‘Birdenbire fark etti ki;
diğerlerinden daha büyük bir öneme sahip bir tarih daha vardı; sahip olduğu tüm
cazibenin yok olacağı, kendi ölüm tarihi… Yılın diğer günleri arasında tembelce
görünmeden yatan. O, her yıl üzerinden geçtiği halde hiçbir işaret ya da ses
vermeyen, ama kesinlikle orada olan bir gün. Ne zamandı?’
Bir olayla işaretlenmiş tarihleri asla unutmayan bir insanın, okuduğu kitabın
sayfaları arasında bu satırlara rastlamasının anlamı nedir acaba? İşaretleri
okumayı öğren, diyor gurular… Öğren ki; hayatına anlam katacak olayları
silikleşmeden yakalayabilesin. Eğer ben de işaretleri doğru okuyorsam, Thomas
Hardy’nin milyonlarca ihtimali bir kenara bırakarak, bu şekilde sıraya dizdiği
kelimelerini kullanarak bana seslenen Tanrı diyor ki; Belki de yaşadığın sürece aklından çıkaramadığın tarihlerden birinde öleceksin. Yani tırnak içinde 'ölüm' diye bir şey var. Buna ne diyorsun bakalım?
O yüzden bugün mantıklı veya duygusal veya iz bırakıcı veya kalp burkucu yazmak için sürdürdüğüm umutsuz çabalarıma bir süreliğine ara verip özgürce
saçmalamak istiyorum. Hafiften yüksek tansiyona bağlı nefes darlığı çekmeye başlamışsanız, kendinize bu güzelliği yapmanızın vakti de gelmiştir zaten...
Şimdi efendim, şu anda benimle aynı yaştaki bir
yetişkinin zekasının yarısına sahip olmam, sizi az sonra yazacaklarıma
inanmaktan alıkoyabilir ama yine de söylemek zorundayım; ben çocukken çok akıllıydım.
Bugünün aksine, yaşıtım herhangi bir çocuktan en az iki kat daha hızlı
kavrardım. Olayların nedenleri ile sonuçları arasındaki bağlantıları saptamak
konusunda adeta bir dahi gibi hareket ederdim. Dolayısı ile üç yaşına
geldiğimde, annemin yetkilerinin babamınkilerinin alt kümesinde yer aldığını, dünyanın
erkeklerin dünyası olduğunu çoktan anlamıştım. Bu yüzden o kavrayışa sahip her insan evladının, kendi varlığını sürdürme dürtüsü ile yapacağı en temel hareketi yaptım. Güçsüzlerden ayrıldım, güçlülerin safına geçtim.
Hayat size limon veriyorsa, siz de
onunla tekila için, diyen bir söz vardır. Bence doğrudur. Sadece biraz
eksiktir. Tekilayı nasıl elde edeceğinizden bahsetmez. Benim durumumda ekstra zor
olan taraf ise, hayatın bana ne limon ne de tekila vermemiş olmasında yatar.
Böylece üç yaşında pembe patikalardan ayrılıp dağ yollarına giren kız, kıra
döke, daha doğrusu kırıla döküle ilerlemeye başlar. Yolun bir yerinde, bir
psikiyatristin koltuğunda verilen kısa bir dinlenme molasında yapılan konuşma
bu çerçeveden bakıldığında enteresandır. Seanslardan birinde ‘Ben lezbiyen
miyim’ diye sormuştum doktoruma. Çünkü o günlerde evli olduğum çocuk, bana 'Kadın' demenin güç olduğunu, olsam olsam eğilimlerini gizlemeyi başarmış bir lezbiyen olacağımı düşünüyordu. Doktor gülerek ‘Kesinlikle değilsiniz’
diye cevap vermişti. 'O size rol kaptırdığı için biraz üzülmüş sadece...'
Konu tamamen alakasız gelişiyor.
O yüzden başlarken verdiğim söze sadık kalacağım. Saçmalama özgürlüğümü
kullanarak devam edeceğim. Size bir Temmuz akşamını anlatacağım. Günlerden
cumartesi, gökte dolunay… Tarihi de yazarım aslında ama yazmıyorum. Nedenini anlamak
için bakınız; ilk paragraf… O gece dört kadın deniz kenarında oturmuş rakı
içiyorduk. Kumlara vuran dalgaların sesi
geliyordu kulaklarımıza. İstanbul sıcaktı ama o kıyıda serin bir rüzgâr esiyordu. Öyle serin esiyordu ki, menopoza bir adım uzakta durduğu için cayır cayır yanan omuzlarımıza şal bile koydurtmuştu. Galiba ikinci kadehten sonraydı, başımın etrafında karmakarışık dönen saçlarımı geriye itip ‘Yeter
artık’ demiştim. ‘Gidip anlatıcam her şeyi… Ne
olacaksa olsun. Bundan daha kötüsü olmaz ya…’ İçkiye alışık olmamanın faydaları işte...
Sapıtmak için sadece iki kadeh yetiyor. Hem
de tek, duble bile değil…
“Ve egosuna tavan yaptıracaksın”
dedi beni dinleyen kadınlardan biri. “Götü o kadar kalkacak ki, bir daha seni insan yerine bile koymayacak…”
Üç yaşımdan beri kalbimi açmaya
en çok yaklaştığım an, dolunayın ışığı ile aydınlanmış dalgaların sesine
karıştı gitti böylece.
Sonra bir başka yaz akşamında,
bir başka denizin kenarında, havada başka rüzgarlar eserken bana sevdiği kadını
anlatışını dinledim. Yüzüm nasıl da güldü... Sevdiği kadının nezaketini nasıl
da takdir ettim. Sessizliğini, sakinliğini, anlayışını… Güler yüzünü, sevecenliğini,
duygusallığını… Üç yaşımdan beri bende olmayan bütün malzemelerin içine konulduğu
hamurdan dökülmüş ve üstüne üstlük bir de kahredici şekilde güzel olan o
kadınla beraberliğini nasıl da kalpten destekledim.
O gece olabilir mi acaba ölüm tarihim? Eğer bir insan için birden fazla tarih olabiliyorsa,
benimkilerden biri olarak o geceyi kaydedin lütfen. İkinciye de Gaye’nin ‘Seninle
arkadaşlık ettiğine göre, hiç askerlik arkadaşı olmamış bunun’ dediği günü
yazabilirsiniz. Gaye, yıllardır psikoloji ile ilgilenir ve bu yüzden öldürmek için nereye vurması gerektiğini iyi bilir.
Toparlayalım demek istiyorum ama üç
yaşındaki kendimi bir yerlerde görüp ‘Tuttuğun bu yol, yol değil' diyemeyeceğime göre, bu mevzuu toparlanmaz. Yılın diğer günleri arasında tembelce yatan o kaçınılmaz güne kadar, geldiği gibi gider. Ne diyelim, onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
Gökten üç elma düştü, üçü de 'kontrolü kaybederim de rezil olurum maazallah' diyerek insana ait olan ne varsa hepsinden ısrarla kaçınıp, önüne gelen her incir çuvalını ısrarla berbat etmeyenlerin başına...
Gökten üç elma düştü, üçü de 'kontrolü kaybederim de rezil olurum maazallah' diyerek insana ait olan ne varsa hepsinden ısrarla kaçınıp, önüne gelen her incir çuvalını ısrarla berbat etmeyenlerin başına...
(İstanbul’da, ikibinonyedi senesinin Ekim ayı’nın birinci gününde, evde
yazıldı. O sırada Louis Armstrong, La vie en rose’u söylüyordu.)
Yorumlar
Yorum Gönder