Serdar Turgut hakkında yazı
yazmak da nereden çıktı derseniz, sizi anlayışla karşılarım. Çünkü az sonra
okuyacaklarınızı kaleme almak için rasyonel hiçbir sebebim yok. Neticede Serdar Turgut arkadaşım değil, akranım değil, meslektaşım değil… Onun iyi bir köşe yazarı,
benim de istikrarlı bir okuyucu olmamdan gayri bizi birbirimize bağlayan
başkaca bir bağ da yok ve tüm bunlara ilaveten dünyanın öbür ucunda,
varlığımdan zerrece haberdar olmadan yaşayan bir adam hakkında düşünmek ve
sonra çok marifetmiş gibi bunları anlatmaya kalkmak hiç de akıllı işi değil.
Ama gerçek şu ki; ben akıllı bir insan değilim. Hatta daha kötüsü, bir çeşit
ruh hastasıyım. Fakat bugün buna girmeyelim, derim. Çünkü ilerleyen yaşımla
birlikte artan hezeyanlarımı yazmaya kalkarsam, yazının devamında hiçbir şeye yer
kalmayabilir.
Konumuza dönersek; derslerimden arta kalan zamanda gazete okumaya
merak sardığımda on dört yaşımdaydım. Sanki milat
öncesinde kalmış gibi görünen o yıllarda doğan neslimiz için, telefonun
ekranını açıp internete bağlanmak gibi bir kolaylık yoktu. Haber almak için
gazete okumak önemliydi. Fakat 12 Eylül travmasını yaşamış toplum tarafından
bilinçli olarak politik tartışmaların dışına itilmiş gençlerin gazete okuması
pek istenmezdi. Kaldı ki o yıllarda ailedeki hak ve görevleri belirleyen kurallar,
gazete okumayı da düzenlediğinden, protokolün üçüncü sırasında olan bendeniz,
gazeteyi alana kadar vakit öğleyi bulmuş olurdu. Ama buna rağmen yine de
vazgeçmezdim. Hatta böyle olduğuna memnun bile olurdum. Sıramı beklerken Pazar
duşumu alırdım, saçımı kuruturdum, çayımı içerdim ve gazete nihayet bana
ulaştığında, artık benden sonra okuyacak kimsenin kalmamış olmasının verdiği
rahatlıkla salondaki halının üzerine yayılır, içini dışını çıkararak seri ilanlarına
kadar okurdum gazeteyi…
Yaşarken farkında değildik ama o
yıllar belki de Türkiye’nin en dertsiz, tasasız yıllarıydı. Toplumca ergenliğe
girmemiş çocuklar gibiydik. Nescafe’yi ve Marlboro sigarasını hediye olarak kabul edip, mutlu
olurduk. Turgut Özal çiçeği burnunda bir başbakandı, Ertuğrul Özkök genel
yayın yönetmeni değildi ve Hürriyet’in logosu henüz değişmemişti. Ayrıca o
yıllarda Hasan Pulur ‘Olaylar ve İnsanlar’ köşesini Hürriyet için yazıyordu.
Galiba köşe yazarlarını okumaya merak sarmam da bu sayede oldu. Hayatımın her önemli
adımında bana kazık atmayı adet edinmiş kaderim, ilk defa burada yakamı bıraktı
ve Hasan Pulur’u Ertuğrul Özkök’ten önce okumam için bana bir fırsat verdi. Tersi
olsaydı asla gerçekleşmeyecek olan köşe yazarlarını takip etme alışkanlığım da
böylece başlamış oldu.
Hasan Pulur ve Ertuğrul Özkök ile
başlayan listeye yıllar içinde eklenenler oldu. Mesela Ege Cansen. Yazılarında
tezlerden ve antitezlerden öyle bir kule inşa ederdi ki, son olarak kendi
düşüncesini getirip noel çamlarındaki yıldız gibi, kulenin tepesine
oturttuğunda kimsede itiraz edecek takat kalmazdı. Hocanın münazara tarzına
hayrandım. O yıllarda kafama kazınmış pek çok fikrinden ilerleyen yıllarda
ticari hayatımda da istifade ettim; örneğin ‘iki taraf da kazandığını düşündüğü
müddetçe anlaşma olmaz’ bunlardan biriydi. Velhasıl-ı kelam, yazarlar listesi
yıllar içinde bir genişledi, bir daraldı. Bazılarından etkilendim, bazılarından
nefret ettim. Gazete okumaya merakım da bir azaldı, bir çoğaldı. Derken
mahalleye yeni bir çocuk geldi; Serdar Turgut.
Bu yazıyı yazmadan önce hafızama
güvenmedim, biraz internet araştırması yaptım. İyi ki yapmışım. Çünkü daha önce
sorsanız, Serdar Turgut’u okumaya da on dört yaşımda başladığımı söylerdim.
Anladığım kadarı ile beynimde bir pres mekanizması var. Yeni gelen insanlara yer açmak için eskileri sıkıştırıyor. Böylece Hasan Pulur ile Serdar
Turgut arasındaki mesafeyi bana bir hadi bilemedin iki ay gibi algılatıyor. Ama
değilmiş. Serdar Turgut, eğer internet beni yanıltmıyorsa Hürriyet’te yazmaya
1994 yılında başlamış.
O yılları yine hayal meyal
hatırlıyorum. Galiba köşesinde biraz esrarengiz bir hava vardı. Kim olduğunu
tam bilmiyor muyduk, yoksa kim olduğunu biliyorduk da ‘evli mi, bekar mı’
olduğunu mu bilmiyorduk… İşte öyle bir şeyler… Detayları hatırlamıyorum.
Hatırladığım tek şey yazdıklarının ben de bıraktığı duygu olmuştu. İşte bu,
diye düşünmüştüm. Bana bu adamı versinler, dünyada başka bir şey istemem…
Şimdiki aklım olsaydı, bir erkeğe
sadece zeki olduğu için âşık olan kafamı, gider bir doktora gösterirdim. Fakat
o yıllarda bir erkeğin fiziki görünüşüne, karakter özelliklerine, ailesine, eğitimine, maddi durumuna ve burada
yazılamayacak daha pek çok şeyine bakmadan, sadece zekasına tutku beslemenin
bir kadın için ne büyük dezavantaj olduğunu bilmiyordum. O yüzden bu kusurumu düzeltmek
için hiçbir şey yapmadım ve Serdar Turgut okumaya ve bundan zevk almaya devam
ettim.
Sonra bir gün Serdar Turgut’un
kendisini gördüm. Burada tekrar hatırlatmakta fayda var. O yıllarda 'Serdar
Turgut' yazıp enter’a basınca ekrana yüzlerce görsel yüklenmiyordu. Bu
imkansızlıkta Serdar Turgut bir TV programına katıldı. Herhalde programın
yapımcısı da akıllı bir adamdı ki, Serdar Turgut’un karşısına Necef Uğurlu’yu
oturtmuştu. İkisi güya, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabul edilmemesinin
sebeplerini tartışıyorlardı. Diyaloglar hala aklımda;
-Seni Avrupa Birliği'ne almaz tabi kardeşim, neden
alsın?
-Neden almasın?
-Çünkü durmadan şaşırtmaca veriyorsun. Mesela çiğ börek
diyorsun, pişirip yiyorsun…
O gün ekrana bakan insanların çoğu şaşı
bir adamla, sıradan bir kadın gördüler. Bana gelince, birbiri ile dalga geçen
iki harika beyin gördüm. Yıllar geçti, konuşulanların çoğunu unuttum. Ama Necef Uğurlu’nun
artık evli barklı bir adam olduğu ortaya çıkan Serdar Turgut’u bu durumdan
dolayı hafifçe azarladığını unutmadım. Demek ki, zekaya hayranlık
konusunda yalnız değildim.
Yıllar içinde, galiba hayat çok
üstüme geldiğinden Serdar Turgut’u okumayı bıraktığım zamanlar da oldu. O bu süre
zarfında gazetesini değiştirdi, hastalandı, iyileşti. Ben evlendim, evliyken My
best friend’s wedding’deki Rupert Everett’a âşık oldum, çocuklarım oldu,
boşandım… Falan, filan… Nihayet beni artık fena halde bunalttığına kanaat
getirdiğim mimarlık mesleğine ara vererek, otel işletmeciliğine soyunduğum geçen
yaz, bir sezonda 4500 kişinin konakladığı bir oteli idare etmek bile mimarlık
dediğimiz beladan bin kere daha kolay olduğundan, artık bol miktarda sahip
olduğum boş vakitlerimde Serdar Turgut okuma alışkanlığıma tam zamanlı olarak geri
döndüm.
Bundan sonra yazacaklarım biraz
karışık… Serdar Turgut’u yeniden okumaya başlamak, vaktiyle çok beğenilen sevgiliye
yıllar sonra yeniden kavuşmak gibiydi. Bu adama bir zamanlar âşık olmama sebep olan
her şey hem oradaydı hem gitmişti. Serdar Turgut yine eskisi kadar entelektüel,
yine zeki, yine nüktedandı ama bir yandan da hiçbir şey eskisi gibi değildi. Buna
rağmen yazılarını okumak bana yine de büyük bir zevk verdi. Bunu idrak etmemle
birlikte, hayatım boyunca zerre kadar faydasını görmediğim ‘düşüncelerimi
didikleme’ işlerimden birine daha giriştim ve üzerinde günlerce kafa yorduktan
sonra, bu duygumun sebebini buldum; benim kafamın içinde bir ‘Serdar Turgut
dönüştürücüsü’ vardı. Bu dönüştürücü, Serdar Turgut’un daha önceki yıllarda
yazdığı yüzlerce yazıyı okumuş, gizli açık şakaları, teşbihleri, bilerek
abartılan veya yok sayılan şeyleri anlamış ve yazılardaki fikri örüntünün bir
algoritmasını çıkartmıştı. Şu anda bir Serdar Turgut yazısı okuduğumda,
zihnimin arkasında sessiz sedasız çalışan bu algoritma, okuduklarımı
dönüştürüp, eksik kalan yerleri tamamlıyor, yazıyı ben farkında olmadan Serdar
Turgut’u ilk okumaya başladığım yıllardaki haline getiriyordu.
Uzun zaman önce bir adamla yemeğe
çıkmıştım. Kendisi ile bir süredir görüşmemiştik ve ben buluşmamızın beşinci
dakikasında dayanamadım, yeni halimi nasıl bulduğunu sordum. Çünkü yirmi kilo
vermiştim, kendimi çok beğeniyordum ve onun da bunu takdir etmesini istiyordum.
Bana şöyle bir baktı ve ‘tanıştığımız gün nasılsan, gözümde halen öylesin. Kilo
aldığını fark etmedim ki, verdiğini fark edeyim’ dedi. Sonradan bunu Gaye’ye
anlattığımda, o adamla aramızdaki ilişki sıradan bir arkadaşlıktan öteye
gitmemiş olsa dahi, Gaye bu sözde gerçek bir aşkın itirafını gördü. Benim
pragmatist aklımsa Gaye her ne kadar ‘aşk böyledir işte’ dese bile, elimde
adamın davranışlarından kaynaklanan somut gerekçelerim, misal bir ilan-ı aşk olmadığı
için buna hiçbir zaman inanmadı.
Fakat bugün kendi zihnimdeki
dönüştürücüyü keşfettikten sonra, belki aşk gerçekten de böyledir, diye
düşündüm. Aşk belki de sevilenin en iyi halini zihnine yazmak ve geçen
yıllara rağmen onu orada hep ilk günkü tazeliği ile tutmaktır. Böyle bakarsanız
benim Serdar Turgut’a karşı olan duygularımın gerçek bir aşk olması da kuvvetle
muhtemeldir.
Bu arada ilginç bir şey daha
oldu; Serdar Turgut’u kaç yaşında okumaya başladım, diye araştırırken,
Hürriyet’te yayınlanan yazılarının olduğu bir linke ulaştım. Aslında çok
kullanışsız bir platform. Sayfalar arasında ilerlerken, herhangi bir yazının
içeriğine bakmak isterseniz, geri döndüğünüzde sizi sitenin en başına
gönderdiği için beş sayfadan fazla ilerlemek imkânsız. O yüzden istediğim gibi
ilk yazısını bulamadım fakat önümde kazara açılanları okuyarak çok eğlendim.
Hele köpeğin ‘ben Kayzer Söze’yim’ dediği sahneyi okurken gülmekten gözümden
yaş geldi. Ama söylemek istediğim bu değil. Daha önce beni en çok etkileyen
yazarın Gabriel Garcia Marquez olduğunu sanıyordum. Meğer sınırlı yazım kabiliyetim
üzerinde en fazla tesiri olan yazar Serdar Turgut’muş. Sadece etkilenmekle de
kalmamışım. Bazı cümlelerini kalıp halinde almışım. 17 Ağustos depreminde ne
yaptığını anlattığı bir yazısı vardı, misal… Yirmi yıl önce okumuştum, o yüzden
içerikte biraz eksikler gedikler olabilir ama özetle Serdar Turgut çok içtiği
ve bunaltıcı sıcağın etkisi ile çıplak yattığı o gecede, deprem başlayınca ayılıp
kendini sokağa atmasının hikayesini anlatıyordu. Yazının bir yerinde ‘NewYork’ta,
bundan daha sarhoş olduğum halde, otuz saniyede ayıldığım bir başka gece daha vardır
ama bu gecenin hikayesi tamamen ayrı bir yazı konusudur’ diyordu. Cümlenin
sonundaki ‘tamamen ayrı bir yazı konusudur’ ifadesini paragraf bitirici olarak aynen
kopyaladığımı, kendisinin eski yazılarını okurken nihayet anladım. Gerçi bu açıdan bakıldığında, birçoklarının
benden beklediği şekilde büyük bir yazar olamamanın başka sebepleri olduğu da anlaşılıyor
ya neyse…
Çalışırken aynı bilgisayara
bağlanan iki farklı ekran kullanmak gibi bir alışkanlığım var. Bu ekranlardan
birinde şu anda yazdığım yazı, diğerinde haber siteleri, Serdar Turgut’un eski
yazıları, youtube vs açık. Ekranların büyüklükleri ve bana olan uzaklıkları
görece farklı olduğu için, birine bakmaktan vazgeçip başımı diğerine çevirdiğimde,
gözlüğümü de değiştirmem gerekiyor. İşin kötüsü gözlüklerdeki astigmat
dereceleri aynı olmadığından, birinde masanın çizgilerine göre hizalanmış duran
büyük ekran, diğer gözlüğe geçince kaymış gibi geliyor. Her iki cümlenin
birinde ekranı düzeltmekten perişanım, o yüzden bu yazıyı artık bitirmek
istiyorum. Ama ondan önce Serdar Turgut’un yıllar önce yayınladığı ‘okullarda okutulması
gereken elli kitap’ (yoksa ‘yüz kitap’ mıydı, her neyse…) listesini çok aradığım
halde bulamadığımı, elinde kazara bu harika listeyi bulunduran varsa, bana
göndermesini önemle rica ettiğimi eklemeliyim.
My best friend's wedding’deki
Ruppert Everett, Love Actually’deki Hugh Grant, Judge’daki Robert Downey Jr ve
Habertürk’teki Serdar Turgut başta olmak üzere, âşık olduğu tüm zeki adamların
dünyanın dört bir yanında kendisinden zerrece haberdar olmadan yaşaması ile
lanetlenmiş yazarının içini kanırtmaktan başka hiçbir amaca hizmet etmeyen bir
yazının daha böylece sonuna geldik. Ben imkânsız aşklar için yaratılmışım,
diyerek bitiyorum.
Neyleyim, kader… Ve fakat, heyhat…
(İkibinondokuz senesinin Ekim
ayının on yedinci gününde, İstanbul’da, öğleden önce, ofiste yazıldı. Güneşli bir gündü. Hava
henüz soğumamıştı. Fonda Melek Mosso’dan ‘keklik gibi kanadımı süzmedim’
çalıyordu.)
Ben de onun yazılarını okurdum liseden itibaren, demek ki 92-96 arasına denk geliyor. Yazılarında hep adı Rana olan eşinden bahsederdi. Tarzını ben de severdim. Çok uzun zamandır okumadım. 6-7 yıl önce psikolog arkadaşım benimle aynı binada Ataşehir'de ofis tuttu. Ev sahibi bu Rana hanım çıktı. Huyu bakımından çok da ilham verici bir karakter değil sanırım, bu sebeple adamın kendini yazıya vermesi şaşırtıcı değil galiba :)
YanıtlaSilDünyanın bu kadar küçük olması bazen beni dehşete düşürüyor:) Rana'nın ilham verici bir karakter olmadığını Serdar Turgut'ta anlatır zaten:) Ama ben zeki adamları elde edebilen kadınların en azından ilginç olmaları gerektiğini düşünerek, Rana'ya hep saygı duymuşumdur. Kendisine benden bir selam söylersiniz artık:)
Sil