Ana içeriğe atla

Benim Küçük Limon Ağacım




 

Bugün size kendi basit hayatımdan bir ‘Slumdog Millionaire’ hikayesi anlatmak istiyorum.

Geçtiğimiz ay, bana bir limon ağacı hediye edildi. Bir metreyi ancak bulan gövdesinden çıkan kalem kalınlığında dallarını donatan baygın kokulu çiçekleri ile bir anda terasımızın en nadide süsü haline geldi. Her sabah ve her akşam, sarının ve kızılın bin bir tonu ile boyanan denizi seyretmeyi unutturacak kadar güzeldi limon ağacım. Günler geçtikçe, çiçekler yerlerini eskinin gaz lambalarının cam şişelerini andıran limon taslaklarına bıraktılar Dedik ki; bu da bir hikmettir, seyredelim bakalım bu birkaç milimlik yeşil şişeler nasıl olacak da yetişkin birer limon olacak.

Günler minik yeşil şişelerimin büyümesini bekleyerek geçerken, beklenmedik bir şey oldu. Yavru limonlarım önce sarıya, sonra siyaha dönüp kurumaya başladılar. Bu sefer her sabah ve her akşam bir kalp sızısı ile çıkmaya başladım terasa. Allah’ım ne olur kurumasınlar, ne olur kurumasınlar… Gel gör ki; kabul olmayacak duaya amin demenin fayda ettiği nerde görülmüş. Ne kadar yalvarsam da limonlarım kuruyup dökülmeye devam ettiler.

Benim çocukluğumun yazları, Finike’de geçti. Evimizin etrafı uçsuz bucaksız limon ve portakallıklar ile çevriliydi. Bir akşam limon ağacımın kararıp kuruyan meyvelerine bakarken bu bahçeler geldi gözümün önüne… Rahmetli Hasan Dede’nin ve Zeynep Teyze’nin bahçeleri… Hasanca ve Zeynepce, gövdelerini ele ele tutuşmuş üç kişinin ancak sarabileceği iki ulu dut ağacının gölgesindeki toprak bir damda yaşarlardı. Daha doğrusu bütün köy, dalları birbirine karışmış bu ağaçların gölgesinde yaşardı. Yerden bir metre yükselen ayaklar üzerine çakılmış ahşap köşke serilmiş hasır halıların etrafına dizilmiş minderlerde kadın, erkek, çocuk hep birlikte yerdik, içerdik, uyurduk, uyanırdık, konuşurduk… Köşkün bir köşesinde, üzerine sulandırılmış böcek ilacı serpilmiş eski sera naylonlarından bir parça olurdu. Böcek ilacına karıştırılmış şekerin kokusuna aldanıp bu su birikintisine dalan sineklerin debelenmesini seyretmek, bazılarını dal parçaları ile dürtüklemek, çocukların eğlencelerinden biriydi o günlerde… Bazı günler, köşkün sağ tarafında kalan saz damlı, etrafı açık mutfakta ocak yakılır, üzerine konulan kara saçta Fatmana Gelin bütün köye katmer pişirirdi.

Dut ağaçlarından denize dik bir yol uzanırdı. Tamamı ince kum ile örtülü bu yola, arabalar batmasın diye iri dere çakılı ve kayrak parçaları serilmişti. Karayolları İşletmesi, Kumluca tarafından gelip Kale’yi ve köyü birbirine bağlayarak Kaş’a doğru devam eden bir yol açmaya karar verdiğinde, denize inen bu iri taşlı yolu ikiye bölmüş oldu. Devletin karayoluna asfalt, açıldıktan sekiz sene sonra döküldü. O yüzden başlangıçta iki yol arasındaki tek fark, yönünü hesaba katmazsak, çünkü biri denize dik, diğeri paraleldi, sadece üzerine dökülen çakılın miktarıydı.

Bizim evimiz, denize dik inen yolun kıyısında, Zeynepce’nin dut ağaçları ve yeni açılan karayolunun arasındaki mesafenin tam ortasındaydı. Sabah uyanır uyanmaz, sanki bizi evden kovan varmış gibi koşarak Dut’a giderdik. Zeynepce çoktan kalkmış olurdu. Bazı günler, eski bir çalı süpürgesi ile, artık üzerine basıla basıla taşlaşmış kum zemini süpürürken görürdüm onu. Köyün bütün özensizliğine, köşkün bütün düzensizliğine rağmen, nasıl olduğunu bir türlü anlamadığım bembeyaz bir yemeni takardı Zeynepce. Güneşin derin yarıklar açtığı esmer güleç yüzüne bakarken, yemenisinin beyazlığı beni büyülerdi. Bazen de limon ağaçlarının arasında dolaşırken görürdüm Zeynepce’yi. Bu sefer de kumda sürüklediği lastik ayakkabılarının küçüklüğü takılırdı gözüme. Çoklukla kenarları yarılmış olurdu bu lastik ayakkabıların. Beyaz başörtüsü, gün boyu dinmeyen rüzgârla dalgalanırdı…

Uyandım. Gün boyu dinmeyen rüzgâr… Halam bizi en geç sabah on da denize götürürdü. Çünkü öğlen on iki gibi başlayan esinti, dalgaları kabartarak güneş batana kadar aralıksız devam ederdi. Kulağıma Dut’un hışırdayan yapraklarının sesi geldi. Gözümde canlanan limon ve portakal ağaçlarının dalları, rüzgârla bir o yana bir bu yana yatıyordu. Biz küçükken, evde çocuklara müstakil bir oda ayrılması adeti olmadığından, yazlıkta, halamın ve rahmetli babaannemin odasına konulmuş bir şezlongun üzerinde yatardım. Gün ağarırken, köyün sırtını yasladığı dağdan denize doğru buz gibi bir rüzgâr daha eserdi. Halam uyanır, pencerenin kendi tarafındaki kanadını örterdi. Rüzgâr benim üzerimden dolardı odaya. Annem her gece yatmadan evvel tembihlerdi ‘gün ağarırken, kendi tarafındaki pencereyi it, rüzgâr halana doğru essin, sen üşüme’ derdi. Ama dokuz yaşındaysanız bu öğütleri tutmak kolay olmuyor. O yüzden uykuya yenilip, her sabah ayazda kalırdım.

Terastaki sandalyemden kalktım. Limon ağacımın saksısının ucundan tutup çekiştirmeye başladım. Arkadaşım hiçbir masraftan kaçmamış, en büyüğünden almış saksıyı. O yüzden evin cephesinden, terasın parapetine kadar olan mesafeyi geçene kadar imanım gevredi. Ama sonunda küçük limon ağacımı, korunaklı yerinden çıkarıp, terasın güneydoğu ucuna getirmeyi başardım. Şimdi dedim, dallarının arasından rüzgâr geçecek. Sırtını evin duvarına verdiğimiz için serinleyemiyordun. O yüzden kavrulup öldü limonların. Oysa şimdi terasın rüzgâra en açık köşesindesin. Bırak kendini ayaza…. Püfür püfür, serinlesin çiçeklerin, yaprakların.

Saksıyı yerine yerleştirip doğrulduğumda Zeynepce ile göz göze geldim. Limon ağaçlarının arasından gülerek bana bakıyordu. Sonra başörtüsü çözüldü rüzgârdan. Dalgalana dalgalana büyüdü, beyaz bir yelkene dönüştü. Zeynepce bu yelkenin ucundan tuttu, havalandı. Döne döne gökyüzüne yükseldi. Bulutların arasında kaybolana dek baktım ardından…

Küçük limonumun keyfi bu aralar çok yerinde. Kararan, kuruyan bir şey yok. Bütün küçük lamba şişeleri, meyveye döndü. Hatta yeni çiçekler var yolda…

Slumdog Milionaire’de, Jamal büyük ikramiyeyi, ben de limon ağacımı kazandım. Ruhun şad olsun Zeynepce…



(İstanbul’da, ikinbinonsekiz senesinin Temmuz ayı’nın onuncu günü, ofiste yazıldı.)




Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı