Yazar olmanın birinci şartının güzel ve anlamlı yazmak olduğunu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz… Konunun yazma ile illaki bir ilgisi vardır ama kesinlikle sizin düşündüğünüz kadar değildir. Okuma yazma öğrenmiş olmak, diğer kriterleri karşılıyorsanız, yazarlığın “yazı ile ilgili kısmı” için yeterlidir. Buraya kadar geldiyseniz, okuma yazma bildiğiniz aşikar. O yüzden lafı uzatmadan konuya girelim derim ben...
Woody Allen’a 'İyi yazmak
için ne gerekir?' diye sorduklarında “Bir daktilo ve çarpık bir dünya görüşü”
demişti. Bana sorarsanız bu sorunun cevabı; Bir dizüstü bilgisayar ve kâfi
miktarda mutsuzluktur... Söylediğimi ‘Deli midir, nedir’ diyerek hemen yabana
atmayın. İnanmıyorsanız Umberto Eco’ya bakın; Mutlu insanın hikayesi olmaz, der
Eco… O benden daha iyi bir yazar olduğu için daha güzel söylemiş ama sonuçta
ikisi de aynı kapıya çıkar.
Burada dikkat edilmesi gereken, sizi yazın dünyasında zirveye
taşıyacak olan mutsuzlukların temelinin çocukluk çağlarında atılmış
olması gereğidir. Yani “Ankara’dan ağbim gelmiş, evde bir bayram havası, annem babam
beni çok severmiş” ortamlarında yetişmiş bir insansanız, ilerleyen yaşlarınızda
hayatın sizi üzebilmesi zordur. Bu yüzden anlamlı bir mutsuzluk
biriktiremezsiniz. Dolayısıyla sizden yazar olmaz. Kalemlerinizi yavaşça yere
bırakıp çıkışa doğru ilerleyin lütfen.
Okuma yazma bilen ve
çocuklukları mutsuzluk içinde geçmiş olanlarla devam ediyoruz. Çocukluk mutsuzluğu
önemlidir ama ilerleyen yaşlarınızda bunun üzerine yattıysanız, yine yazar olamazsınız.
Misal, üniversitede hayatınızın aşkını bulup evlendiyseniz, nur topu gibi bir
oğlunuz ve prenses gibi bir kızınız olduysa, geçmiş olsun. O aşk bütün yaralarınızı
kapatacağı için sizden de yazar olmaz.
Okuma yazma bilen, çocukluğu
mutsuz geçmiş ve hayatının aşkını bulamamış olanlardan da yazar olmaz. Çünkü hayatının
aşkını bulamamak mutsuz eder ama öldürmez. Bir zaman sonra ister istemez kendi
yalnızlığı ile barışıp yoluna devam eder insan. O yüzden müzmin bekarlar ve
yalnızlığı ile barışık olanlar da mekânı terk etsinler lütfen…
Eğer doğru bir şekilde
ilerlediysek, elimizde okuma yazma bilen, çocukluğundan beri mutsuz ve hayatının
aşkını bulmuş fakat bir şekilde kaybetmiş bir gurup insanın kalmış olması lazım. Sevinerek söylemek
isterim ki; kriterlerin yüzde ellisini karşılıyorsunuz. Yani hepiniz birer
yazar adayısınız.
Şimdi konuyu biraz daha açmak
istiyorum. Yazı icat edileli 5500 sene olduğundan, yazılacak çizilecek ne varsa
aslında çoktan yazılıp çizilmiştir. Biraz araştırınca insanoğlunun üzerinde kalem
oynatmadığı tek bir konunun bile kalmadığını görürsünüz. O yüzden söylediğiniz hiçbir
şey insanlık için sürpriz olmayacaktır. Ne yazarsanız yazın, sizden daha önce yazılanları
ki; bunların bir kısmı herkese havada üç, karada beş basar, tekrar etmiş
olacaksınız. Bu durumda ne yapacaksınız? Öncelikle yeni bir şey söyleme
hevesinden vazgeçeceksiniz. Yani ne yazdığınıza değil, nasıl yazdığınıza
bakacaksınız. Yeni bir şey yazmaktan çok, onu yeni bir şekilde yazmaya
kasacaksınız. Başından beri anlatmaya çalıştığım “Kâfi miktarda mutsuzluk” da
işte tam burada devreye girecek; Çocukluk çağınızda kayıtsız şartsız bir sevgi
ile sarmalanıp kabullenilmediğiniz bir evde büyüdüyseniz, özgüveniniz eksik
olacak. Kendinizi daha az seveceksiniz ve açığı başka insanların
sevgisi ile kapatmaya çalışacaksınız. Ama atalarımızın dediği gibi “elden gelen
öğün olmayacak, o da vaktinde bulunmayacak”. Dolayısı ile sizin dışınızdaki
insanların sevgisi, sizi çoğaltmayacak aksine dengenizi bozacak. Böylece ruhsal
durumunuz stabil olmaktan çıkıp, toprak yolda ilerleyen at arabası gibi
hoplayıp zıplamaya başlayacak. Ama bu hoplayıp zıplamalar da kâfi gelmeyecek.
Arabayı tümüyle yoldan çıkaracak büyük bir hendeğe ihtiyacınız olacak ki, bunu
da aşkın kollarında bulacaksınız. Âşık olunca ön tekeriniz çukura düşecek. Terk
edilince arabanızın mili kırılacak. Aldatılınca atınız ölecek, falan filan…
Sonunda aşkı tam buldum derken kaybetmekten hafifçe delireceksiniz. İlişkinizin seyrine göre; bir gün kendinizi dünyayı değiştirecek kadar güçlü hissederken,
ertesi gün yataktan çıkamaz hale geleceksiniz ve sonunda bi-polar özellikler
göstermeye başlayacaksınız.
Bi-polar hastalar atak geçirdikleri
zamanlarda dünyanın gözlerine başka türlü göründüğünü söylerler. Manik fazlarda
göğün yedi kat üstüne çıkıp, depresif faza geçtiklerinde yerin yedi kat dibine indiklerini anlatırlar. Daha önce milyon kere söylenmiş şeyleri, bir kere de
kendine göre anlatmak arzusu içindeki insanın, sıradan fanilerin göremediği işte bu cennet
renklerini ve cehennem azaplarını yaşamaya ihtiyacı vardır. Ve ananızdan bi polar doğacak
kadar şanslı değilseniz, sizi bu yola iteleyecek tek şey aşktır. Yani hayatının
aşkını bulmak, sonra onu kaybetmek, sonra bir daha bulmak, bir daha kaybetmek
ve her seferinde kayışı biraz daha kopartmak bu anlamda önemlidir. Yoksa size
bir garezim olduğundan değil yani…
Herkes yeteri kadar
delirdiyse, en önemli soruyu sormanın zamanı gelmiş demektir; bunu kendinize
yapmayı gerçekten istiyor musunuz? Bir kitapçıya gidip rafların arasında
dolanmak, elinizin beğendiğini almak ve masalardan birine oturup kahve içerken ‘en
havalı bi kişi’ olarak okumak daha akıl kârı değil midir? Hangi insan evladı
kendine bu sürünmeyi reva görür? Sonuçta dünya, sizinkiler olmadan da yeteri kadar acı
ile dolu bir yerdir.
Yok kardeşim, sadece
okumak beni kesmez, illa ki yazıcam, diyorsanız yine de siz bilirsiniz. Gidip
Sait Faik’in yaptığını yapın o zaman… Cebinizde değnek yontmak için taşıdığınız
çakınızı çıkarın, kaleminizi yontun. Tutun öpün bi de… Sonra da deyin ki; yazmasam deli olacaktım…
Yazsanız da deli
olacaksınız ama… Benden söylemesi. Demedi demeyin….
(İki bin yirmi bir senesinin
Mart ayının sekizinci günü, gece saat biri, on iki dakika geçe, Küçükyalı’da ki
evin salonunda yazıldı.)
Ha işte ben de diyorum nedir beni yazmak için dürtüp duran şey… müzmin mutsuz, hayatının aşkını bulup bulup kaybeden, iflah olmaz romantik ve doğuştan bahtsız bedevi oluşummuş meğer. İçime Umberto Eco kaçtı, dur çıkarayım hemen :)
YanıtlaSil