İçimden ‘elinin körü oldu’ demek geçti. Ama demedim. Onun yerine sigaramdan derin bir nefes çektim. Sevmiyorum bu kızı, orası kesin. Fakat iş başımdan savmaya gelince, basiretim bağlanıyor nedense.
‘Gerçekten mi’ diye sordum. ‘Hikâyenin sonunu hala merak ediyor olamazsın Bukle?
‘Evet’ dedi. ‘Gerçekten merak ediyorum. Etmesem neden sorayım ki?’
Hayatımda
çok roman kahramanı gördüm, fakat bu kız kadar andavallısına hiç rastlamadım.
Üç yüz sayfa yerin dibine soktum, çıkardım, yine de akıllanmadı. Hala peşimde…
‘İyi
madem’ dedim. Gel otur, dinle öyleyse. Yalnız bu sefer çay içilecek. Şarap
bulunca, Hamidiye suyu gibi dikiyorsun tepene, sonra yine ben uğraşıyorum.
Omzunu
hafifçe silkti. ‘Tamam, dedi. Çay içelim. Gerçi geç oldu, uykumuzu kaçıracak
ama öyle diyorsan…’
Garsona
işaret ettim; oğlum bize iki tane çay getir, biri demli olsun…
Bukle ile
Boğaz’ın eski restoranlarından birinde, kömür sobasına yakın masalardan birinde
karşılıklı oturuyoruz. Artık kalmadı bu restoranlardan. İşletenleri de
müdavimleri de tarih oldu. Bunu yıkmayı her nasılsa unutmuşlar. Yüksek tavanlı,
zemini rabıta mekanların çift kanatlı ahşap kapılarının kahverengi olması gerek
şartına uyduğu için belki de. Bu renk onu görünmez yapıyor anlaşılan. Ral
7023’e boyasalar mesela, yeni yetme işletmecilerden birinin gözüne takılı verecek.
Allah etmeye…
Bukle ile
aramızda küçük, kirli bir masa var. Garsonun çaylarımızı getirmesini
dirseklerini masaya yaymış halde bekliyor. Bıraksalar, üzerine uzanacakmış gibi
bir hali var. Konuşurken, her zaman olduğu gibi, yüzünün etrafını saran buklelerini
sallıyor ve hipertroidinin şişirdiği gözlerini belerterek bakıyor. Gerçi kızın
ne kabahati var. Onu böyle yazan eninde sonunda ben değil miyim?
Garson,
ince belli bardaklarda çaylarımızı getirdi. Vakit gece yarısına yaklaşıyor ama
gökyüzünde bir ikindi aydınlığı. Kardan sebep… Boğaz‘ın üzerine döne döne kar
yağıyor bu gece…
‘Varka’nın
mesajını aldığımda Bodrum’a gidiyordum’ diyerek girdim konuya… Aralık ayının
son günlerindeydik. Çok da telaşlıydım hatta. Proje müdürü beni bekliyordu,
yağmur bastırmıştı ve böyle giderse, karanlık basmadan şantiyeye varmam
imkânsız gibi görünüyordu.
Bukle ne
yağan yağmurla ne de beni bekleyen proje müdürüyle ilgilendi. Aklı fikri
Varka’daydı çünkü.
‘Ne
yazmıştı mesajında? diye sordu.
‘Kitabı
okumadım’ yazmış.
‘Sen ne
cevap verdin peki?’
‘Güldüm.
Gülmeyip ne yapacaksın. Kitabı okumadı diye adamı dövecek halimiz yok ya…’
‘Bodrum’a
giderken mesaj atması ilginç değil mi? Çünkü kitapta ikinizin arasında olanlar
hep Bodrum’da olmuştu.’
‘İlginç
olmayı ilginç tabi de… Sen hayatın benimle nasıl dalga geçtiğini hala
öğrenemedin mi Bukle…’
Sustu,
cevap vermedi… Bu kadar sert çıkıştığım için utandım bu sefer… Gönlünü almak
hevesiyle, biraz daha alttan alan bir tonla devam ettim konuşmaya…
‘Mesajın
devamında, müsaitsen yemek yiyelim’ demişti. Ama ben Bodrum’da olduğum için
görüşemedik. İstanbul dönüşüne kaldı.
‘Ne
hissettin, geldiğini öğrenince?’
‘Ne
hissedeceğimi bilemedim ki? İki senedir görmemişim. Hatta ikiyi de geçmiş.
Sevindim desem değil, heyecanlandım desem değil. Heyecanlanmadım, desem o da
değil… Allah’tan çok işim vardı da düşünmekten kurtuldum. Ay sonunda da
İstanbul’a döndüm zaten.’
‘Sonra…?’
‘Sonra
yeni yıl telaşı başladı. Bana kalsa yılbaşı olmasa da olur… Fakat çocuklar
eğlenmek istiyor. Hiçbir şey yapmasan, yemek yapacaksın. Yılbaşı günü tekrar
aradı… İçimden dedim ki; has siktir, yoksa yeni yıla beraber mi girelim,
diyecek… Allah’tan öyle bir şey söylemedi. Hâl hatır sordu, iyi dilekler falan,
kapattık telefonu…’
Çayımdan
bir yudum almak için sustum. O sırada bir şimşek çaktı. Yağmur yağarken, gök
gürültüsüne eyvallah da, kar yağarken bir garip oluyor. Bukle masanın üzerine
yaydığı kolları ile kendine sarılarak ‘Hafazanallah’ dedi. Aklından karlı,
şimşekli bir cin-peri hikayesi geçmiyorsa ne olayım… Daha ben düşüncemi
tamamlayamamıştım ki ‘bizim Merzifonlu bir komşumuz vardı… ‘diye anlatmaya
başladı bile… Eh ben bilirim malımı.
‘Lafını
unutma…’ diyerek sözünü kestim… 'Sen gençsin, unutmazsın. Müsaade et, ben devam
edeyim’. Allahtan Bukle aynı yaşta olmamıza takılmadı.
‘O hafta
bir gün durdu, bir gün aradı veya mesaj gönderdi. Ben de domuzluğumdan sesimi
çıkarmadan bekledim. Hiç sormadım, buluşacak mıyız, diye… Basiretsizliğiyle 300
sayfa uğraştığım yeter… Ne hali varsa görsün’ dedim. Sonunda, galiba Ocak
ayının onu filandı, beni yemeğe davet etmeyi başardı…’
‘Akşam
yemeği mi?’
‘Evet,
akşam yemeği…‘ Kıyafetimi değiştirmek için eve gelmiştim ki,
Bora’dan mesaj geldi.
‘Ne
yazmış?’
‘Tak
takıştır, sür sürüştür, keyfini çıkarmaya bak…’
Bukle
gülmeye başladı… ‘Varka ile yemeğe giderken Bora’dan mesaj gelmesi herkese
kısmet olmaz, hakikaten efsunlu kadınsın, kıymetini bil Neli…’
‘Yaşarken
bu kadar komik olmuyor, merak etme’ dedim.
‘Nerede
buluştunuz?’
‘Bak…’
Buğulu camlardan az ilerimizdeki bir restoranı işaret ettim. Şuradaki bordo
tenteli binayı görüyor musun? Hani önünde at hırsızı kılıklı valenin beklediği…
Oraya geldik. Çok kalabalıktı. Allahtan yer ayırtmış.
‘İlerleme
var, desene…’
‘Onda
ilerleme var mı, yok mu bilemem ama ben de bariz bir gerileme olmuş Bukle…
Görene kadar ne hissedeceğimi bilmiyordum ama görünce anladım bütün
duygularımın öldüğünü…’
‘Yapma be,
gerçekten mi?’
‘Kızım
sana yalan borcum mu var, gerçekten tabi… Masaya devrilen bir bardağın içindeki
suyun usulca örtüye akıp gitmesi gibi, ona olan aşkım akmış, gitmiş, hatta masa
örtüsüne bıraktığı nem bile kurumuş. İlk defa ona âşık olmadığım bir yemek
yedim Varka’yla… Belki de gerçek Varka nasıl biridir, ilk defa görmüş
olabilirim’
‘Nasıl
biriymiş?’
‘Muhakkak
iyidir. Ama bana göre değilmiş. Hatta nasıl desem, biraz sıkıcıymış… Bunu ona
da söyledim.’
‘Ne dedin
adama? Çok sıkıcısın mı dedin?’
‘Ben
sıkıldım, lütfen kalkalım’ dedim.
‘O ne
dedi?’
‘Hesabı
istedi, ne desin. Vedalaşırken ‘Haydi güle güle, sana şimdiden iyi yolculuklar.
Sanırım bir daha görüşmeyiz, dedim.
‘Pes Neli,
onu da dedin mi?
‘Dedim
valla, niye demeyim ki…
‘O ne
dedi?
‘Köpeklerden
korkar mısın, diye sordu?
‘Ne
alaka?’
‘Uzaklardan
bir köpek havlaması geliyordu. Ben arabama doğru yürüyordum. Köpeklerden korkar
mısın, diye seslendi. Döndüm, baktım. Elleri cebinde, durmuş beni seyrediyor.
Yok, dedim… Arabaya bindim, bastım gaza…’
‘Sonra?’
‘Hepsi bu
kadar. Bir daha ne o beni aradı ne de ben onu… Kırk sene düşünsem, böyle
biteceği aklıma gelmezdi. Ama gerçek hayat, romanlardan daha abuktur zaten… Bir
de… ‘Lafın burasında durdum. Söylesem mi, söylemesem mi?
‘Bir de,
ne?’ diye üsteledi Bukle…
‘Kitap
veya hayat fark etmiyor. Bora’yı gördükten sonra, Varka’ya razı olmuyor
insan... Doğamız böyle...'
Küçük
masamıza sessizlik çöktü. Bukle’nin ağzının kenarında derinleşen yaş
çizgilerine baktım. Ben kitabı yazmaya başladığımda pörtlek gözlü falandı ama
hiç değilse gençliği vardı. Yıllar ona da acımamış demek ki…
‘Biliyor
musun, şimdiki aklım olsa, kitabın sonunda Varka ile seni bir araya getirirdim
Bukle… Hatta 'Ömürlerinin sonuna kadar mutlu yaşadılar' diye yazardım.
Varka’yı kendime isteyerek, bencillik yaptım. Gerçek insanlarla, roman kahramanlarının
aşkı yürümüyor.’
‘İyi de
Varka gerçek bir insan değil miydi?’ diye sordu.
‘Değildi,
diye cevap verdim. Hiçbir zaman var olmadı. Belki bir sayıklama olabilir. Aşkın
ateşiyle görülen bir halüsinasyon… Onu ‘var’ zannetmek benim aptallığımdı. Sen
ne kadar gerçeksen, Varka’da o kadar gerçekti. O yüzden ikinizin beraber olması
gayet münasipti.
Bukle
cevap vermedi. Söylediklerimi kafasında evirip çevirdiğine şüphe yoktu ama
kitabın yazarına ne söylese boş olacağı için, susmayı tercih etti. Aramızda
uzayan sessizliği bölmek için garsona işaret ettim; hesap lütfen…
Paltolarımızı
giyerken ‘Bundan sonra ne olacak’ diye sordu.
‘Bir şey
olmayacak’, dedim. Kitap bitti. Gökten üç elma düştü. Fakat bizden o kadar
uzağa düştüler ki, ulaşmamız imkansız. Çaresiz, önümüzdeki hikayelere bakıcaz.
‘Sence bu
kadar inanılmazı çıkar mı bir daha’ dedi Bukle…
‘Belli
olmaz, dedim. Altı ay önce söyleseler, bu yaşadıklarımıza da inanmazdık.
‘Kabahat
sende’ dedi bukle… Dolunay zamanı dua edersen, böyle olur.
‘Eyvallah,
dolunayda dua ettim… Ettim de ne dedim peki? Tanrım, bana gerçek bir insan
ver... Shopenhauer'ın da duasıydı bu. Hazret, bütün gün insanlara kötü
davrandıktan sonra, geceleri yalnız kaldığında böyle dua edermiş. Kafasını var
oluşun anlamsızlığı ile bozan herkes bunu ister zaten... Yazdığım insanı
gerçekleştirerek olaya kendi etrafında tur attırmak, Tanrının fikriydi...
‘Ağrımayan
dişe kerpeten…’
‘O kadar
da değil, yeniden yazmaya başladım işte, fena mı?’
‘Gören de
edebiyat Nobel’ini sana verecekler sanacak. Çok lazım sanki yazdıkların…
‘Kimseye
değilse de bana lazım. Bunlar da olmasa, yaşadığım nereden belli?
Garson
hesabı getirdi. Metal tabağın içine elimdeki kâğıt parayı bıraktım,
karanfilleri aldım, ağzıma attım. Bukle paltosunun önünü ilikledi, atkısını
boynuna sardı.
‘Sana
taksi çağırsınlar mı’ diye sordum.
‘Bu gece
arabam var, dedi. Sen?
‘Yürümek
istiyorum. Baksana kar ne kadar güzel yağıyor. Hem düşünürüm de
biraz…
‘Beni bir
daha yazacak mısın’ diye sordu…
‘Bilmiyorum
Bukle, dedim. Büyük ihtimalle yazmam. O yüzden vedalaşalım.
İçtenlikle
sarıldım Bukle’ye… Alnına düşmüş buklelerini düzelttim, atkısını biraz daha
sıkıladım. Ona olan nefretim, ölüme eş her gerçek ayrılık sahnesinde olduğu
gibi uçup gitti. Sahi yazarken zorum neydi de bu kadar kızmıştım bu garibe…
Gecenin
ayazına çıktık. Üşüyen ellerimi cebime soktum. Bukle otoparktaki arabasına
bindi, çalıştırdı, yan camı indirip bana el salladı ve gaza basıp arabayı Boğaz’ın
karanlık sularına sürdü…
Restoranın
bahçesindeki insanlar büyük bir telaş ve heyecanla arabanın sulara gömüldüğü
yöne doğru koştular. Ben de fırsattan istifade, havada uçuşan kar tanelerinin
üzerinden seke seke Arnavutköy'den Üsküdar'a kadar geldim. Oradan da tren
raylarını takip edip, evi bulmuşum işte...
Kapıyı
bana sabah namazına kalkan kalfa kadın açtı. Akşamdan ocağın üzerinde unutulmuş
çaydanlıktan bir bardak ıhlamur doldurdu. Elim ayağım ısınınca, gözüme uyku
çöktü. Sobanın arkasındaki divana kıvrılıp uyudum.
Düşümde
Varka’yı gördüm. Bukle ile beraberlermiş artık. Bana selam söylemiş. Kısmetse,
bahara evleneceklermiş.
(İstanbul’da,
ikibinyirmiki senesinin Ocak ayının yirmialtıncı günü, Küçükyalı’daki evin
salonunda, sabaha karşı 5:30’ da yazıldı. O sırada dışarıdan Marmaray
geçiyordu. Müzik setinde ‘Vasame’ çalıyordu.)
Yorumlar
Yorum Gönder