Sevgili Arkadaş,
Bugün hiç adetim olmadığı halde,
nereye gittiğimi ve ne zaman döneceğimi söylemeden, hatta etrafımdaki
insanlar soru soracak cesareti dahi bulamasınlar diye kısa, kuru bir veda cümlesinin
ardından ofisten çıktım ve afişinde ‘Zaman ve Varoluş’ yazan bir konferansa
katılmak üzere karşıya geçtim.
Hawking’in yüreğimize düşürdüğü
ve durmadan harladığı ‘uzay-zaman tekilliği’ teorilerini tartışmaya ne kadar
meraklı olduğumu bilirsin. Bu geceden umudum da bu merakı besleyecek bir şeyler
dinlemekti ve hatta şanslıysam, zamansal paradokslar ile ilgili birkaç cümle de
duyarım diye düşünmüştüm. Ama konferansı veren profesör konuşmaya başlar başlamaz ‘Sayısalcılar, zaman sizin anladığınız gibi bir şey değildir’ diyerek
beklentimin karşılıksız olduğunu gösterdi. Bu noktada, toplantı salonunu
dolduran kalabalığın içinden kendimi ayrıştırmak gibi psikolojik bir zorlanma hissetiğimi itiraf etmem lazım. Salon bir anda, çoğunluğu Hoca’nın öğrencisi olan ve ‘Varoluşçu Alman
felsefecilerin ayak izlerini sıkı sıkıya takip eden genç insanlar ve ben’
olarak aklımda ikiye bölündü. Neticede, hayatımı matematik problemi çözerek kazanmıyorum ama mesleğim gereği sayılara felsefeden daha yakınım. Ama yine de açık kalpliydim. İnan bana, ne kadar
olabiliyorsam o kadar… Fakat benim açık kalpliliğim her zaman olduğu gibi
olayın seyri üzerinde bir etki yaratmadı ve konferans boyunca zamanın adı
bile geçmedi. Anladığım kadarı ile bu toplantı ‘Zaman Değişiyor’ başlıklı serginin
bağlı etkinliği olduğundan adında ‘zaman’ var. Düzenleyenlerin muradı zamanı
tartışmak olduğundan değil. Eğer serginin adı misal ‘İstanbul Değişiyor’
olsaydı konferansın başlığı ‘İstanbul ve Varoluş’ olurdu ve içeriğinde de zerre
kadar değişiklik olmazdı. Bu durumda açılış cümlesinin ‘Sayısalcılar, bu
İstanbul sizin bildiğiniz İstanbul değil’ olacağını tahmin etmek, sanıyorum falcılık
yapmak olmaz.
Yalnız dikkat ettin mi, felsefe
ne kadar pervasız… Cümleye başlarken ‘Bu zaman sizin bildiğiniz zaman değil’
dedikleri anda, kendilerini matematiğin bütün sınırlamalarından kurtarıyorlar.
Hatta bir ara şaka ile karışık ‘Fizikçiler dışarı çıksın’ bile dediler. O
sırada içimden ‘Hangi fizikçiler çıksın’ diye sormak geçti. Hiç değilse
quantumcular kalsa… Matematik ve fiziği kulvar dışına attıktan sonra sıra
Tanrı’ya geldi. Bunu yaparken gerekçelerini ‘Aslında tamamı ile soyut olduğu
halde, somuta müdahale eden bir varlığı, kavramsal olarak kabul edemeyecekleri’
şeklinde açıklıyorlar. Akıl yürütmeyi önceleyen insanların bunu ret etmesi
mümkün değil. Fakat o halde adama sormazlar mı gerek varlığı gerek etkisi ile
tamamen somut olan matematik ve fizik nasıl oldu da çemberin dışında kaldı
diye… Ama felsefeciler, kendi oyuncaklarına yer açmak için, sehpanın üzerine
daha önce koyulmuş ne varsa, ellerinin tersi ile itip yerlere düşüren çocuklar
gibiydiler dün akşam. Böylece gerçek ne fiziğin, ne matematiğin, ne de
Tanrı’nın olmadığı bir evrende, yerçekimsiz ortamda uçuşan su damlacıklarına dönüştü.
İsteyen eline bir pipet alıp, istediği tarafa çekti, sündürdü. İşler buraya
geldiğinde, dinleyiciler arasında olmamana üzüldüğümü söylememe izin
ver. Çünkü her önermenin ve karşıtının doğru olduğunun ardışık dakikalar içinde
ispatlandığı bir yerde kuvvetle ihtimal çok eğlenirdik, aziz dostum…
Fizikçilerin etrafımızdaki evreni
kavrayabilmek umudu ile gece gündüz çalışıp oluşturdukları diyagramlara ‘Sadece
modelleme’ diyorlar. Zaman konusu hiç geçmedi dedim ama izninle bunu
düzelteyim. Bir anlığına tahtaya ‘Zaman doğrusal mıdır,
spiral şeklinde mi gider veya sinüs eğrisi gibi dalgalanır mı’ diye sorarak üç
tane basit grafik çizildi ve sonra ‘İşte bunlar hep modelleme’ diyerek silindi.
Benim somutlaştırmaya meftun aklım da tam bu noktada iflas etti. İçimden ‘Zaman
sayısalcıların anladığı gibi bir şey değilse ve grafikler de sadece bir
modellemeyse, o halde felsefecilerin anladığı zaman nedir?’ diye geçiriyordum ki,
Hoca buna ‘Fizikçilerin anladığı zaman sadece saymadır, diyerek dolaylı bir
cevap verdi. Böylece felsefenin anladığı zamanın sadece sayma olmadığını
gördük. İyi de güzel kardeşim, ben kendimden de biliyorum ki; insan doğar, büyür
ve varoluşunun her anında adım adım ölüme yürür. Doğum ve ölüm gibi belirgin
iki nirengi noktası varken, zaman kavramını, varoluşsal problemlerin içinden
nasıl çekip çıkarırız? Hatta sizin gibi yapıp, tersinden söylersem; varoluşu
bir problem haline getiren bizatihi zamanın kendisi değil midir? Eğer doğmadan
ve ölmeden kesintisiz var olsaydık, varoluş bir problem olacak mıydı? Var
olmayı sorgulatan şey, doğum ve ölümün kontrol edilemezliğinin yarattığı anksiyete
değil midir? O halde ister doğrusal olsun ister eğrisel, zamanı bu denklemden
nasıl çıkaracağız. O yüzden felsefenin ‘Zaman sayısalcıların anladığı şey
değildir’ tezinde bir gerçeklikten çok, bir inkâr ve kolaylaştırma gördüm. Bir
nevi laboratuvar ortamı yaratma çabası. Denklemden zamanı çekip aldığında varoluş,
mikroskopun lameline yayılan bir preparat haline geliyor. İncele
inceleyebildiğin kadar…
Yine de konferansın sonundaki
‘soru-cevap’ bölümünü eğlenceli bulduğumu söylemem lazım. Burada bir parantez açıp
sana eşsiz bir tüyo vermek istiyorum; felsefeciler fikirlerini değerli hale
getirmek için daima karşıtı ile birlikte sunuyorlar. Bir gün yeni girdiğin bir
ortamda varoluşçuluğu tartışmak istersen sen de aynısını yapabilirsin. Örneğin,
insanın varoluşunun temelinde, duyuları sayesinde algıladığı öz benliği
olduğuna etrafındaki herkesi ikna ettikten sonra, ‘Peki duyuları kastre edildiği
için kendini algılayamayan insan, insan mıdır’ sorusunu sor. Etrafındakiler
birinci önermeye konsantre olduklarından, bir nevi zihinsel illüzyon
yaşayacaklar ve insanın varlığının tanımlanmasında diğer insanların
zihinlerinin algılarını hesaba katamayacaklar. Böylece sende şapkadan tavşanı
çıkararak alkışları toplayacaksın, güven bana…
Çok konuşmam aramızda hep sorun
olmuştu. Şimdi de uzun yazmamın başına bela olduğunu tahmin ediyorum. Ayrıca şu
anda lafı değiştirmek lüksün de yok. Ama merak etme, bir şey daha anlatıp,
konuyu bitireceğim; Heidegger ‘İnsan sonraya atılmış olarak (burada atılmışı öne
doğru düşmüş, kapaklanmış anlamında kullanıyor) yaşar ve bütün varoluşsal
kaygıların temelinde bu vardır’ demiş. Yani Heidegger’e göre asıl soru ‘Peki bundan sonra ne olacak’… Oysa ben dinlerken, tam tersini düşündüm. Bence kaygı
yaratan soru ‘Bundan sonra ne olacak’ değil… Bundan önce ne oldu, sorusu… Düşünme
eylemi ile bilinçsizce tanıştığımız çocukluk yıllarımızı hatırlasana. Zihnimiz henüz
geçim derdi ile bulanmadan önce ‘Peki bundan sonra ne olacak’ diye mi soruyorduk.
Hayır… O günlerde aklımızı en çok kurcalayan soru; ben varım, benden önce annem
vardı, ondan önce anneannem vardı. Ondan daha önce de onun anneannesi vardı
fakat hepsinden önce kim vardı, sorusuydu. Bu cevabı bilmemenin çocuk ruhumuz
üzerinde yarattığı tahribatı inkâr edebilir miyiz? İlk kim vardı ve her şey
nasıl başladı sorusuna cevap veremedikçe, kendi yaradılışına bir anlam
yükleyebildin mi? Bu anlamsızlıktan daha çok aklımızı karıştıran ne oldu acaba?
Diğer bütün eylemlerimiz bunun gölgesinde kalmadı mı? Doğmak anlamsızlaşınca,
ölmek de anlamsız hale geldi. Dolayısı ile yaşamak tam da bu noktada bir
probleme dönüştü. Oysa insan her şeyin neden başladığını bilseydi, neden
bitmesi gerektiğini de bilecekti. Ama şimdi bunu bir felsefeci ile tartışsak hemen
tersinin de doğruluğunu ispat etmeye çalışacağından ve işin kötüsü bunu
yapabileceğinden günün sonunda elimizde pek bir şey kalmayacaktır. Bütün bunlardan sen ne anladın dersen,
cevabım şu; anlamsızlık korkuları ile elimizdeki her türlü edinilmiş bilgiyi
yadsıyarak baş etmeye çalışırken yuvarlandığımız dipsiz kuyulara felsefe deniyor,
gördüğüm kadarı ile… Bu aşamada tek umudum quantum fiziğinde. Quantumcular bilgilerinin
sınırlarını genişlettikçe, Heidegger’in izinden giden varoluşçuların kuramları absürd
hale gelecektir.
Konferans bittikten sonra,
İstiklal Caddesi'nde yürüdüm biraz. Tünele yakın kahve dükkanlarından birini
gözüme kestirdim ama hemen oturmadım. Düşüncelerimi sıcağı sıcağına not edebileceğim
bir defter bulmak umudu ile, bir müddet daha Taksim yönüne gittim. Gel gör ki,
gönlüme göre bir şey bulamadım. Geri dönüp, önceden beğendiğim dükkânda,
arkalarda bir masaya yerleştim. İmdadıma
garson çocuğun getirdiği dosya kağıtları yetişti. Buraya kadar okuduklarını o
kağıtlara yazdım.
Bu akşam sis var
İstanbul’da… Görüş mesafesi ara sokaklarda bile on metrenin altına indi. Sis,
binaların içindeyken de hissediliyor. Bütün pencerelere dışarıdan beyaz bir perde gerilmiş sanki. Yürümeye kalktığımızda ise betonarme bir tünelin
içinde ilerliyor muşuz gibi bir grilik sarıyor etrafımızı. Nemli ve ürkütücü soğukta hediyesi... Bunlar yetmezmiş gibi, az evvel deprem
oldu. Ama yine de bu konferansa katılmak için bin bir zahmet harcayıp buralara
geldiğime memnunum. Çünkü Hoca bir yerde ‘Aslında ölüm yok’ dedi. Hepimiz
yaşadığımıza göre, ölümün ne olduğunu nasıl bilebilirmişiz… Gerçi ben senin
öldüğünü biliyorum. Olaya böyle bakınca, varoluşu seninle tartışmak, nasıl
desem en hafif tabiri ile ‘Garip’ kaçtı, bunu da kabul ediyorum. Ama Hoca ‘Aslında ölüm
yoktur’ dediğinde, senden başka hiçbir şey kalmadı aklımda… Şapkadan çıkan
tavşan hoplayıp yanıma geldi, başını dizlerime yasladı. Sesler, ışıklar, insanlar,
anlatanlar, dinleyenler silindi gitti. Belki bir on saniye için unuttum
öldüğünü. Böyle anlarda yüzüme baş başa olduğumuz zamanlara özgü, içten bir
gülümseme yayılıyor. Muhtemelen bu akşam da öyle güldüm, Hoca ‘Aslında ölüm
yok’ dediğinde…
Ölüm, varoluşunu ortadan
kaldırdığından, hiçbir kötülüğün bulunduğun yere ulaşamayacağını bilsem bile, sana felsefe tartışarak eziyet etmeye gönlüm daha fazla razı olmuyor.
Eski güzel günlerin hatırına, bu gecelik burada bitiriyorum. Bir sonraki
buluşmamızda, başka bir beyin yakıcı ve iç kanırtıcı konu ile arayı kapatırım
nasıl olsa…
(İkibinondokuz senesinin Şubat ayının yirmisini yirmibirine bağlayan
gecenin ortasında, geceden uzak, sabaha yakın bir vakitte, İstanbul Küçükyalı’daki
evin salonunda yazıldı. Yazarken David Garrett, düzeltmeleri yaparken Itzhak
Perlman çalıyordu.)
Yorumlar
Yorum Gönder