“Ben gençken kaval çalmaya meraklıydım. Çok da güzel çalardım. Ama babam izin vermedi.”
“Neden?”
“Çingeneler çalarmış
kavalı…”
“Haydaaa…”
“Vazgeçmedim, gizli
çalmaya başladım. Fakat bir gece yakalandım.”
“Ne oldu peki?”
“Ne olacak, eşek sudan gelene
kadar dövdü beni rahmetli. Toprağına güç gitmesin, eli ağır adamdı.”
Yıllar önce sürgün
edildiğim topraklara doğru yol alan Kirpikler Kraliçesi’nin güvertesinde, ocakçı
Fehim’le sohbet ediyoruz. Cebimden paketimi çıkardım. Bir tane de Fehim’e ikram
ettim. Sigaralarımızı yaktık. Dumanın yarısını, içime çekmeye kalmadan rüzgâr
alıp götürdü. Fehim nasırlı avucunun içine saklayarak içiyor sigarayı. Gemi
adamı neticede, raconu biliyor. Evi,
barkı, çoluğu, çocuğu yok. Biraz harabat, biraz berduş. On yedi yaşında
babasından yediği dayağı ar etmiş, evden kaçmış.
“Şu filikaları görüyor
musun doktor?”
Başımı evet anlamında
salladım.
“Gündüz filikanın içine
yatıyordum. Brandayı da üzerime çekiyordum. Öyle bir siniyordum ki, gemiyi
yapan mühendis gelse bulamaz.”
“Ne yiyip içiyordun
peki?”
“Geceleri çıkıp hem
hacetimi görüyordum hem de mutfaktan kumanya çalıyordum. Ekmek, peynir, ne
bulursam.”
Niyeti Jeletan’a kapağı
atmak ve bir daha da Bafira’ya dönmemekmiş. Limana iki günlük mesafede gemi
lostromosuna yakalanmış.
“Reis beni bir güzel
dövüp denize atacaktı ki birinci zabit yetişti” diye anlatıyor.
Birinci zabit insaflı
adammış, hem de Bafiralıymış. Fehim’i ocağa kömür atması için makine dairesine
göndermiş. O gün, bu gündür Kirpikler Kraliçesi’ndeymiş, yirmi yıl olmuş.
Bana turist muamelesi
yapan Fehim bu kıyılarda doğduğumu bilmiyor. Ailem beni Jeletan’a gönderip
unutmadan önce Ahmar’da yaşardım. Deniz kenarındaki kasabalarda büyüyüp, babasından
yediği ilk dayakta, gemiyle Jelatan’a kaçmanın hayalini kurmayan çocuk olmaz. Fehim
de bunlardan biriydi demek ki… Ocağa inmem deseydi, denize atılacağı falan da
yoktu. En fazla ensesine iki tane patlatırlardı, o kadar…
Biz konuşurken Ahmar sancakta
belirdi. Aramızdaki mesafe azalınca sokaklarını, evlerini, toprağın kırmızı
rengini seçtim. Akrebi ve yelkovanı sökülmüş bir saat zamanı ne kadar
gösterirse, karşımdaki manzara da araya giren yılları o kadar gösteriyordu. Gözlerim
Hâkim Ali Muvafakat Bey’in köşkünü aradı. Gelincik tarlasındaki tek papatya
gibi tepenin ortasında parlayıp duruyor. Baştan aşağı kırmızı taştan inşa
edilmiş bir kasabanın ortasına bembeyaz ahşap bir ev kondurmak ancak Ali
Muvafakat Bey’e yakışırdı zaten. Aykırılığı, aşırılığı ve uzlaşmaz karakteri bu
evin yapısında tecelli etmiş. Gemi biraz daha yaklaşınca, bir zamanlar bana ait
olan odanın pencerelerini de seçtim. Denize bakan küçük bir masam ve pirinç bir
karyolam vardı. Ders çalışırken, kaynayan sütün köpüğü gibi yükselen dalgaları,
vapurların yolcu indirip bindirmelerini, balıktan dönen teknelerin Munteza İskelesi’ne
yanaşmalarını seyrederdim. Annem, sırf ben seviyorum diye, üst kattaki çini sobanın
üzerinde ıhlamur kaynatırdı. Akşam inmeye başladı mı, Harise Hanım, kurabiye tepsisi
ve ıhlamur çayı ile odama gelir “Hava soğudu paşam” diyerek omzuma yün hırkamı
koyardı. Kırk yaşını geçtim ama Ali Muvafakat Bey’in beni kendi evimden sürmesi
ile yarım kalan çocukluğumun anıları halen burnumun direğini sızlatıyor.
Ahmar’ın Kirpikler
Kraliçesi’nin yanaşabileceği büyüklükte bir limanı yok. O yüzden gemi açıkta
bekleyecek. Yolcular ve yükler iskeleye çift kürekli kayıklarla taşınacak.
Geminin ufukta görünmesi ile birlikte sandallar palamarları çözmüşler bile.
Açıktayken demir atmak mümkün değil. Alarga yolcu indirip bindirmekse büyük
marifet. Tüm personel emre müheyya… Fehim de az evvel müsaade istedi.
Helalleşip, ayrıldık. Onun fırtına hikayeleri, benim gaz lambasının ışığında
yaptığım ameliyatların anıları ile dolu bir hafta geçirdik beraber. Kaderde varsa
yine buluşuruz. Şimdilik hoşça kal Fehim…
Gemiden en son ben indim.
Ali Muvafakat Bey’in evine bir an önce gitmek gibi bir derdim yok. Hatta hiç
gitmesem daha iyi. Ama Harise Hanım’ın hatırını kıramadım. Annem kadar emeği
vardır üzerimde.
“Babanız ziyadesi ile
rahatsız paşam” diye yazmış. “Aklı bir gelip bir gidiyor. Rahmetli annenizi
çağırıyor, gelmedi diye küsüyor. Gördüğü kabuslardan perişan. Biz de perişanız.
Gece uykusu hepimize haram oldu.”
“Zulm ile âbâd olanın,
âhiri berbad olur,” derler. Babamın (o kadar uzun süredir bu kelimeyi ağzıma
almadım ki, söyleyince tuhaf geliyor) en azından bana ettiği zulmün karşılığı
demans olmuş anladığım kadarı ile. Sorsalardı, kasabadaki hastanenin doktoru da
söylerdi. Üstelik yapılacak fazla bir şey yok. Fakat bunu lojmanda kapı bir
komşum Tahir’e anlatamadım. “Baban her ne yapmış olursa olsun, bu durumda
yanına gitmek senin evlatlık vazifendir” diyerek başımın etini yedi. Tok, açın
halinden anlamazmış. Sevgi ile büyütülen Tahir, bir çocuğun babasını sevmemesini
anlayamıyor.
Sandaldan iskeleye tek
harekette çıktım. Elimdeki küçük bavulumdan başka eşyam yok. Bir, bilemedin iki
hafta kalıp tekrar Jeletan’a döneceğim. Evdeki hizmetçinin çocuğu rahat etsin
diye kendi öz oğlunu yatağından bin kilometre öteye süren adama bundan daha fazla
zaman ayıramam.
Meydanda yolcu bekleyen
faytonlardan birine atladım. Karşılaştığım insanlar bana dikkatle bakıyorlar.
Kıyafetim buralı değil. Fakat yüzümde ve tavırlarımda onlara tanıdık gelen bir şeyler
var. Merak kediyi öldürür. Çözemedikleri bu karşıtlık da onları cezbediyor.
Çift atlı arabanın eve
giden yolu kat etmesi yarım saati buldu. Annemin vefatını saymazsam, yirmi sekiz
sene sonra aynı kapının önünde ilk kez indim faytondan. Kürkçü dükkanına mecburiyetten
dönen tilkiden bile yorgun ve bezginim. Yüksek taş duvarın ortasındaki ahşap
kapının tokmağına uzanan elim Buridan’ın eşeğinden daha kararsız. Ali Muvafakat
Bey’i görmektense, geldiğim yolu gerisin geri koşup denize atlamayı ve boğulmayı
tercih ederim. Ama bunları düşünmek için artık çok geç. O yüzden kilidin topuzunu
çevirdim ve cümle kapısını açarak avluya girdim.
Her şey hem hatırladığım
gibi hem değil. Kapının solunda kalan ev eskisi kadar heybetli fakat eskimiş,
beyazı solmuş, yer yer boyası dökülmüş. Çarşamba günleri bahçeye kurulan
çamaşır kazanlarına su taşıdığımız çeşme, mermer yalağı ile yerli yerinde
duruyor fakat kalem işi oymalarının içine kir oturmuş. Ihlamur, çınar ve
kestane ağaçlarının dalları göğe ermiş, dut aynı kalmış. Ama onun daha fazla
büyümesine zaten imkân yoktu. Ben buralarda çelik çomak oynarken bile gölgesine
bir mahalle sığıyordu. Harise Hanım ile Ali Muvafakat Bey de eskiden olduğu
gibi dutun gölgesine kurulmuş masada oturmuşlar, kahve içiyorlar. Kuşun kanat
çırpmasından bile hafif esen rüzgâr, yaprakları nezaketle hışırdatıyor.
Aylardan temmuz ama bahçe hatırladığım gibi gölgeli ve serin. Korkunun ecele
faydası yok. Hem ne olacaksa bir an önce olsun bitsin, diyerek oturanlara doğru
yürüdüm. Beni görünce Harise Hanım’ın gözleri parladı. Elini öptüm. Hafifçe
doğrulup o da beni yanaklarımdan öptü.
“Berhudar ol Ahmet Cerah
oğlum. Evine hoş geldin.”
Adımı uzun zamandır
tuttuğu nefesini salıyormuş gibi söyledi. Gelmeyeceğimden korkuyormuş demek...
Ali Muvafakat Bey’e “belki
de tanımamıştır” umudu ile baktım. Öyle olsa her şey ne kadar kolay olurdu. Yüzüme
çevrilen gözlerinde, tezgâhta beklemiş balıkların gözündeki kadar bile fer yok.
“Nasılsınız?”
Öpmem için elini uzattı.
Parmaklarını sıkmakla yetindim. Üstünkörü tokalaştık. Harise Hanım “Tanıdınız mı
Ali Bey? Ahmet geldi” dedi. Harise Hanım bana Ahmet, babama Ali Bey demek
ayrıcalığına sahip tek çalışanımız.
Konuşmuyor ama “yok daha
neler” der gibi baktığını anlamak zor değil.
Sandalyelerden Harise
Hanım’a yakın olanına oturdum. Kızlardan biri kahve getirdi. Bavulumu
elimden aldılar. Benim için babamın odasını hazırlamışlar. Kendini bildi bileli
ailemin dertleri ile uğraşmış bu kadının yılların altında ezilmiş bedenini ve
gönlünü daha fazla yormak istemediğim için kararına itiraz etmedim. Ali
Muvafakat Bey dizlerinden dolayı merdivenleri inip çıkamadığı için birkaç
yıldır giriş katındaki misafir odasında kalıyormuş, üst kat zaten boşmuş, rahat
edermişim.
Biz konuşurken ev
dalgalanıyor. Aralanan perdelerden, iki parmak açılmış kapılardan kaçamak
bakışlar atarak beni izliyorlar. Ben de çaktırmadan Nokta nerelerde diye
bakınıyorum. Ali Muvafakat Bey gibi, onu da kırk sene görmesem aklıma gelmez.
Ama cinayet mahalline geri dönen katilin maktulü araması adettir. Böyle bakınca
Nokta’nın da beni görmek istemesinden tabii bir şey yok. Biz, paylarımız farklı
olsa da birbirimizin çocukluğunun katiliyiz.
Eskiler “İti an sopayı
hazırla” demişler. Ben bunları düşünürken Nokta bahçe kapısından içeri girdi. Gördüğüm
kadarı ile bıraktığım hali ile kalmamış. Geçen otuz yıl içinde çocukluktan
çıkmış, koca adam olmuş. Aramızda iki adım kalana kadar, olduğum tarafa yürüdü.
“Evinize hoş geldiniz
Ahmet Cerah Bey.” Tavırları yapmacıksız, fakat aynı zamanda da korkusuz
Gözlerinde çocukluğundaki benzer bir parıltı var. Eskiden de böyle bakardı.
Dudakları gülmeden önce gözleri ile gülen bir çocuktu. Yerimden kalkmadan cevap
verdim.
“Hoş bulduk Nokta.”
Önce büyükleri, sonra
beni başı ile selamladıktan sonra yanımızdan ayrıldı. Ben de arkasından bakıyor
gibi olmamak için, yüzümü bahçe duvarının dibindeki çiçek tarhına çevirdim.
Akşam yemeğinden sonra el
ayak çekildi. Evin sesleri dindi. Harise Hanım’la alt kattaki büyük salonda baş
başa kaldık.
“Ali Bey, uzun yaşamanın
dertlerinden mustarip. Bu dünyada her şeyin bir son kullanma tarihi var. Babanınki
de benimki de çoktan doldu ama verdiği canı ne zaman alacağını ancak Allah bilir”
Harise Hanım babamın
demans olduğunun pek ala farkında demek ki…
“Baban hakimdi
biliyorsun. Seveninden çok sevmeyeni var. Akli melekelerini yitirdiği
anlaşılırsa, leş kargaları ile dolar bu bahçe…”
Ev, tarlalar, fabrika
babamın devlet memuru maaşı ile olacak iş değil. Hepsi annemin mirası ama
kuyruk acısı ile yağmaya gelecekler buna bakmayacaklar tabii ki…
“Allah geçinden versin, seni
cenaze kalkarken çağırsaydım, sadece kabukları bulacaktın” dedi. “Domuzdan
kopardığı kılı fayda sayanlar, her şeyin içini boşaltmış olacaklardı.”
Harise Hanım, iş işten
geçmeden dedemden kalanlara sahip çıkmamı istiyordu. Açıkçası kendisinden böyle
bir feraset beklemediğim için şaşırdım. Cevap vermek yerine saygıyla ve sessizce
dinlemeye devam ettim.
“Babam, ömrü boyunca
deden için çalıştı. Annenle aramızda ay farkı var. Şefika’yla kardeş gibi
büyüdük biz... Sen elime doğdun. Bu zamana kadar becerebildiğim kadar sahip
çıktım evinize ocağınıza… Ama artık ben de yaşlandım. Gel inadından vazgeç.
Olan oldu. Jelatan’da üç kuruş maaşa çalışıyorsun. Annenin kemiklerini sızlatma.
Babanı affet. Hem kendini kurtar hem onu…”
Konuşurken Harise
Hanım’ın yüzüne baktım. Kahır çekmiş bir kadının dertli yüzüydü görünen.
Yıllarla birlikte kemikleri çökmüş, zaten kısa olan boyu daha da kısalmıştı.
Sırtındaki belli belirsiz kambur, incelmiş el bilekleri, sandalyesinden
kalkarken masanın kenarına dayanarak kuvvet alması, bana bu yükü onun sırtından
alma zamanımın geldiğini söylüyordu. Ama bunun nasıl yapacağım hakkında hiçbir
fikrim yoktu.
Vakit gece yarısına
yaklaşırken, Harise Hanım mutfağın içinden kapıyla ayrılmış koridora geçerek evin
kendisine ayrılmış bölümüne gitti. Ben de merdivenlere ulaşmak için sofaya
çıktım. Ali Muvafakat Bey’in odasının aralık kapısından sızan nefes seslerini
dinledim. Merdivenleri ağır ağır tırmandım. En üst basamak
hatırladığım gibi gıcırdadı. Kendi odamın önünden geçtim ve bir zamanlar anneme
ve babama ait olan başodanın çift kanatlı ahşap kapısını açarak içeri girdim.
Pirinç karyola, dört
kapılı ceviz dolap, annemin makyaj masası, önündeki pembe kadife puf, şifonyer,
yatağın yanındaki komodinler ve üzerlerindeki porselen abajurlar, mafsallı boy
aynası, nasıl hatırlıyorsam öyle karşıladılar beni. Kızlar bavulumu açmış
içindekileri dolaba yerleştirmişler. Pijamalarımı da yatağın ayak ucuna
bırakmışlar. Odanın içindeki çinko abdest dolabında elimi yüzümü yıkadım.
Soyundum ve annemin saten gelinlik yorganının altında ömrümün en Freudyen uykusuna
daldım.
*
Harise Hanım’ın yükünü
hafifletmek için verdiğim kararı, ertesi gün Ali Muvafakat Bey’i muayene ederek
uygulamaya başladım. İş hekim gibi davranmaya gelince duygularımı
bir kenara bırakmak zor gelmedi. O da bunun farkında olacak ki aksilenmedi.
Demans olduğu konusunda yanılmamıştım. Babam orta derecede kognitif bozukluktan
mustaripti. Bu da kısa bir süre sonra gündelik hayatını yardım almadan devam
ettiremeyeceği anlamına geliyordu. Bir zamanlar yetkisi ve otoritesi sayesinde
dünyayı kendi etrafında döndüren bir adamı bu kadar güçsüz görebileceğimi hiç
düşünmemiştim. Harise Hanım’ı tekrar
takdir ettim. Zamanlaması mükemmeldi. Takatinin büyük kısmını yitiren Ali
Muvafakat Bey’in beni eskiden yaptığı gibi hırpalaması mümkün değildi. Ben de
bu kadar güçsüz görünen bir adamla kavga edecek değildim. Dolayısıyla bir
barışma olacaksa tam zamanıydı.
Suç ve Ceza’da
Dostoyevski “Önce biraz ağladılar ama alıştılar şimdi. Aşağılık insanoğlu her
şeye alışır” diye yazmış. Ben de aşağılık türüme yaraşır biçimde, yıllar önce
terk ettiğim baba evinin rutinine birkaç ay içinde alıştım. Öğleye kadar
kasabanın merkezindeki hastanede gönüllü çalışıyorum. Öğleden sonra fabrikaya
gidiyorum. Müdür Elma Aluji, riyakarlık akan yüzünü, ben geldiğimde masasındaki
çekmecelerden birine saklıyor ve sanki orada olmamdan çok memnunmuş gibi
davranıyor. Bu işleri bilmiyorum. O yüzden Elma Aluji’nin elmadan daha kırmızı
ve dazlak kafasına bir şaplak yapıştırıp, kendisini kapının önüne koyma
isteğimi bir kenara bırakıp gülümsüyorum. Fabrikadaki kariyer hedefim; para
çalmasına mâni olmak. Hiç değilse ben ne olup bittiğini anlayana kadar…
Nokta da fabrikada
çalışıyor. Annesi, annemden birkaç sene sonra ölmüş. Hala bahçenin diğer
tarafındaki tek odalı müştemilatta yaşıyormuş. Benden altı yaş küçüktü galiba. Önde
babam, arkada Ragibe, kucağındaki bebekle yağmurlu bir öğleden sonra, evimizin
kapısında belirmelerinin üzerinden otuz altı yıl geçmiş. Unutmuyorum, babam anneme
başı ile “gel” işareti yapmıştı. Birlikte üst kata çıkmışlardı. Gündüz vakti
odalarına çekilmeleri, kimsenin duymasını istemedikleri bir
şey konuşacakları anlamına gelirdi. Demek ki babam, bebekli kadının eve
gelişinin ardındaki sebebi, ikisinin dışında kimsenin bilmesini istemiyordu.
Annem uzun bir sürenin
sonunda aşağı indi. Gözleri kızarmıştı. Ağladığını anladım. “Harise, hamamı
yakın!” diye seslendi. Sonra sırtında yamalı hırkası, kolunda hasır erzak sepeti,
ayağında delik lastikleri ile saçağın altında dikilen kadının yanına gitti.
Kadın, ne kadar becerebildiyse o kadar bebeğe sarılmış, hızını iyice artırmış
yağmurdan korumaya çalışıyordu. Annem kundağın yüzünü açtı, “Daha kırkı
çıkmamış bunun” dedi.
O günden sonra Ragibe, Hasire
Hanım’ın yardımcısı, Nokta da benim arkadaşım oldu. Aynı bahçenin içinde aynı
anadan olmayan iki kardeş gibi büyüdük. Aramızdaki kardeş kıskançlığı da
bizimle birlikte büyüdü. Babam Nokta’yı benden ayırmazdı. Bana ne alınırsa
Nokta’ya da aynısı, hatta bazen daha iyisi alınırdı. Babamın onu daha çok
sevdiğini anlamıştım. Kıyıda köşede sıkıştırıp, yerli yersiz pataklamaya
başladım. Babam bu münasebetsiz güç gösterilerime müsamaha göstermiyordu. Sık
sık ceza alıyordum ama yine de vazgeçmiyordum.
Derken Nokta okula
başladı. Kasabadaki tek okulun birimiz birinci, birimiz beşinci sınıfına gidiyorduk.
Okul yakındı. Bizi evden “Hadi el ele tutuşun, kardeş kardeş gidin” diye yolcu
ederlerdi. Ama ben evin kapısı kapanır kapanmaz çantamı Nokta’nın önüne atar
“Taşı bunu!” diye bağırıp önden koşardım.
O yıl bayram sonbahara denk
geldi. Babam Nokta’ya lacivert rugan bir bot almıştı. Kenarında parlak sarı bir
tokası ve fermuarı bile vardı. Ağlayarak annemin yanına koştum.
“Nokta’ya yazık değil mi?
Önümüz kış, ayakları üşür sonra…Hem seninkiler küçülmedi daha”
İyi de benim botlarımın
sarı tokası yoktu. Nokta’nın botu kadar parlak değillerdi ve fermuar yerine ip
bağcıkla kapanıyorlardı. O gece Nokta sevinçten ben üzüntüden uyuyamamıştık.
Kıskançlık, en büyük
kaybetme korkusudur. Acizliğin ikrarıdır. Yenilmiş insanların hayranlığıdır.
Ben de Nokta’yı kıskanıyordum, çünkü babamın sevgisini kaybetmekten
korkuyordum. Nokta’nın sevimliliği karşısında acizdim. Onu dövdüğüm zaman bile
şikâyet etmeyen kalbi karşısında yenilmiştim. Bu yüzden günlerce intikamımı
nasıl alacağımı düşündüm. Hayallerimde bütün oyuncaklarını kırdım, yazı
defterini yırttım, okul çantasını denize attım. Ama hiçbiri öfkemi dindirmedi. Bu
yüzden Nokta’nın botlarının kösele tabanlarını onluk çivi ile deldim. Üstten bakıldığında
belli olmuyordu. Ama bu hali ile ayaklarını yağmurdan ve kardan korumasının
imkânı kalmamıştı.
İşin kötüsü Nokta ne
yaptığımı anlamayacak kadar küçüktü. Nemlenmiş çoraplarını gösterip “Botlarını
delmişsin, babam duyarsa seni öldürür” dediğimde bana inandı. Birkaç gün okuldaki
sırasında ayağında ıslak çorapları ile oturdu. Sonra soruna kendince bir çözüm
buldu. Yağmurlu günlerde ahşap bahçe kapısı arkamızdan kapanır kapanmaz, botlarını
ve çoraplarını çıkarıp çantasına koyuyor, okula kadar yalınayak yürüyor, okulun
bahçesine girince tekrar giyiyordu. Eve dönerken aynı şeyi bir kez daha
yapıyordu. Çorapları ıslanmadığı için, botunun delik olduğunu kimse
anlamıyordu.
Yağmurun itfaiye
hortumundan fışkırır gibi yağdığı bir gün çantamı Nokta’nın önüne fırlatıp eve
doğru koşmaya başladım. Nokta her zaman olduğu gibi botlarını ve çoraplarını
çıkarmak için geride kaldı. Çıplak ayakla, kayganlaşmış parke taşların üzerinden
yürümek kolay olmadığından, ikimizin çantasını birden taşıyan minik gövdesi iliklerine
kadar ıslanmıştı. Giriş kapısına vardığımda, saçağın altına girdim ve bekledim.
Nokta küçük adımlarıyla okul yolundaki yokuşu tırmandı ve yanıma geldi. Tam
çoraplarını ve botlarını giymek için duvarın kenarındaki binek taşının üzerine
oturmuştu ki, kapı açıldı. Babam ikimize de içeri girmemizi işaret etti.
Nokta’nın başını okşadı, annesine seslendi. Ragibe gelip oğlunu aldı. Ben de
salona geçen babamı takip ettim.
Ömrünü, eli kanlı
katillerin, hırsızların, uğursuzların arasında geçirmiş Ali Muvafakat Bey’in
olanı biteni anlaması beş dakikadan uzun sürmedi. Fakat yapmasından korktuğum
hiçbir şeyi yapmadı. Onun yerine daha kötüsünü yaptı. Bir daha benimle konuşmadı.
Zaten birkaç hafta sonra da yatılı okula gönderildim. Astiglal caddesinde bir apartman
dairesi satın aldılar. Mürebbiye diye birini de başıma diktiler. Hafta sonları
evci çıktığımda oraya giderdim. Annem sık sık gelirdi. Ama Nokta’yı bana tercih
eden babam bir daha yüzüme bakmadı.
İnsan zihnini, felaketlerin
şeklinden çok sebepleri meşgul eder. Benim de Nokta için benden bir çırpıda vazgeçen
babamın, neden böyle davrandığını düşünmediğim tek bir gecem olmadı. Yaptığım
şey ne kadar kötü olursa olsun, nihayetinde ben de çocuktum. Böyle bir
gaddarlığı hak etmiş miydim? Cevabı liseye geçtiğim yıl, ışıkları akşam
dokuzdan sonra kapatılan yatakhanenin tavanını seyrederken buldum; Nokta, sadece
hizmetçimizin çocuğu değildi. Aynı zamanda Ali Muvafakat Bey’in gayrimeşru oğlu,
benim de kardeşimdi. Annemin kırkı çıkmamış bir bebeği sokağa atmaya kıyamayan
merhametinin yüzü suyu hürmetine evimize yerleşmişlerdi. Bu gerçeği anlamamla
beraber anılarımda başıbozuk uçuşarak arada birbirine çarpan ve patlayan bütün taşlar
yerine oturdu. Babam benden, daha çok sevdiği diğer oğlu için vazgeçmişti. Hepimiz
babamın yasak aşk oyunun kurbanı olmuştuk. Onun şehveti beni annemden,
çocukluğumdan ve çok sevdiğim evimden ayırmıştı. Bahçemiz yerine Altaelim
Koleji’nin betonlarının arasında büyümüştüm. Boyum uzamıştı ama ruhum
sevgisizlikten küçücük kalmıştı.
O gece aklımda ailemden
kalan ne varsa topladım, zihnimde bir çekmeceye kilitledim ve anahtarını denize
attım. Yani bir daha Ahmar’a ayak basmadım.
*
Baba evine döndüğümde aylardan
temmuzdu. Göz açıp kapayana kadar kasım geldi. Gökyüzü yaz boyu denizden
aldığını, toprakların üzerine yağdırmaya başladı, dalgalar yükseldi, hırçınlaştı.
Kasabanın jeneratörü böyle havalarda sık sık arızalandığı için elektrikler
vakitli vakitsiz kesilmeye başladı. Bahçede sert bir rüzgâr fasıla vermeden
esiyor, dallara umutsuzca tutunmaya çalışan son yaprakları da yerlere
döküyordu.
Tabiatın sertleşen
mizacının aksine, evin içinde garip bir huzur vardı. Nokta ile sözsüz bir
anlaşmaya varmıştık. Birbirimize değmeden ama mecburen karşılaşırsak da, saygının
sınırlarını aşmadan yaşıyorduk. Ali Muvafakat Bey benimle hala konuşmuyordu ama
miktarını sürekli artırmam gerekse de verdiğim ilaçları içerek gecelerini daha
sakin geçiriyordu. Harise Hanım altı aydır, son altı senedir uyumadığı kadar
huzurlu uyuyordu. Bunun aldatıcı bir iyilik hali olduğunu ise benden başka
bilen yoktu. İlaçların hangi dozda verilirse verilsin artık kâr etmeyeceği bir eşik
vardı ve her geçen gün oraya yaklaşıyorduk. O andan sonra yapacak
pek fazla bir şey de kalmıyordu. Zaten hastalar bu aşamaya geldikten kısa bir
süre sonra ölüyorlardı.
Aralık sonuna
geldiğimizde Ali Muvafakat Bey’in kâbusları geri geldi. Bazı geceler yatağından
kalkmaya çalışıyor, kendisine yardım etmek isteyenlere vuruyor, eline geçirdiği
eşyaları sağa sola fırlatıyor hem kendini hem bizi hırpalıyordu. Baktım olacak
gibi değil, enjektörü akşamdan kaynatıp hazırlamaya başladım. Ricayla, telkinle
veya yalvarmayla sakinleştirip yeniden uyutamadığımız gecelerde ilacı damar
içine veriyordum. Beş dakika sonra sırtından soğuk ter boşanıyordu. Üzerini
değiştirip, tekrar yatırıyorduk. Yavaşlayan hareketleri ile birlikte, ağzındaki
kelimeler gevelemeye dönüyor, bir süre sonra da sızmaya benzeyen ağır
bir uykuya dalıyordu.
Rüzgârın duvarların
içinden geçmek istermiş gibi estiği bir gece, Ali Muvafakat Bey uykusundan yine
bağırarak uyandı.
“Ama elleri arkadan
bağlıydı!”
Odamdan çıkıp,
merdivenleri indim. İğneye ihtiyaç kalmadan sakinleşmesini umuyordum. Zira
kolları kevgire dönmüştü. Nereden geldiğini anlayamasa bile, acıyı hissettiğini
biliyordum.
“Elleri bağlı olmasa
kırmazdım kalemi…”
İçeri girdiğimde Ali
Muvafakat Bey’i yatağında doğrulmaya çalışırken buldum. Bir yandan da
karşısındaki duvara bakarak bağırmaya devam ediyordu.
“Sen de biliyorsun,
kalemi neden kırdığımı! Sen benden iyi biliyorsun!”
Halüsinasyon görüyordu.
Muhtemelen tansiyonu yükselmişti. Nabzını kontrol etmek için kolunu yakalamaya
çalıştım.
“Bırak beni!”
Karşısındaki hayal ne ise, onun kendisine dokunduğunu sandı ve elimi beklemediğim bir kuvvetle silkip
attı.
“Ben vazifemi yaptım.
Senin yapabileceğinden daha iyisini yaptım…”
Sesleri duyan Harise
Hanım girdi odaya.
“Evet Ali Bey, siz
vazifenizi yaptınız.”
“Şahitsin değil mi
Harise?”
Ali Muvafakat Bey’in gözlerinden
yaşlar akmaya başladı.
“Şahidim Ali Bey. Rahmetli
Şefika Hanım’da şahitti, Allah da şahit. Hadi yatın yerinize.”
Harise Hanım’ın mantra
gibi tekrarladığı sözlerindeki sükûnet işe yaramışa benziyordu. Harcadığı
çabadan yorulan Ali Bey, en nihayet başını yastığa bıraktı. Uykuya dalarken
kendi kendine “Allah şahit” diye tekrar ediyordu.
Üzerini örttüm. Kapalı
göz kapaklarının arasından sızan yaşları parmağımın ucu ile sildim. Fırtına çıkınca
elektrikler yine kesilmişti. Ev o gece her odada birer ikişer yanan gaz lambalarının
ışığı ile aydınlatılıyordu. Çıkarken, bu odadaki lambanın fitilini kıstım.
Ali Muvafakat Bey’in bir
hayalin önünde ağlaması beni allak bullak etmişti. Odanın kapısını kapatıp,
sofadaki divanda oturan Harise Hanım’ın yanına gittim.
“İlacın dozunu yine
artırmamız gerekecek galiba.”
“Bu derde ilaçla çare
bulamazsın Ahmet.”
“Neden?”
“Baban bu hayaletle yıllardır
cebelleşiyor da ondan. Çoktandır ortalarda görünmüyordu. Ben de hastalığı bir
işe yaradı, hiç değilse şu mendeburdan kurtuldu diye düşünmüştüm.”
Harise Hanım, Ali
Muvafakat Bey’in kabuslarından üçüncü kişi olarak bahsediyor. İşin aslını anlamanın
semptomları gidermeye bir yardımı olur umudu ile sordum;
“Bana da anlatır mısınız,
Ali Bey’e musallat olan şu mendebur kimdir?”
Harise Hanım yere baktı.
Belli ki tereddütleri var. Kendisi ile hesaplaşmasının bitmesini sessizce
bekledim.
“Bir gün üç kişi balığa
çıktılar. Fırtınalı bir gündü. Dalgalarla epeyce boğuştular. Alabora olma
tehlikesi atlattılar. O kargaşada bir tanesi dalgaların arasına düştü,
kurtaramadılar.”
Ahmar’ın kıyılarına vuran
deniz kuzey rüzgarlarına açıktır. Ne yağmuru biter ne fırtınası. Her sene
balığa çıkıp geri gelemeyen birkaç kişi olur. Burada yaşayanlar için bildik hikayelerdi
ama sözünü kesmeden dinlemeye devam ettim.
“Sağ kalan balıkçılar karakola
gidip ifade verdiler. O zamanlar Celal komiser vardı. Balıkçıları dinledi, vakayı
adiyeden sayıp dosyayı kapattı. On beş gün sonra iskelenin dibinde bir ceset
karaya vurdu. Sandaldan düşüp ölen balıkçının cesedi... Suda kalmaktan şişmiş,
morarmış. Fakat bundan önemli bir şey var; adamın elleri arkadan bağlıymış.”
“Yani?”
“Yanisi şu; adamın ölümü kaza
değilmiş. Cinayetmiş… Öbür iki balıkçıyı tutukladılar. Epey bir sorgu sualden
sonra olayın kadın meselesi olduğu anlaşıldı. Tutuklananlardan biri, adı Albar,
ölen adamın karısı ile düşüp kalkıyormuş. Adamı sandala zorla bindirip açıkta
denize atmışlar. Ceset kıyıya vurmasaydı kimse kıyamete kadar bilemezdi neler
olduğunu.
Dava babana geldi. Albar
suçlamaların hiçbirini kabul etmedi. Ölen adamı korkutmak ve karısını boşamaya
ikna etmek için sandala bindirdiklerini, ellerini kendilerini korumak için
bağladıklarını, adam denize düştükten sonra arkasından kendisinin de suya
atladığını, fakat dalgaların arasında onu bulamadığını anlattı. Diğer adam bu
ifadeyi desteklemedi. Kendisinin hiçbir şeyden haberi olmadığını, sadece kürek
çektiğini, Albar ‘Seni de öldürürüm’ dediği için korktuğunu, ilk ifadesinde bu
sebeple doğruyu söylemediğini iddia etti. Baban Albar’a idam, arkadaşına da
otuz yıl hapis cezası verdi. Biliyorsun hakimler idama karar verince
kalemlerini kırarlar. Baban da mahkeme salonundan çıkmadan önce kırdı Albar’ın kalemini…
Eve geldiği zamanı
hatırlıyorum. Çok üzgündü. Bütün kanıtlar Albar’ın aleyhineydi. Fakat adamın kendini
savunan tavırlarında duruşmaların başından sonuna kadar değişmeyen ve dikkat
çeken bir içtenlik vardı. Bu da babanın aklını karıştırmıştı.
Ceza bir ay sonra, sabah
namazının ardından iskele meydanında infaz edildi. Kasabalılar çıt çıkarmadan,
sicim gibi yağan yağmurun altında seyretmişler idamı. Cellat, mahkumun ayağının
altındaki sehpayı tekmeleyince, kalabalıkta bir kadın düşüp bayılmış.”
Harise Hanım sustu. O
konuşurken, fırtına şiddetini iyice artırmıştı. Tepenin eteğindeki kayaları
döven dalgaların sesi bize kadar geliyordu.
“Ali Muvafakat Bey bu
kadının idam edilen adamın yakını olduğunu tahmin etmiş. Emir vermiş, alıp adliyedeki odasına getirmişler. Albar’ın komşu köyde yaşayan imam nikahlı
karısıymış. Kucağında bebeği, üstü başı dökülüyor, ayağındaki lastikler
yarılmış, kolundaki hasır sepetin içinde yarım ekmek, bir de soğan…”
Uzun süredir nefesimi
tuttuğumu ancak o zaman fark ettim. Ahmar’ın sahillerinde kopan fırtınanın bir
eşi ruhumu kasıp kavuruyor bu gece…
“Baban, kadını da
kucağındaki bebeği de alıp, doğruca eve gelmiş. Annene olanları anlatınca
ağlamıştı rahmetli. Bilirsin çok yufka yürekli kadındı.”
Aldatıldığı için
ağladığını sandığım annem, karşısındaki kadının çaresizliğine ağlıyormuş demek.
“Bana ‘Hamamı yakın Harise’
demişti. Kadını da bebeği de yıkadık, pakladık, tertemiz giydirdik. Karınlarını
doyurduk. Ertesi sabaha kadar deliksiz uyudu ikisi de…”
Gözümün önüne buz gibi
parke taşlara yalınayak basarak okula giden “çocuk Nokta” geldi. Bir elinde
kendi çantasını, diğerinde benimkini taşıyor. Minicik ayakları soğuktan
morarmış...
“Nokta büyüdükçe Ali
Bey’in içindeki şüphede büyüdü. Bir yavruyu nâ-hak yere babasızlığa mahkum
ettiği düşüncesi ile kendisini yedi bitirdi. Nokta’ya düşkünlüğü buradan
geliyordu Ahmet. Yoksa onu sana tercih ettiği falan yoktu.”
Babamın Nokta’yı tercih
ettiğinden annemden başka kimseye dert yanmamıştım. Harise Hanım’a kalbimin bu
en derin sırrını ancak o aktarmış olabilirdi. Demek ki söylenenler tevatür
değilmiş, annem ve Harise Hanım gerçekten kardeş gibi büyümüşler.
“Affetmediği sen değildin aslında, kendisiydi. Çektiği vicdan azabı yıllar geçtikçe azalacağına arttı. Sonunda Albar’ı rüyalarında görmeye başladı. İlk başta sadece bir kabustu. Gitgide bir eziyet halini aldı. Bazen ben bile inanıyorum karşısında bir hayalet olduğuna…”
“Ne zamandan beri görüyor
bu hayaleti?”
“On sene olacak nerdeyse.”
Demek ki kireçlenmiş
plakalar beyin kıvrımlarının arasını on yıldan beri sarıyormuş. Demansın
kişilik bölünmesine ve şizofreniye benzer rahatsızlıklara yol açtığı sır değil.
“Peki bunları bana neden daha
önce anlatmadınız Harise Hanım?”
“Nokta’nın gerçek babasını
bir katil olarak bilmesini istemedik. Sorsaydın, tifüs salgınında öldüğünü,
karantinada toplu halde gömüldüğü için mezarının bilinmediğini söylerdik.
Çocukken bu sırrı taşıyamazdın. Anlayacak yaşa geldiğinde de çoktan gitmiştin.
İşler bu hale gelmeseydi benim de anlatacağım yoktu zaten.”
Harise Hanım’a teşekkür
ettim. Elinden tutup kaldırdım, odasına kadar eşlik ettim. Sonra dönüp babamın
baş ucundaki koltuğa oturdum.
Ali Muvafakat Bey,
pencereler aydınlanırken uyandı. Koltukta oturduğumu fark edince biraz şaşırdı.
Sonra yüzünde yıllardır görmediğim bir sevinçle “Ahmet, sen mi geldin?” diye
sordu.
Yerimden kalktım, gidip
elini tuttum.
“Evet baba dedim, ben
geldim.”
“Oğlum, havasız kalmış
burası. Pencereyi aç istersen.”
Dediğini yaptım. Bütün
gece devam eden fırtına az önce dinmişti. Bahçe, rüzgârın gazabına uğrayıp
kırılan dallarla doluydu. Ağaçlar şüphesiz eskisi gibi olmayacaktı ama gövdede
kalan yaralar zamanla iyileşecekti. Bu fırtınaya dayanan dalları kırmak içinse
artık daha güçlü bir fırtına lazımdı. Öylesi de insan ömründe bir kez ya olurdu
ya olmazdı.
Bütün gece yağan yağmur,
havadaki tozları, kirleri yere indirmişti. Ufuktan Ahmar’ın üstüne doğan güneş,
daha önce hiç kimsenin görmediği gibi parlıyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder