Ana içeriğe atla

I Had A Farm In Africa


Bir kitabın açılış cümlesi, sizin içine ne ifade eder? 

Veya başka türlü sorayım, içinizde Anna Karenina’nın ilk cümlesini hatırlayan var mı? Tolstoy, binlerce sayfalık hikayesini anlatmaya şöyle başlar;

‘Mutlu aileler birbirlerine benzerler. Her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.’

Peki Kırmızı Pazartesi… Gabriel Garcia Marquaez’in büyülü hikayesinin ilk cümlesi neydi?

‘Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah 05.30 da kalkmıştı…’

Dahası da var…  J.D. Salinger- Çavdar Tarlasında Çocuklar;

‘Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhâlde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını ve tüm o David Copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz, ama ben pek anlatmak istemiyorum.’

Franz Kafka-Dönüşüm;

'Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.'

Saul Bellow-Herzog;

'Aklımı kaçırdıysam bana göre hava hoş, diye düşündü Moses Herzog.'

Laura Whitcomb- Hayalet Sevgilim

'Üzerimde birinin bakışlarını hissettim. Çok rahatsız edici bir duyguydu, özellikle de ölü olduğum düşünülünce.'

Bütün iyi kitapları tarayın, bir tane bile kötü yazılmış giriş cümlesi bulamazsınız. Öbür türlü söylersek, berbat bir giriş cümlesi ile başladığı halde sonradan iyiye gitmiş hiçbir kitap yoktur. 

Yazının burasına geldiğimde, kendime bir bardak şarap doldurmak isteğimle baş etmek için gözlerimi ekrandan kaldırıp uzaklara baktığımı itiraf etmek zorunda hissediyorum kendimi… İçemem, çünkü akşam dualarımı henüz yapmadım. Dualarım bittikten sonra da, az önce dua etmiş olduğum için içemiyorum. Uzun lafın kısası; her akşam güneş battıktan sonra, çocuklarımın sağlığı ve başarısı için dua etmeyi adet edindiğim günden beri içkiden uzak duruyorum. Oysa bir bardak şarap, zihnimi bir sürü zincirden kurtarıyordu. Yazarken, beni rahatlatıyordu. Çünkü yazmak, kötü bir yazar için bile, içinden geleni pervasızca kağıda döküverdiği bir eylem değildir. Her cümle insana ayrı bir stres yükler. Güzel mi yazdım, anlamlı mı, sıkıcı mı, acaba kaç kişi okuyacak? İşin içinde şarap olunca, bu yükün altından daha kolay kalkıyor insan. Ama burada da kendimi şöyle teselli ediyorum; benim iyi veya kötü yazmam, dünya için asla fark yaratmayacak. Kalemimden dökülecek kelimelerle felsefe tarihi değişecek değil ya… Çok şükür Tanrım. Hiç değilse bir sorumluluk eksik olsun omuzlarımdan.

Konu neydi? Kitapların açılış cümleleri… Bana göre en güzel açılış cümlelerini Charles Dickens yazmış. İki şehrin hikayesi; 

'Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku. Aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi. Hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı. Hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu.”

En içten paragraf ise Harper Lee’ye aittir… Kırksekiz yıllık ömrümde okuduğum en etkileyici kitaplardan biri olan Bülbülü Öldürmek şöyle başlar; 

'Jem, kolu tam dirseğinden fena halde kırıldığında aşağı yukarı on üç yaşındaydı.'

Harper Lee ilginç bir yazar. Ömrü boyunca tek bir kitap yazıyor ve onunla da Pulitzer ödülünü alıyor. Kitapta bülbülü öldürmek ile ilgili tek bir cümle var; 

'İstediğin kadar saksağanı vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır.'

Bilmem, okurken siz de benim kadar etkileniyor musunuz? Şahsen, dilimin üzerinde eriyen bir şeker varmış gibi hissediyorum. Veya bir parça pamuk helva. Ağzını açıp, yağan kardan taneler kapmaya çalışan bir çocuk gibiyim. Tüm iyi yazılmış kitapların, zahmetsizce yaratılmış gibi duran güzellikleri, beni büyülüyor. Hatta 'Bülbülü Öldürmek' için bir adım daha ileri gidip şunu desem yeridir; yazdığım kitaplardan birinin edebiyat tarihini böyle değiştirdiğini görmek için, ömrümün son on yılını seve seve feda ederim… Yeter ki, Jem’in okulun futbol takıma su taşımayı onurlu bir görev olarak kabul ettiği yaz tatili gibi bir sahneyi yazabileyim… Veya büyük bir aşk varsa kısmetimde, onu da kadere vermeye razıyım. Hatta belki de çoktan vermişimdir de, hikâyesini yazmaya gücüm yetmiyordur kim bilir…

Aşk denince aklıma geldi; Out of Africa filmini hatırlayanınız var mı? Robert Redford’un yüzünün sürülmüş bir tarlaya benzemediği yıllara ait bir filmdir. Bu kadar yakışıklı bir adamın, nasıl olup da kıçıma benzediği ayrıca incelenmesi gereken bir konudur ama Out of Africa bana göre özel bir filmdir. Ve yönetmen sahneyi şu cümle ile açar; 

'I had a farm in Africa…'

Hiç seyretmediysem, belki on defa seyretmişimdir. Acaba Merly Streep’in şahane oyunculuğu için mi? Hiç sanmam. Hatta Danimarka aksanıyla İngilizce konuşmasından rahatsız olduğumu bile söylemem lazım. Robert Redford’un eski günlerine bir selam çakmak derdinde de değilim. Sadece bu filmde anlatılan ‘Aşkın dolaysızlığının imkansız güzelliğinden’ etkilendiğim için izliyorum. Son cümle zincirleme isim tamlaması gibi oldu; Aşkın dolaysızlığının imkansız güzelliği… İki insanın birbirine duydukları aşkı yumurtaya una bulamadan, öylece sunması sizce de şahane değil mi? Birbirlerini sevmeleri ve birlikte olmayı istemeleri için akıllarından ve vücutlarından başka bir şeye ihtiyaç duymadıkları bir aşkın dolaysızlığı, size de mümkün olamayacak kadar güzel gelmiyor mu? Veya soruyu başka türlü sorayım; koşullu sevgiden daha çok acı veren bir şey var mı? 

'Seni sevmeyi düşünüyordum ama son anda erkek olarak doğmadığını fark ettim.' 'Belin biraz daha ince ve boyun biraz daha uzun olsa seni severdim.'
'Gözlerin keşke bu renk olmasaydı.'
'Biraz az konuşsaydın seni sevecektim ama…'
'Keşke bizim ki kadar seçkinci bir özgürlük anlayışın olsaydı. Hayatım, biz hak ve özgürlükler dediğimizde kendimizi kast ediyoruz, köylüleri değil…'
'Şişeden çıkan cinden bir dilek hakkım olsaydı dünya barışını dilerdim, dediğim zaman gülmeseydin seni sevecektim.'

Kırk sekiz yaşında olup, neden insanlar birbirlerini koşullara bağlı olmaksızın sevmezler, sorusuna cevap bulmaya çalışmak da, ayrı bir patoloji… Bazen kendimi Michael Douglas’ın ‘Falling Down’ filminin içindeymişim gibi hissederken yakalıyorum. Etrafımdaki sesler gittikçe yükseliyor, sıcak bunaltıyor. Trafikte sıkışmış arabamın kapısını açıp, kaputun üzerine çıkmak ve oradan avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum; sevme beni. Sevme artık. Zaten hiçbir zaman sevmedin ama bundan sonra hiçbir zaman sevmediğin kadar bile sevme.  Yüzüme bak, gözlerime. Son kez gördüğünü bilerek bak ama… Çünkü artık ben, seni sevmekten vazgeçiyorum. Allah şahit, beni sevmen için elimden gelen her şeyi yaptım. Ama insanım ben, ipekböceği değilim. Kozaya tırtıl olarak girip, senin istediğin renklerde bir kelebek olarak çıkamam oradan. 

Haydaa... Hoppala paşam, Malkara, Keşan. Ne oldu da, buraya geldik ki şimdi biz? Dolaysız bir aşkın imkânsız güzelliğinden bahsettiğimi hatırlıyorum en son. Bir de Robert Redford’un kıçıma benzemiş yüzünden… Hakikaten o adam nasıl geldi bu hale? Bence ebedi gençlik ayağına bir şey yaptırdı kendine. İsviçre’nin dağlarında acayip klinikler var ya bunlar için. Hani Michael Jakson’ı beyazlattıkları yerler. Kesin bunlardan birine gitti, bir etek dolusu para verdi ama ters tepti. Bir yerde kadere razı olmak lazım, demek ki. Kaderin önüne geçmeye çalıştın mı, başına gelenlerin her türlüsü rezillik…

Geç oldu, bu yazımdan çıkarılması gereken derslere değinerek geceyi toparlamak istiyorum. Eğer dikkatlice okuduysanız, çıkarılacak hiçbir ders olmadığını sizlerde görmüşsünüzdür. Allah’a şükür o kadar derinlikli bir insan değilim. Bir kez olsun koşullara bağlı olmadan, salt kendisi olduğu için sevilmek isteyen bir insanım sadece...

Youtube’da istediğiniz bir şarkıdan başlıyorsunuz da, ilerleyen saatlerde olmadık şarkılara denk geliyorsunuz ya… Ben de David Garrett’ten 'Ti penso amore' ile başlamıştım, İzzet Yıldızhan’dan 'Delalım' ile çıktım; Bu sevdalar boşuna le, bu sevdalar boşuna…  

Bence de…


(İstanbul’da, evde, ikibinonyedi senesinin temmuz ayının birinci günü, saat 23:31’de, Game of Thrones’un birinci sezonundan on bölümü birden izledikten sonra, kafa tamamen gidik bir halde iken yazıldı.)


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı