Bundan on yıl önce Tefal marka bir
tartı almıştım. Geçenlerde bozuldu. Üç kadına sabah akşam hizmet ettiğini ve
ilaveten Defne’nin lenduha kadar bavullarını da tarttığını düşünürsek, bence iyi
bile dayandı. O yüzden yenisini de aynı markadan almanın iyi olacağı düşündüm
ve adet olduğu üzere internetten fiyat bakmaya başladım.
Anladığım kadarı ile birçok insan
bu markanın performansı konusunda benimle aynı fikirdeydi. Çünkü en basit
modellerinin fiyatı bile, standart Türk ailesinin aylık mutfak masrafını
geçmişti. Çaresiz kampanyaları araştırmaya başladım ve en sonunda kendi maddi
imkanlarımız doğrultusunda ulaşılabilir fiyatlı ürünü Carrefour’da buldum.
Geçtiğimiz pazar günü Mimarlar Odası’nın
yönetim kurulu seçimleri vardı. Odanın merkezi Karaköy’de. Hava da aksi gibi
çok güzel. İstanbul yazdan kalma bir gün geçiriyor. Trafiğin Arap saçı gibi
olacağını bilmek için alim olmaya gerek yok. Kendi kendime ‘hadi bir güzellik
yap, kır zincirlerini, Marmaray’a bin’ dedim. Bir yandan da içimden ‘hayat
konfor alanının dışına çıkınca başlar’ diye sürekli tekrar ediyorum ki, son
anda gidip arabanın kapısına yapışmayayım. Allah’tan iradeli insanım,
telkinlerim işe yaradı, sokağın başındaki Marmaray istasyonuna yürümeyi
başardım. İnsana imkânsız gelen bütün değişimlerin ilk adımı gibi, harekete
geçmeyi başardıktan sonrası kolay. Tren geldi, hop yarım saate varmadan Sirkeci’ye
indim. Sirkeci’den tramvayla Karaköy… Oda binası zaten üç adım. Oyumu
kullandım. Hatta kendime ve kızıma bir güzellik yapıp Güllüoğlu’ndan yarım
kilo fıstıklı baklava sardırdım. Derken işler hafiften karışmaya başladı.
Tramvaya binsem, Sirkeci iki dakika. Marmaray’a ulaşınca zaten kendini evde
say. Fakat ben biraz da baklava paketinin içimde yarattığı suçluluk duygusu ile
gittim, Kadıköy vapuruna bindim. Planım şu; Kadıköy’den Kartal metrosuna geçicem,
Kozyatağı’nda inip Carrefour’a yürüycem, beğendiğim tartıyı alıcam, tekrar
metroya binip eve dönücem. İçimden yine telkinler, telkinler… Hem yürümüş
olursun, hem istediğin tartıyı ucuza alırsın. Sağlığını kazandığın gibi, paran
da cebinde kalır. Bundan iyisi Şam’da kayısı…
Vapurla Kadıköy’e geçme faslı
güzel. Sefalı… Mis gibi deniz havası aldım. Az biraz dondum ama o da benim kabahatim,
kim dedi sana açıkta otur, diye. İskeleden metro durağına yürüdüm. Trenler
ortalama on dakikada bir geliyormuş. Ben merdivenden inerken bir tanesi kalktı.
Olsun, bir sonrakini beklerim. Zaten bugünü gezme günü yapmadım mı?
Metro’dan Kozyatağı’nda indim.
Carrefour’un girişi metronun çıkışına az biraz sapa düşüyor. Elimde omuzdan
askılı çantam ve baklava kutusu var. Yarım kiloluk kutu, yol boyunca nasıl bir
değişim geçirdiyse, artık beş kilo gelmeye başlamış. Çantaya zaten taş doldurmuşlar.
Yürü Allah, yürü… Sonunda cehennemin dibindeki giriş kapısına ulaştım ve
güvenlikten geçtim. Binaya girdikten sonra marketin girişine ulaşmak için ayrıca
yürüdüğüm yolu, alışveriş arabası almak için bozuk para bulma hikayelerini ve küçük
ev aletleri bölümüne gelebilmek için kalabalığın içinde giriştiğim cansiperane yarma
harekâtının detaylarını geçiyorum. Onları boş verin. Siz neticeye bakın.
Netice; istediğim tartı yok. Kalmamış. Anasının akıllı kuzusu tek ben değilim,
demek ki...
Ne yapayım, çaresiz metroya geri
döndüm. Şimdi bizim ev Marmaray’a yakın ama, metroya çok uzak. Fakat yapacak
bir şey de yok. Kozyatağı’ndan iki durak ötede, bizim mahallenin adını taşıyan
ama mahalle ile uzaktan yakından alakası olmayan durakta metrodan indim. Yeryüzüne
çıktım ki ne göreyim, Ankara asfaltının kenarındayım. Tecrübeli yayalar alt
geçitten, üst geçitten fıldır fıldır yürüyüp yollarına gittiler. Ben konudan o
kadar bîhaberim ki, otomobiller için dikilmiş tabelalara bakarak yönümü tayin
etmeye çalışıyorum. Beceremedim tabii… Sonunda dayanamadım, Yandex’i açtım. Allah’tan
ev kayıtlı… Şak diye çizdi yolu. 6 dakika diyor. Bekle 6 dakika… Dört kilometre
mesafe var arada… Hangi altı dakika…
Neyse efendim uzatmayım, çaresiz
yürüdüm o yolu. Sonunda gün geceye kavuşurken kan ter içinde eve vardım. Deniz
beni görünce şaşırdı. Saçlar rüzgârdan dağılmış, yanaklar kıpkırmızı, burun akmış
ve hatta silinmekten derisi kavlamış. Allah’tan halden anlayan çocuk. Elimdeki
paketi aldı, bana sıcak bir çay verdi de biraz kendime geldim.
Aradan geçti dört gün. Bugün, haftanın
bitmesi şerefine işler biraz sakinleyince, tartı meselesi tekrar aklıma düştü.
Yeniden internete girdim. Baktım Carrefour’da biten kampanya tekrar başlamış. Ama artık akıllandım ya, online sipariş
verdim. Sistem teslimat adresini soruyor doğal olarak. Evin adresini girdim. O
bölgede stok kalmadı, diye bir yazı çıktı ekrana. Olsun. Ofis var… Ofisi
yazdım. Bingo… Tartı var. Hemen sepeti onayladım. Teslimat saatleri çıktı. Aynı
gün, iki saat sonrasını veriyorlar. Helal olsun adamlara, dedim. Organizasyona
bak… Sipariş özetini e-mail adresime göndereceklerini bildiğim halde,
alışkanlıkla bir de defterime not ettim. Sonra kendi odamdan sekreteryaya
yürüdüm; kızlar birazdan Carrefour’dan bir paket gelecek, benim siparişim…
Geldiğinde haber verirsiniz, dedim. Tamam Gülfem Hanım, dediler… Gitmişken bir
de kahve istedim. Sonra geri döndüm ve toplantı odasının önünden geçerek odama doğru
yürümeye başladım.
Osman ve ben, adetimiz olduğu
üzere, Mar Mimarlık’ın ilk gününden beri aynı odayı paylaşırız. Masalarımız karşılıklı
durur. Bunun, yerimizden kalkmadan birbirimizle konuşabilmek, telefon
görüşmelerimizi takip edebilmek gibi pratik faydalarını yıllar içinde bir çok kez
gördüğümüzden, böyle gelmiş, böyle gider. Ofisin ön tarafında, Bağdat Caddesi’ne
bakan odamızın cephesi komple camdır. Ultraviyolenin yazları sıcak ve kurak,
kışları soğuk ve yağışlı etkilerini saymazsak, Cadde’yi bina boyuna ulaşan
çınar ağaçlarının dallarının arasından seyrettiğimiz güzel ve aydınlık bir
manzarası vardır. Şu anda mevsim kış olduğundan, ağaçlar yapraksız ve biz de caddeyi
daha çok görüyoruz. İşte ben de masama yürürken, yapraksız dalların arasından,
karşı kaldırımdaki Carrefour’un adam boyundaki mor tabelasını bu sayede gördüm.
Ismarladığım tartının iki saat
içinde nasıl teslim edileceği konusu bir anda açıklığa kavuştu. Adamlar sadece
caddeyi geçip getirecekler. Peki ben, 2002 senesinden beri bu ofiste olduğumuz
halde, Bağdat Caddesi’nin üzerindeki en büyük Carrefour’un tam karşımızda
olduğunu nasıl unuttum. Vallahi bilmiyorum. Artık üretilmeyen kalojen bunlara
da mı sebep oluyor acaba…
Gençliğimde bir kitap okumuştum. Şu
anda adını hatırlayamadığım bir yazar (korkarım bu da kalojenin marifeti) şöyle
diyordu; bir kadının ne kadar namuslu olduğundan sıklıkla söz
ediliyorsa, bilin ki yalandır. Allah’tan bugüne kadar bana namuslu diyen
olmamıştı. Yalnız sıklıkla ‘ne kadar zeki olduğumdan’ bahsederlerdi. Bunları
yazdıktan sonra içimden geçen, derinden bir ah…
Karadenizli’ye sormuşlar; senin
için ideal kadın güzel midir, aptal mıdır… İdeal kadın aptaldır, demiş. Çünkü
güzellik geçicidir.
Meğer ben de ideal kadınmışım, haberim yokmuş. Yaşasın...
(İkibinyirmisenesinin şubat
ayının yirmibirinci günü, ofiste, tartı gelsin, diye beklerken yazıldı. Yazı
bitmeden tartı geldi.)
Yorumlar
Yorum Gönder