bir ölüm olabilir aslında. O yüzden bıraktığımız noktaya geri dönersek; çocukları büyütelim, ihtiyacı olanlara yardım edelim, yazılarımızı yazalım, dans kursuna gidelim. Yaşarken ölmemek için kimseyi beklemeyelim.
(İstanbul’da, ikibinonaltı senesinin
Mart ayının yirmi birinci günü, televizyonda, konusu Çin’de geçen garip bir
filmi seyrederken yazıldı…)
Yorumlar
Yorum Gönder