Ana içeriğe atla

İstanbul’da Yaşamanın Acı Veren Gereksizliği Üzerine




İstanbul’a taşındığımızda on dört yaşındaydım.

Doğduğum ev, büyüdüğüm sokaklar, bisiklete binmeyi öğrendiğim park, yazın futbol, kışın kartopu oynadığımız boş arsa, bahçedeki vişne ağacı, arkadaşlarım, kuzenlerim, lise binasının dördüncü katında, F şubesinde okuyan baygın bakışlı çocuk, uzun lafın kısası o güne dek hayat diye biriktirdiğim ne varsa, Ankara’da, Yenimahalle Tufan Sokak ile Bahçelievler İkinci Cadde arasında bir yerlerde kalmıştı. O yüzden çok mutsuzdum ve İstanbul’dan nefret ediyordum. Ta ki, Küçüksu Kasrı’nı görene dek… Şimdi de öyle mi bilmiyorum ama benim gençliğimde, Küçüksu Kasrı’nın önünde, her nasılsa betona dönüşmemiş bir toprak parçası vardı. Boğaz’ın suları, basit ve alelade bir kumsalda nasıl oluyorsa öyle, bu küçük toprak alana vurup, geri dönerlerdi. O gün, Küçüksu Kasrı’na birlikte geldiğimiz grubumuzdan ayrıldım, suyun kıyısına yürüdüm ve ellerimi boğaza daldırdım. Şehir, ıslanan parmak uçlarımdan içime aktı. Ve ruhum, batan güneşin kızılına boyanmış İstanbul’a işte böyle esir düştü.

O akşamın üzerinden tam otuz dört yıl geçti. Bütün uzun süreli ilişkilerde olduğu gibi, İstanbul’la aramıza kimi zaman sadakatsizliğin gölgesi de düştü. Mesela onu bir vakitler New York ile aldattım. New York bitti, Toscana başladı. Toscana bitti, sıra Como’ya geldi. Hatta bir ara, evdeki karısının asaletinden bunalıp soluğu ucuz pavyonların karanlığına saklanmış pespaye üvertürlerin yanında alan kart zamparalar gibi ‘Bodrum’a gideceğim’ diye bile tutturdum. Ama her seferinde, en fazla bir aylık ayrılık beni kendime getirdi. Yine koşa koşa İstanbul’un kapısına döndüm. Eşiğine yüzümü sürdüm, af diledim, tövbekâr oldum. Gece Yeniköy’de, dört masalık bir balıkçı meyhanesinde, sobanın başında ağlaya ağlaya içtik beraber… Barıştığımızın sabahına Hisar’a kahvaltıya gittik. Bütün gün, kıyıda el ele yürüdük. Şileplerin, ne hikmetse bir türlü terazisinde dökülemeyen kıyı betonlarında patlayan tuzlu dalgalarında ıslandık. Balık tutanları seyrettik. Plastik sandalyelere oturup, seyyar çaycıların sattığı demli çaylardan içtik ve akşam eve dönerken illaki Kireçburnu fırınından tuzlu kurabiye aldık.  

İki hafta önce bir akşam, teyzemin misafir banyomuzda bayılması ile birlikte, İstanbul’la ilişkimiz başka bir aşamaya geçti. 112 acil servisinin yönlendirmesiyle ışıklar saçarak gelip kapımıza dayanan ambülans bizi Anadolu yakasının büyük hastanelerinden birine götürdü. Sonra başka bir hastaneye, sonra başka bir hastaneye daha… Böylece İstanbul ve ben birbirimizin bambaşka yüzlerini de görmüş olduk.

İstanbul bana bakınca ne hissetti bilmiyorum ama ben kendimi, iyi aile babası bildiği kocasının aslında eli kanlı bir Mafya lideri olduğunu öğrenen biçare ev kadını gibi hissettim. İstanbul’un karanlık, kalabalık, kimseye zerre fayda etmeyen, yoksulluk ve perişanlıkla dolu vefasız bir yanı olduğunu anladım. Hastaneye ambülansla geldiğimiz için, triyajdaki beş yüz hastayı atlayıp kırmızı hattan nispeten şanslı bir giriş yaptığımız acil servislerde, yatak bulunamadığı için dört gündür ambülans sedyesinde entübe edilmiş halde bekleyen hastaları gördüm. Refakatçisi kaçıp gittiği için tuvalete gitmekten aciz yaşlılara yardım ettim. Kış gecesinin yakan soğuğundan korunmak için bekleme salonlarının sıcağına sığınan, güvenliğin dikkatini çekmemeye çalışarak, güneşin doğmasını burada bekleyen, aslında panodan numarasını takip edenler kadar hasta olan evsizlerle tanıştım.  On üç günlük bebesini kaynanasına bırakıp gelmiş, dikişleri iltihaplı Türkmen kızına yandım. Ben odasına girdiğimde saçlarını örüyordu. Babasını hiç tanımamış. Yirmi üç yaşındaymış. İkinci çocuğunu doğururken komplikasyon olmuş. O yüzden buradaymış. Sütlerini sağıp biriktiriyormuş. Hastaneden çıkınca, ayak basılmayan bir ağacın dibine dökecekmiş. Çünkü kaynanası ‘mundar yere dökersen, sütün çekilir’ demiş. O başucundaki komodinin üzerinde duran vişne suyunu açarken odadan çıktım. Aklımdan ‘saçları Defne’ye benzediği için mi bu kadar içime dokundu bu kızın hali’ diye geçiyordu. Bir süre sonra, diğer refakatçiler gibi hastanenin kurallarını ihlal etmeye çalışmamam yönetimin dikkatini çekti. Bir hastaneden diğerine sevk edilirken, kendi aralarında konuşmalarına kapı aralığından şahit oldum. ‘Evet kibarlar, elit yani’ diyordu bir hastane müdürü diğerine… Fakat ne bizim kibarlığımız ne onların takdiri teyzemi iyileştirmeye yetmedi. En sonunda ne zaman ‘Boşaltın odayı’ dese itirazsız dışarı çıktığım için, benden helallik isteyen kapıdaki güvenlik görevlisi ile sokak lambasının ışığında vedalaşarak ‘Bütün sorumluluk bize aittir’ yazısının altına basıp imzayı, terk ettik kalpsiz İstanbul’u…

Teyzem şimdi Marmaris’te özel bir hastanede, geleceğimiz belli olduktan sonra taa gündüzden hazırlanan odasında yatıyor. Bu hastanenin farkı; herkes tanıdık. Başhekimden tut, kantinde kahve yapan çocuğa kadar. Bize hemen bir adisyon açtılar. Kerem dedi ki; 2110 numaralı odadakiler ne isterlerse ver, sonra hesaplaşırız. Çocuk ‘Tamam ağbi, sen merak etme’ dedi.  Bir şey lazım oldu, git al… Hastane eve on, çarşıya on beş dakika mesafede. Arabayı istediğimiz yere park ediyoruz. Sokaklar bomboş. 'Çekilir' derdi yok. Çünkü Marmaris’te trafik polisinin çekicisi yok.

Dün gece İstanbul’a geri döndüm. Eski ayrılıklarımız gibi kavuşmadık bu sefer. Ben banyo yapmak istedim. O sessizce bekledi. Başımda havlu ile salondaki koltuğuma gelip oturduğumda da hiç konuşmadan dinledi beni. Ayrılmak istiyorum, dedim. Ben senin bugüne kadar hep gülen yüzünü görmüşüm, koynunda böyle bir karmaşayı, böyle bir sefilliği, böyle bir yokluğu ve vicdansızlığı sakladığını hiç anlamamışım. Bunu bilerek daha fazla oturamam kıyılarında… Hem bugün onlara yaptığını, yarın bana yapmayacağın ne malum…

Anladı beni… Belki de sadece anlamış göründü. Umursadı mı? Bilinmez... 

Artık ikimizin hayatında da yeni bir sayfa açıldı. Yarım kalan işleri tamamlamak için vakit lazım. Sonra, hoşça kal İstanbul…

Seni de uğurladım içimden…


(İstanbul’da ofiste, ikibinondokuz senesinin ocak ayının yirmisekizinci günü, herkes evine gittikten sonra, ofisin sessizliğinde, ‘peki gözümün yaşını karşı yakaya yüzdürürken Hisar’da bir banka otursam bile olmaz mı’ diye düşünürken yazıldı…)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı