Ana içeriğe atla

Happy New Year Finland



Beni tanıyan insanlara sorarsanız; konuşmaktan çok hoşlandığımı, hatta bunu zaman zaman abarttığımı ve etrafımdaki insanları baydığımı söylerler. Eğer beni yakından tanıyan insanlara sorarsanız; konuşmaktan ziyade yazmayı tercih ettiğimi söylerler. Gerçekte doğrusu da budur. Ben sevdiğim insanlarla konuşurum. Çok sevdiğim insanlara ise yazarım. Çünkü bana göre en anlamlı iletişim yazıyla kurulan iletişimdir.

Bu yüzden ‘You’ve got a mail’ filmini çok severim. Belki on kere izlemişimdir. En hoşlandığım sahne ise Meg Ryan’ın Tom Hanks’a yazdığı mektuba ‘Sanki bir konuşmanın ortasındaymış gibi başladığını’ anlattığı sahnedir. Bugün ben de böyle yapacağım. Yazdıklarıma bir konuşmanın ortasındaymış gibi başlayacağım. Bir ayı aşkın süredir düzenli olarak bloğumu okuyan Finlandiya’lı bir dosta teşekkür edeceğim.

Kendisinin hangi şehirde yaşadığını veya kim olduğunu bilmiyorum. Çünkü blogger.com bu tip detayları paylaşmıyor. Sadece ülke bilgisi veriyor. Gerçi telefonumun ekranına düşen ülke bilgisi de gerçek olmayabilir. Neden derseniz, her ne kadar kendim yapamasam da başkalarının internete bağlandıkları ülkeleri olduğundan farklı gösterebildiklerini biliyorum. Dolayısı ile ben okunma istatistiklerinde Finlandiya’yı görsem de gerçekte nerede yaşadığını ancak Tanrı bilir. Ama orada yaşamıyorsa bile istikrarlı bir şekilde Finlandiya’yı tercih ettiğine göre, galiba orayı çok seviyor. O yüzden kendisine ‘Finlandiya’lı bir dost’ demem, çok da yanlış olmaz herhalde değil mi? Her neyse…

Bu Finlandiya’lı dostum, her sabah uyandığımda blogger istatiklerine bakmak için bana bir sebep veriyor. Blogger ülke bilgisi ile birlikte, hangi yazıların okunduğunu da söylüyor. Gerçi, bunu mutlulukla söylüyorum, bloğum her gün 50 kereden daha fazla okunduğu için, kimin hangi yazıyı okuduğunu bilmem de mümkün değil ama, bir aydır yeni yazılarımın yanında yine düzenli bir şekilde geriye giderek, daha önce yazdığım yazıları da okunanlar listesinde gördüğüm için, bloğumu en son yazıdan ilk yazıya doğru okuduğunu tahmin ediyorum. Açıkçası böyle olmasına memnunum. Çünkü yakın tarihli yazılarım, ilk yazdıklarımdan biraz daha lezzetlidir. Yıllar içinde kaydettiğim gelişme, onları biraz daha dayanılabilir hale getirdi. Yalnız burada gelişme derken, yazım alanında aldığım mesafeyi kast etmiyorum. O konuda halen çok kötüyüm. Fakat hayata karşı duruşum, yıllar içinde aldığım darbelerin ardından az da olsa katlanılabilir hale geldi. Hanya’yı Konya’yı sonunda anladım galiba. Bu fark yazılarıma da yansıyor. Yemeğin içindeki baharat gibi, onları biraz daha okunabilir kılıyor.

Gerçi konuşurken halen dayanılmaz bir insanım. Bu yüzden yakın arkadaşlarımın sayısı hiçbir zaman bir elin parmaklarını geçmez. Ama geçenlerde bunun sebebini, Haruki Murakami’nin kitaplarından birinde buldum. Murakami, kelimesi kelimesine böyle olmasa bile mealen şöyle diyor; ‘Yazarlar kesinlikle kendi düşüncelerinin doğru olduğuna inanırlar. Bu onların yazabilmesi için olmazsa olmazlarıdır. Ama sürekli kendisinin haklı olduğunu düşünen bir insanı kim sevsin? Dolayısı ile yakın arkadaşlarının sayısı 2, hadi bilemedin 3’ü geçmez…’ Oh be, dünya varmış.  

Özellikle sevgili arkadaşım Banu’nun çok şikayet ettiği saplantılı detay hatırlama huyum yine yazma alışkanlığımın sebeplerinden biri Murakami’ye göre… Aklımda bir sürü çekmecesi olan bir dolap var, diyor Murakami. İçi anılarla dolu. Yazarken o çekmeceleri rastgele açıp, içinden uygun gelenleri kullanıyorum. Benim beynimin içinde de böyle bir dolap var. Sonsuz sayıda çekmeceleri, bir sürü ıvır zıvırla dolu. Aklımın çarkları dönmeye başladığında, çoğunlukla istemsizce, elimi atıp tam da ihtiyacım olan çekmeceyi açıyorum. Fakat Finding Nemo’daki Dory kadar bile hafızası olmayan Banu, bunu anlamıyor. Ona göre detayları unutmamak için özel bir çaba gösteriyormuşum. Her sabah uyandığımda, hayatımın tüm anılarının üzerinden teker teker geçtiğim fikrine saplanmış durumda. Geçmişi geçmişte bırakmadığım için bana kızıyor. İşin kötü tarafı, ne zaman bu konular açılsa, bir önceki buluşmamızda bunları söylediğini unuttuğu için, her şeyi baştan dinliyorum. Benim adım çıkmış, kiminle arkadaşlık etmek daha zor, görün işte…

İlk paragrafta ‘bir konuşmanın ortasındaymış’ gibi yazacağımı söylemiştim. O yüzden bu kadar alakasız şeyi birbiri arkasına dizdiğim için beni suçlamayacağınızı umarak, devam ediyorum. Aklımda ‘You’ve got a mail’den başka bir sahne var. İlk defa şahsen buluşmak için sözleştikleri kafeye geldiğinde aylardır yazdıklarını okuyarak ruhunu ruhuna doladığı Shop Girl’in aslında dişe diş, göze göz mücadele ettiği Kathleen Kelly’den başkası olmadığını gördüğü için kimliğini açıklamaktan vazgeçen Joe Fox’ın yazdığı özür maili…

‘Someday I'll explain everything. Meanwhile, I'm still here.  Talk to me…’

Peki benim sohbetlerim nerede? İnsan içine çıkarılabilecek gibi olanları dost meclislerinde. Sadece kendime anlatabildiklerim ise Blog’da… Gündelik hayatın sıradan olaylarının içine yedirilmiş vaziyette orada duruyorlar. Belki de bu yüzden blog okunduğunda bu kadar heyecanlanıyorum. Acaba diyorum ‘birisi dalganın hangi kıyıya vurduğunu sezdi mi? Sonunda ne demek istediğimi anlayan biri oldu mu? Yalnız buraya geldiğimizde işler biraz karışıyor. Blog’da o kadar savunmasız, gündelik maskelerimden o kadar uzak ve o kadar kendim olarak duruyorum ki, bir insanın kişiliğimin gizli şifrelerine ilgi göstermesi, bana ateşin kıyısına çok yaklaşmışım, gibi hissettiriyor. Hem yaz, hem bloğa koy, hem okundukları zaman mutlu ol, hem anlaşılmak iste, hem de bundan ölümüne kork… Bu duyguyu anlatmaktan acizim, o yüzden geçiyorum.

Yarın yılın son günü. Bu vesile ile yazımın gerçek amacına geri dönüyor ve bıkmadan usanmadan, günlerdir bloğumu okuyan dostuma tüm kalbimle teşekkür etmek istiyorum. 2019’dan aklımda kalan güzelliklerden biri de bu olacak.

2020, okumayı ve yazmayı seven herkes için gelmiş geçmiş en iyi yıl olsun. Okumayı ve yazmayı sevmeyenler için de gelmiş geçmiş en güzel yıl olsun. Ruh hastasıyız falan da, o kadar değil artık.

Dünya barışını dileyelim diye verilen sihirli değneği çaya batırıp yediğimiz 2019 senesinin bu son blog yazısından herkese selamlar, sevgiler…


(İkibinondokuz senesinin Aralık ayının otuzuncu günü, İstanbul’da, Küçükyalı’daki evin salonunda, çocuklar odalarında ders çalışırken, saat 22:30’da tamamlandı. Fonda Vayo Can Dios’tan Je L’aime Je L’aime çalıyordu.)






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı