Aslında konu benim için yeni
değil. Az sonra yazacaklarımı aklımda epeydir evirip çeviriyordum. Ama bunları
da yazarsam, kafadan çatlak olduğum tescillenecek korkusu ile yazmamıştım.
Fakat bugün, mimarlık yapmaktan o kadar sıkıldım ki, yazarak kendimi açıp
kapatmazsam bu sıkıntının beni öldüreceğini fark ettiğimden ve aklıma da aksi
gibi başka konu gelmediğinden, platonik aşk üzerine geliştirdiğim çarpık dünya
görüşlerimi paylaşayım, dedim.
Platonik aşk nedir, diye babama ilk defa sorduğum zaman tahminen 5 veya 6 yaşındaydım. Babam cevaben; sevip de
söyleyemeyenlerin aşkına, ‘Platon gibi’ anlamında platonik aşk’ denir, dedi.
Ben çocuk aklımda bunu kötü bir
şeymiş gibi algıladım. Söyleyemediğim şeylerin tamamı, annemin izin vermediği
yamukluklar olduğu için, ‘Platon bile söyleyemediğine göre, var bu işte bu
dümen’ diye düşündüm. Yoksa çocukken sevmenin nesi kötü gelecek ki insana…
Platonik aşkın aklıma kötü bir
şey olarak yazılması beni ‘Platon gibi’ sevmekten korumuş mudur acaba? İşte tam
burada yazı bir yol ayrımına geliyor. Birincisi, yazmayı planladığım düşüncelerimi edinmeme sebep olan kişisel deneyimlerimden bahsederek devam etmek ki; bu benim
durumumda bir miktar cesaret ve ödenmesi gereken bir bedel gerektirir. İkincisi,
sanki babamdan platonik aşkın ne olduğunu öğrendikten sonra, konu hakkındaki bütün fikirlerimi toplumsal olayları gözlemleyerek bulmuşum gibi yazmaktır ki; güvenli olan yoldur ve bedel ödenmesini gerektirmez. İşte tam burada House’a bir
selam göndermek isterim; Everybody lies, yani herkes yalan söyler.
İkinci yoldan gidelim. Kırk yedi yıllık ömrüm boyunca
sürdürdüğüm toplumsal gözlemlerimden anladığım kadarı ile; insanlar platonik
aşka iki şekilde bulaşırlar; ya biri onlara platonik olarak aşık olur veya onlar
birine platonik olarak aşık olurlar.
Önce birinci durumu ele alalım.
Ama ondan daha önce bir önerme yapmak isterim; aşk denilen zıkkım, platonik
olsun veya olmasın, ancak bir süreliğine gizlenebilir. İnsanın doğasını altüst eden en
güçlü his olması hasebi ile, her halükârda bir gün, bir yerden pörtler.
Dolayısı ile platonik aşkın objesi ve sujenin yakın çevresi, kısa
sürede olaya uyanır. Konu aleniyet kazandıktan sonra ki süreç ise, kendisine karşı
platonik aşk geliştirilen kişilerin karakterini gözlemlemek için, benim gibi
nevi’ine bakmadan her konuda düşünmeyi adet edinmiş insanlar için ideal bir
habitat sunar. Platonik aşka konu olduklarında bazıları korkup geri çekilirler,
bazılarınınsa götü kalkar. Bir kısmı ise, kendilerine aşık olan insanları daima belli bir mesafede tutarlar. Umut etmek için çok uzak, umudu kesmek içinse çok yakın... Buna halk arasında 'ne kızı veriyor, ne dünürü küstürüyor' durumu da denir.
Yazının başlığı ‘Platonik Aşkın
Faydaları ve Gerekliliği’ idi… Buraya kadar bir fayda veya gereklilik görmediğimize
göre, insan ruhunda fark yaratan durumun, platonik aşkın diğer hali olması
gerekir. Yani sizin birine platonik olarak aşık olmanız...
İnsanlığın gelişiminin temelinde,
varoluşsal kaygılara verdiği cevaplar yatar. Ölüm anksiyetesi, düşünsel ve
duygusal anlamda bizleri geliştiren en kıymetli duygu olsa da, hayatın ölümle
son bulacak olmasının kaçınılmazlığı, rasyonel açıdan bakıldığında, kendi
varlığına istemli olarak son vermeyi gerektirir. Bu son verişin haklılığına ve
soyluluğuna rağmen, ölümle yüz yüze geldiği her durumda, ne kadar sefil olursa
olsun yaşamayı seçmesinin ezikliğini haklı göstermek isteyen insan, mutluymuş
gibi davranmaya ihtiyaç duyar. Mutluymuş gibi davranmak, toplumun kurallarını ve
kalıplarını kabul etmeyi gerektirir. Çünkü toplum bizim yalnız, parasız, evsiz
mutlu olacağımızı kabul etmez. Bu yüzden evlenir, çoluk çocuk sahibi olur ve
para biriktiririz. Toplum dinamiklerinin bizi aile kurmak, bir gruba ait olmak,
para biriktirmek konusunda ikna etmesinin ardında da, kaynakları paylaşmanın
getirebileceği yoksunluk ve suçluluk duygusu yatar. Herkesin yiyecek ekmeği
olsun ki, elimdeki ekmeği onlarla paylaşmadığım için suçluluk duymayım. Bu
yüzden toplum ne kadar bencilse, devlet o kadar sosyaldir. Ama bu konu hem başka, hem de çok
diplere bakmayı gerektiren sevimsiz bir konudur. Kimsenin okumak isteyeceğini
sanmıyorum, o yüzden de daha fazla yazmayacağım. İzninizle, platonik aşkın
faydaları geyiğine geri dönüyorum.
Varoluşsal kaygılardan bahsettim. Çünkü aşık olmak, varoluşsal kaygılara verdiğimiz cevaplardan biridir. Ölüm
anksiyetesinin karşısında duran duygu cinsel birleşme arzusudur. Bunun
toplumsal olarak kabul edilmiş şekli, aşık olmak, evlenmek ve çocuk sahibi
olmaktır. İşte tam bu noktada, kavuşma ile sonuçlanan aşkların, bir süre sonra
içinden çıktığı bünyeyi zehirleme özelliğini göz önüne alırsak, kesinlikle
platonik aşk insan için daha yararlıdır.
Biraz daha açalım. Hayat
tekdüzelikten kurtulduğu oranda zevk verir. Bu anlamda aşk, tekdüzelikten
kurtulmanın en heyecanlı ve zevkli yoludur. Aşık olan insanın, yaşama sevinci ve yaratıcılığı artar, eser verme, buluş yapma, insanlığa faydalı olma
kapasitesi yükselir. Eğer insan sevdiğine kavuşursa, bu olağan dışı durum bir
süre sonra rutine döner. Dolayısı ile, artan kapasite kullanımı yıllar içinde
azalır ve nihayet sıfırlanır. İnsanlar ruhlarını yavaş yavaş solduran bu durumu
genellikle ‘Senin için saçımı süpürge ettim, beni getirdiğin hale bak’ olarak
tanımlarlar.
Platonik aşk, bu durumdan
azadedir. Kavuşma ihtimalinin olmaması, aşkı ve dolayısı ile kapasite kullanımını
ölümsüz kılar. Platonik aşığın ruhu her daim dalgalı bir denizdir. Objenin en
anlamsız sözleri ve jestleri bile bu denizde büyük fırtınalar koparmaya yeter. Platonik
aşık, alev alev yanan ruhuna, bu fırtınaların köpüklerinden kompres yapar. Belli
bir doygunluk seviyesinden sonra da enginlere sığmaz, taşar. Bu dediğime
inanmazsanız, açın tarih kitaplarını, okuyun. Şair, ressam, yazar, filozof,
bilgin… Keramete kıç attıran ne kadar adam veya kadın varsa, hepsi harabattır.
Ruhları, kendilerini zerre kadar iplemeyenlerin elinde oyuncaktır. Eserleri, söyleyemedikleri
her şeydir. Şairin dediği gibi; aslında sana yazılıyordu bütün şarkılar…
Yazının burasına kadar geldiniz ve bugüne kadar kimseye platonik
olarak aşık olmadığınızı fark ettiyseniz, üzülmeyin. Ölmedikçe, geç kalmış sayılmazsınız. Konu
fiiliyata dökülmeyeceği için fiziksel performansınızdan kaygı duymaksızın, size
nispeten uzak bir çevreden, imkansız birini seçerek işe başlayabilirsiniz. Davul asla çalmayacağı için, 'davul bile dengi dengine çalar' tarzı saçmalıkları aklınıza asla getirmeyin. Burada esas amacın durumu içinden çıkılmaz hale getirmek olduğunu sakın unutmayın. Kişiye karar verdikten sonra, onun, hakkında çok az bilgi sahibi
olduğunuz kişiliğini idealize edin. Size göre iyi olan ne varsa, üstüne
yamayın. Gün içinde, onunla ilgili hayaller kurmaya gayret edin. İlk birkaç
hafta zorlanabilirsiniz. Ama vazgeçmeyin. Sabredebilirseniz, bir ayın
sonunda, platonik olarak aşık olduğunuzu sizde fark edeceksiniz. Ondan sonra gelsin
yaşama sevinçleri, gelsin kon kon kelebek halleri, gelsin yaratıcılıklar… Hem
üretin, hem de vırvır, dırdır olmadan yaşanan bir aşkın tadını çıkarın.
Bu kadar saçmaladıktan sonra,
yazıyı nasıl bitireceğimi ben de merak etmeye başladım. Yine Dr. House’dan bir alıntı yaparak bitireyim; Everybody dies, yani herkes ölür…
Geldik, gidiyoruz anacım… Takılın
işte…
(İstanbulda, evde, ikibinonyedi
senesinin Mayıs ayının 21. Günü, hem de günlerden pazarken, sabah saat 7:30’da
çalışmaya başladığı için, akşama doğru kopan kayışın yatak sarması sonucu
yazıldı…)
Yorumlar
Yorum Gönder