Ana içeriğe atla

Sondaj



Son günlerde uykusuzluk derdim iyice depreşti. Bazı haftalar neredeyse hiç uyuyamıyorum. Biraz stres, biraz bünyenin genetik arızası, günlerce gözümü kırpmadan oturtuyor beni… Annem, bebek olduğum zamanlarda bile beni uyutamadığı için, çocuk sahibi olmaktan nefret ettiğini anlatırdı. Dünyada kendine yer bulmaya çalışan bir gence verilebilecek ne güzel psikolojik girdiler… Sonra yetişkinlik dönemimde, bunları teker teker çıkarttırdım ben… Annemin ‘senin yüzünden çocuk sahibi olmaktan nefret ettim’ lafını üzerimden atana kadar psikiyatristime verdiğim para, 2000 doları geçmiştir. ‘Sen erkek olsaydın bir daha çocuk doğurmazdım’ın maliyeti ise, bana 2500, kardeşim Kerem’e 3000 dolardır.

Konuya dönersek, uykusuzluk insanı fena etkiler. Beyin ‘rem’ uykusu dedikleri zıkkımı uyuyamadığı zaman, hayata farklı gözlerle bakmaya başlar. İnsanın motor becerilerinden başlayarak, sosyal becerilerine kadar her şeyi bozulur. Mutsuzluk ve depresyon artar. Benim gibi uykusuzluk konusunda antremanlı olanlar, iradeleriyle duygu-durum bozukluklarının üstesinden gelirler. İradenin işlemediği tek yer, deşarj olmaya çalışan beynin abuk sabuk düşünceler ile dolmasıdır. İşte, sabahın 5’inde, can sıkıntısından saçıma maşa ile ondüle yaparken, aklıma, Ankara’nın en büyük sanayi yerleşkesi Ostim’in, her yağmurda elektriksiz kalmasının hikâyesinin gelmesi bu yüzdendir.

Ostim, Ankara’nın batısındadır. Açılımı ‘Ortadoğu Sanayii ve Ticaret Merkezi’dir. Balgat’taki fabrika binasının, bir Amerikan firmasına kiraya verilmesini takiben, babamlar işlerini Ostim’de satın aldıkları dükkâna naklettiler.  Böylece ailemizin Balgat günlerini takiben, Ostim günleri başlamış oldu.

O yıllarda Ankara su kıtlığından muzdaripti. Ostim’e de bir gün verilirse, üç gün su verilemiyordu. Fabrika’nın arkası açık BMC kamyoneti günde iki defa, babaannemlerin Yenimahalle’deki müstakil evlerinin önüne geliyor, bahçedeki musluktan, kamyonetin arkasındaki varillere su dolduruluyor, sonra bu sular fabrikanın depolarına boşaltılıyordu.

Babam en sonunda taşıma su ile, bu değirmenin dönmeyeceğine karar vermiş olacak ki, artezyen kuyusu açan firmalardan birini Ostim’e çağırdı.  Adamlar geldiler, keşif yaptılar, fiyat verdiler ve kararlaştırılan günde, kuyuyu açmak için Ostim’e geldiler.

Ostim’deki imalathaneler üç şerit geliş, üç şerit gidiş, ortası refüjlü geniş caddelerin iki yanına sıralanırlar. Her birinin önünde, kamyonların yük indirip, yeniden yüklenmesine imkân verecek kadar geniş kaldırımlar vardır. İmalathanelerin sahipleri yükleme boşaltma olmadığı zamanlarda, araçlarını bu geniş kaldırımlara park ederler veya bu alanları açık depolama alanları olarak kullanırlar. O yıllarda Ostim, yeni iskân edilen bir yerleşim olduğundan, caddeleri ayıran refüjler ve dükkânların önündeki bu alanlar çoraktı. Babamların su aradıkları Temmuz ayının o en sıcak gününde, üzerinde dikili çöp olmayan caddelerden ve kaldırımlardan, sabahın serinliğine rağmen yükselen eyyam buhur sıcaklarından bunalan insanlar, yirmi metreyi bulan cephelerinin önündeki kayar kapılarını, belki bir lokma eser umudu ile sonuna kadar açmışlardı. Bu yüzdendir ki, imalathanelerden yükselen takım, tezgâh sesleri, bütün sokakları doldurmuştu.

Kuyu firmasının ustabaşı, bizim imalathanenin önündeki yüz metrekareyi geçen kaldırıma kısaca göz attıktan sonra, kendilerini izleyen babamın yanına geldi ve ‘Ağbi nereden açalım sondajı?' diye sordu. Babam birkaç saniye düşündü, sonra ‘işte buradan’ diyerek sağ ayağının topuğunun bastığı yeri gösterdi. Bu nokta atışının kararlılığından etkilenen ustabaşına karşı iradesini pekiştirmek için de birkaç kere ayağını yere vurarak ‘Tam burası, işte tam burası’ dedi…

Babamın emirleri, demiri keser. Dolayısı ile orada bulunan büyük amcam, ortanca amcam ve küçük amcam ‘Neden’ diye sormadılar. Adamlar da, bizim dükkânın idari heyetinin kabullenişinde bir hikmet gördüler ki, babamın sağ topuğunun altında kalan beton parçasını işaretleyerek delmeye başladılar.

Sondaj makinesi dediğimiz, bir motora bağlı mil… Ucunda iki tane kazıcı çene var. Mil dönerek toprağa giriyor, yol açıyor. Bir yandan da çenelerin arasından bilek gibi su akıyor ki, çenelerin kopardığı toprak ve kaya parçaları kuyunun içinde yükselip, dışarı çıksın…

Makine çalıştıktan sonra, on beş dakika geçiyor, geçmiyor, tüm Ostim şiddetli bir patlama ile sarsılıyor. Sondaj vurulan yerden yükselen simsiyah duman dağılınca bakıyorlar ki, ortada ne sondaj makinesi kalmış, ne adam. Makinenin olması gereken yerde iki metre çapında bir kuyu var. Makineyi çalıştıran adam da karşı kaldırımın üzerinde, kapaklandığı yerden şaşkın gözlerle etrafa bakmakta.

Bu olayı bize anlatan küçük amcam, ilk dikkatlerini çeken şeyin sessizlik olduğunu söylemişti. Patlamadan sonra, Ostim’deki binlerce takım tezgahın tamamı susmuş. Niagara şelalesinin donduğu gece, yakındaki köy halkının sessizlikten uyanıp sokağa çıkması gibi, insanlar, dükkânlarının içinden yavaş yavaş yürüyüp, kapılarının önüne çıkmaya başlamışlar.

O sırada uzaklardan bir siren sesi duyulmuş. TEK’in arabası (o zamanlar elektrik işlerine Türkiye Elektrik Kurumu bakardı) köşeden görünmüş. Gelip bizim dükkânın önünde durmuşlar. İçlerinden en kodamanı arabadan inmiş ve babamlara hitaben  ‘siz napıyosunuz burada?’ diye sormuş. Babam ‘Sondaj vuruyoruz’ diye cevap vermiş… Kodaman adam ‘Peki sondajı neden, Ostim’e gelen ana enerji kablosunun üstünden vuruyorsunuz?’ demiş. Bizimkiler birbirlerine bakakalmışlar. 

Böylece, babamın sağ topuğu ile işaret ettiği noktanın, binlerce metrekare arazinin altında, sadece on beş santim çapında yer işgal eden kablonun tam üzeri olduğu anlaşılmış. Aslında birine para versen, bul oğlum şu kabloyu desen, bulduramazsın. Yirmi santim sağa veya sola kaysalar, bir şey olmayacak. Adamlar böyle söyleyince, Ostim’deki sessizliğin sebebinin de sigortaların taa Keban’dan atması olduğu ortaya çıkmış.

O gün TEK, tam donanımlı kadrosu ile gelerek, arızaya müdahale etti. Bir süre sonra dükkânlar tekrar elektriğe kavuşarak çalışmaya başladılar. Ancak ne kadar uğraşsalar da, kablo tam olarak iflah olmadı. Havanın nemi artınca sızlayan romatizmalı dizler gibi, ne zaman yağmur yağsa, arıza yaptı. Bizimkiler, yağmur yağarken elektrik kesilirse, hemen gider, TEK tarafından kırılıp yeniden dökülmekten artık yalama olmuş zemin betonunun üzerindeki kolileri, yükleri kaldırırlar, park etmiş araba varsa, başka yere çekerler, ortamı çalışmaya uygun hale getirirlerdi. Zaten biraz sonra da TEK’çiler sirenleri  çalan arabaları ile gelir, artık ismen tanıdıkları babam ve amcalarımla selamlaşır, arızayı giderir, sonra da dükkâna girer, çay içer, ısınırlardı.

Biz İstanbul’a taşındıktan bir süre sonra, babamın ve amcamın 1970 senesinde kurdukları fabrika kapandı. İkisi de emekliye ayrıldılar. Devam eden günlerde, kendisine rahat batan babam, Marmaris’in kuş uçmaz kervan geçmez, yolsuz, izsiz Selimiye Köyü’ne giderek yeni maceralara atıldı. Ortanca ve küçük amcam, büyükler gittikten sonra da o dükkânda çalışmaya devam ettiler mi, emin değilim. Babamla bir araya gelince, unutmayım da bunu sorayım. Aile tarihimizde bu kadar yer etmiş bir olayın yaşandığı dükkân, hala bizden birine mi ait, yoksa satıldı mı?

Az önce yer isimlerini doğrulamak üzere web sitesine baktım. Ostim için ‘Ortadoğu sanayii ve ticaret merkezi’ yerine ‘Organize sanayii ve ticaret merkezi’ yazmışlar… Şu dünyada değişmeyen tek şey, değişim… Bu hesapla o dükkânın da artık bizim aileden birine ait olmadığını varsayabiliriz. Eğer hal böyleyse, yeni sahipler, her yağmurda dükkânlarının önünün kazılması konusunda, acaba ne düşünüyordur? Bizimkiler için ‘aman bunlar da ne salak adamlarmış’ falan demişler midir?

İç yüzünü bilmeden, hakkında karar verdiğimiz ne kadar çok yaşantı var şu dünyada… Ben kendi üzerime düşeni yaptım, Ankara’nın en büyük organize sanayi merkezinin her yağmurda elektriksiz kalmasının hikâyesini, bütün gerçekliği ile anlattım. Bir gün, Ostim’de dükkanı olan biri ile karşılaşırsanız, size, ‘Bazı salaklar yüzünden, her yağmurda elektriksiz kalıyoruz’ derlerse, ona dersiniz ki; ben o aileyi çok iyi tanıyorum, bu olayı kızlarından dinlemiştim. Sebep pek çok şey olabilir; inat, kötü şans, yanlış planlama… Ama salaklık değil… Kesinlikle değil…


(İkibinonaltı senesinin Temmuz ayı’nın yirmidokuzuncu günü, mesai bitiminde ofiste yazıldı…)


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı