Ana içeriğe atla

Selimiye’de Sabah




Geçen hafta köye gittim. Bir hafta annem ve babamla kaldım. İnsanın elli yaşına yaklaşırken, tekrar ailesinin evine dönmesi, kısa bir süre için bile olsa, enteresan duygulanımlar yaratıyor. Bunu şunun için söyledim; bu yaşa gelindiğinde, iki taraf için de roller değişiyor. Ebeveynlerimin gittikçe güçsüzleşen bedenleri ve yavaşlayan melekeleri, benim içimde derin bir koruma dürtüsü uyandırıyor. Gel gör ki; onların gözünde halen beş yaşındayım. Herkes kendi hissiyatının daha gerçek olduğuna inandığından, bir kısır döngü içerisindeyiz. ‘Dur yapma, yavaş, elini kolla, kendine dikkat et, asıl sen kendine dikkat et’ lafları havada uçuşuyor.

Annemlerin şu anda oturdukları ev, birlikte oturduğumuz son ev değil. Yani ben kendi kanatlarım ile uçmak üzere bu evden havalanmadım. Çekirdek aile bir aradayken, İstanbul’un bir mahallesinde oturuyorduk. Herkes kendi hayatına gidince o ev boş kaldı ve bir süre sonra da satıldı. Tarihler 18 Nisan 2002’yi gösteriyordu. Alınışından 18 sene sonra, yine aynı gün… Babam bana satış vekaleti vermişti, o yüzden tapuda takrir verirken fark ettim bunu. Tarihler konusunda obsesif olduğumu bilen kaderin şakaları işte. 18 Nisan’da alınan evi 18 sene sonra yine aynı gün sattırıyor ki, sittin sene unutmayayım. Evi alanlar birkaç yıl sonra başkasına sattılar. Geçenlerde de kentsel dönüşüm davasına yıkıldı gitti. Gerçi babam o evden sonra, üç kere daha adres değiştirdi. Selimiye köyündeki evleri, dördüncüsü… Güzel bir ev aslında. Büyük, rahat, müstakil. Projesi de kısmen bana ait. Kısmen diyorum, çünkü projeyi ben çizdim ama babam beğendiği yerlerini uyguladı, beğenmediği yerlerini değiştirdi. Sonunda ortaya kokteyl tadında bir şey çıktı. Hani içki desen değil, meyve suyu desen hiç değil, mevsimlik karışımlar vardır ya. Bizim ev de öyle oldu. Babamın kullandığı mekanlar büyük ve manzaralı, geri kalan yerler de, işte Allah ne verdiyse… Hafif bir mimar eli değmiş havası var ama bir taraftan da yok… Ama her halükârda bana yabancı. Çünkü bu evdeki odam, kendi evime geçmeden önceki son odam değil. Genç bir kızken kullandığım eşyalarım yok. Çizim masam, ahşap taburem, annemin gelinlik karyolasından bozularak marangoza yaptırılmış formika yatağım, çocukken üzerine oje döktüğüm komodinim bir yerlerde kaybolmuş. Onun yerine Marmaris’in tek Yataş bayisi Yalçın’dan yaylı yatağı ile birlikte alınmış standart bir karyola, istikbal’in üçlü zigon sehpasının teki ve bir adet Ikea başucu lambası var. Annemin beni halen çocuk olarak gördüğünün alameti farikası olan Barbie’li nevresim takımımı da unutmamak lazım tabii…

Geçen hafta, annemlere gittiğimde, işte bu odada kaldım. Dalaman uçağına binmek için ibibikler ötmeden yollara düştüğümden, akşam inince göz kapaklarım ağırlaşmaya başladı. Vakit gece yarısına varmadan, annemin ‘ne olur, ne olmaz, belki uykusunda düşer’ diyerek tek tarafından dolaba yasladığı karyolama uzandım ve anında uyudum.

Sabaha karşı saat 2’de, sol elimin yüzük parmağında bir acı ile uyandım. Ama nasıl bir acı. Allah’ım bana ne oldu, her halde bir böcek ısırdı, yok böcek bu kadar acıtmaz, yılan mı soktu beni, ama yılanlar kış uykusunda, hem eve nasıl girsinler diye bakınırken, dramımı baş ucumda gördüm. Duvara konmuş bir sivrisinek. Daha doğrusu, bir kabadayı edası ile duvara yaslanmış. Omzunda paltosu eksik. Parmağımdan o kadar çok kan emmiş ki, sivri sineklikten kara sinekliğe yatay geçiş yapmış. O hırsla buna bir vurdum. Ağırlıktan havalanamadı salak… Bütün duvarı kızıla boyayarak yerine yapıştı kaldı. Fakat parmak fena. Başladım evde kolonya aramaya. Annemin aklındaki envanter listesi kimselere benzemez. O yüzden nesneleri neye göre sınıflayarak dolaplara yerleştirdiğine bugüne kadar akıl sır erdiren çıkmamıştır. Dolayısı ile gecenin o vaktinde kolonyayı bulmak bayağı bir iş oldu. Ama sonunda başardım, parmağıma kolonya döktüm ve bir süre sonra yorgunluğuma yenilip tekrar uyudum.

İkinci kez uyandığımda, galiba saat beş olmuştu. Bu kez parmağımdakine benzeyen korkunç bir acıya belli bir miktar görüntü kaybı da eşlik ediyordu. Kendimi şöyle bir yokladım. Bir de ne göreyim, tek gözüm kapanmış. Anladığım kadarı ile öldürdüğüm sivrisineğin akrabaları gelmiş, intikam için göz kapağımdan yirmi kere sokmak sureti ile beni bir güzel benzetmişler. Gözümün teki olmadığından ve iki de bir uyanmaktan tepe sersemine döndüğümden, odanın duvarlarının görüntüsünü beynimde netleyip, kalan sinekleri bulamadım. Bir süre debelendikten sonra çaresiz annemin yanına gittim.

“Anne, sivrisinek ilaçları nerede?”

Allah’tan hemen uyandı, kalktı, gitti odasındaki televizyon dolabının altındaki çekmeceyi açtı, hem tabletleri, hem makineyi çıkardı, verdi.

“Aaaa gözüne ne oldu? Sivrisinek mi var?”

“Gördüğün gibi cevap, sorunun içinde saklı.”

Konuşmalarımıza babam da uyandı.

“Ne oldu Gülfem?”

“Yok bir şey baba. Sivri var. Tablet istedim annemden.”

“Nes (babam anneme Nes der), bu sinekler dün gece de var mıydı? Yoksa Duru’yu sinek mi yedi?” Kardeşimin kızı bir gece evvel annemlerde kalmış. Babam beni bıraktı, onu merak ediyor şimdi…

“Yok canım, ben onu sineğe mi yediririm. Dün gece tablet takılıydı… Bitemedi gitti bunlarda…”

Demek ki konu benden başka herkesin malumuymuş.

“Anne baştan versene şu tabletleri. Sen bilmiyor musun, benim alerjim var. Bir haftadan önce açılmaz gözüm artık…”

“Biz kimyasal solumamak için, çok gerekmedikçe tablet takmaya karşıyız…”

İçimden ‘oldu’ dedim. Seksen yaşından sonra bir tek çevreciliğiniz eksik kalmıştı zaten.

Açık kalan tek gözüm ile kerteriz alıp aleti prize takmaya çalışırken, babamın odasından neşeli bir şarkı duyuldu. En yakın komşunun beş yüz metre uzakta olmasının keyfini çıkarıyor. Ama annem tepkili… Şarkı söylemeye başladığını duyunca ‘İlhan, Allah aşkına sus, çocuk uyuyacak’ diye bağırıyor…

“Uyumaz o…”

“Bırakırsan uyuyacak. Hava değişimi çarpar insanı. Senin yüzünden hasta olacak.”

Yattığım yerden, elli yıldır bildiğim atışmalarını dinliyordum ki babam “Gülfem uyuyor musun” diyerek beni de olayın içine çekti. Uyuyorum desem, bi türlü… Uyumuyorum desem başka türlü…  Acaba nasıl yapsam da bu durumdan kurtulsam, diye düşünürken, babam bu sefer anneme “sen benim yaşama sevincimi kıskanıyorsun” dedi. Annem “al beş kuruşluk da buradan yak” diye cevap verdi. Böylece cevap vermeme gerek kalmadı. Annem ve babam beni unuttular, kendi kendilerine bir müddet daha söylendiler. Sonra babam geldi, odamın tepe lambasını yaktı “Gülfem kalk, peynir ekmek yiyelim, acıktım ben” dedi. Tamam baba, dedim. Kalktım, kapanmış gözüm ve dolama çıkmıştan beter parmağım ile mutfağın yolunu tuttum.

Biz ekmeğimizi yiyip, sabah haberlerine bakarken, güneş doğdu, hava aydınlandı, Selimiye’de bir kez daha sabah oldu. Anne-baba yanında, geriye kaç tane kaldığını sadece Allah’ın bildiği günlerden biri daha başladı…

(İkibinonsekiz yılının Aralık ayı’nın onbirinci günü İstanbul’da, ofiste, mesai bitip, herkes evine gittikten sonra yazıldı. Ofis soğuktu. Osman giderken termostatın ayarını yükseltti. Sırtıma polar battaniyemi de koydum ama yine de üşüdüm. Demek ki iyice kış geldi.)


Yorumlar

  1. Öykü tadında bir yazı olmuş.okurken tebessümle doldum.ellerinize sağlık..

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı