Ana içeriğe atla

İyilik-Kötülük, diğer bir deyişle Akıllılık-Aptallık....

Hayatımın kırk yılını geride bıraktığımdanmıdır nedir, yoksa olacağı vardı da mı oldu bilinmez; başıma gelen istenmeyen durumlara kızmak veya eyleme kalkmak  yerine, oturmak, düşünmek, kendimce sonuçlara varmak gibi bir misyon edindim... Yani ‘buna bana nasıl yaparlar’, ‘ulan ben bu kazığı yiyecek adammıydım’ diye dövünmek yerine, ‘şimdi bu durumu yaratan dinamikler nelerdir’, ‘dünyanın acaba hangi yazılı olmayan kuralı yüzünden bu oldu’ veya ‘bundan ne öğrenmeliyiz’ gibi düşünceler geliştirmeye başladım... Gerçi düşüncelere daldığım anlarda mabadımdaki kazığı unutup, üstüne oturduğum da olmuyor değil ama bunu da farkındalık yolunda ödenen ufak bir bedel kabul ediyorum artık...
Geçen haftayı iyilik-kötülük ikiliği üzerine kafa yorarak geçirdim. İyi neden iyidir, kötü neden kötüdür... İyi neden iyilik yapar, kötü neden kötülük yapar... Vardığım sonuçlar beni bile şaşırttı..
İnsanın başına birşey gelecek ki, bu kavramları düşünecek... başımıza gelmeden düşünsek... olmaz, hayır... neden hayır? Çünkü vaktimiz yok... neden vaktimiz yok? Çünkü,  kendi yarattığımız suni gereklilikler içerisinde, marifeti kendinden menkul bir hedefe körlemesine koşmaktan başka hiçbirşey için vakit ayırmıyoruz da, ondan vakit yok...
Ama bu dünyaya neden geldik o zaman? Asla bizim bir parçamız olamayacak maddeleri toplamaya mı? Onları kendimize göre düzenli yığınlar haline getirmek için mi... Bunun için geldiysek, yok yere çok zahmete girmişiz demektir. Zira giderken hiçbirini götüremiyoruz gördüğüm kadarı ile...
Güneşe tapan insanın güneş battığında, ‘bu benim tanrım olamaz’ demesi gibi, bu batan güneşlerin peşinde koşmaktan başka birşey olmalı hayatın amacı... Aristo amacın ‘mutluluk’ olduğunu söyler... bence de doğru. Hayatın amacı mutlu olmaktır. Ama müsadenizle bunu bir adım ileri götürmek istiyorum. Hayatın amacı sürekli mutlu olmaktır...  yani olaylara ve kişilere bağlı olmadan mutlu ve dingin olmayı başardığımız zaman dünyaya gelişimiz amacına ulaşmış demektir.
Disney Channel’da bir çizgi film var. Adı ‘Özel ajan Orso’... Orso olmadık işler, olmadık salaklıklar yapıyor, düşüyor, kalkıyor ve hepsinin sonunda da ekrana dönüp ‘herşey planın parçası’ diyor... Bizde biraz Orso’ya benziyoruz..  Misal, bir adama veya kadına aşık olup mutluluktan bulutların üzerine  çıkıyoruz, aşk bitince de tepe taklak bulutlardan aşağı yuvarlanıyoruz.  Kafa, göz yarılıyor. Yaraları doğru  pansuman edip ilerlersen, mutlaka bir yere varılıyor... Herşey hakikaten planın parçası galiba...
Bana göre, dünyada ebedi mutluluğu yakalamak için en büyük rehberimiz akıl... Bu konuda yüzlerce tanım var: Akıl şudur, akıl budur... duygusal akıl şöyledir, mantıksal akıl böyledir. Kış mevsimine uygun akıl budur, yazlık akıl budur gibi... yok efendim sokma akıl yedi adım gider de, takma akıl beş adım gider... girdin mi çıkılmıyor.. bu tanımları okumanın iki temel zararı var, insan ya bu akıl çeşitlerinin hepsine birden sahip olduğunu düşünerek aşırı şişiniyor veya bende bunlardan hiçbiri yok diye kahroluyor... ben kahrolanlar tarafındaydım. O yüzden kendi aklımı kendim tanımlayım dedim: Bence akıl veya benim aklım, dediğim gibi bu dünyadaki rehberimdir. Beni ebedi mutluluğa ulaştıracak şey aklımın muhakeme ve mukayese etme gücüdür... şimdi bu tanım ‘ya bir yol bulacağız, ya yeni bir yol yapacağız’ gibi oldu ama, idare ediverin artık...
Akıl rehberimizdir, dedik... yani insan hayat yolunda körün değneğine dayanması gibi, aklına dayanarak yürür... akıl, yolu aydınlatan fenerdir. Etraftaki bilinmeyen karanlıklar aklın ışığı ile aydınlanır. Dünyaya aklının ışığından bakan insan tedirgin olmaz, çünkü herşeyi olduğu gibi görür... Dolayısı ile korkmaz...
Korkmayan insan, cesur insandır. Kendi varlığını tehlikede hissetmediği için pozisyon almak, tuzak kurmak gibi ihtiyaçları yoktur. Dünyaya anlayarak baktığı için kimseye çelme takmak ihtiyacı hissetmez. Çünkü O, kulvarların sonsuz sayıda olduğunun farkındadır. Bu dünyada herkese ve herşeye yer ve yaşam hakkı tanınmıştır, rekabet izafidir. Herkesin kumanyası en baştan ayrılmıştır.
Akıllı insan, etrafını aydınlatan aklının ışığında düzeni görüp anladığından kötülükten arınmıştır.
Akıllıların yanında bir de akılsızlar vardır.. Onlara halk arasında aptal denir... Aptalların rehberi yoktur. Bu koskoca dünyada ışıksız ve kılavuzsuz kalmışlardır. Bu yüzden herşeyden, herkesten korkarlar... sadece burunlarının ucunu görebildikleri için imkanların ve kaynakların sonsuzluğunu anlayamazlar, sınırlı miktarda görüp, algılayabildikleri bu kaynaklar için habire didişirler... Aptallıkları arttığı oranda karanlığa gömülürler ve aynı miktarda hırçınlaşırlar...  Bir adım sonrasını görüp anlayamadıkları için hayatları zordur, çarpışarak, dövüşerek ilerlerler...
Aptal insan varlığını korumak dürtüsü ile hareket ettiğinden, tüm davranışları kendi gözüne mübah görünür. Etrafına zarar vermekten çekinmez. Dolayısı ile aptal insan, kötülüğe boğazına kadar batmıştır...
Düşüncelerim buraya kadar geldiğinde şunu hissettim: Eğer durum vaziyeti böyle ise, iyilik ve kötülük de olmayabilir... Çünkü bir tarafta, herşeyi anlayabilen ve anladığı ölçüde rahat ve paylaşımcı, kaynakların sonsuzluğunu kavramış ve iç huzurunu topladığı maddelerde aramaktan vazgeçmiş bir akıl ile, diğer tarafta hiçbirşeyi anlayamayan, kavgacı, kaynakları sınırlı sanan ve güvende olmak için durmadan toplayan bir akılsızlık var demektir.  
O zaman kendi karanlığında kaybolmuş bu ruha kızabilir misiniz? Kızamazsınız... gelip sizin elinizdekini çekse bile, körlemesine koşarken çarpıp sizi devirse bile kızamazsınız...  Bunu fark ettiğiniz aşamada, görebildiğiniz için şükredersiniz. Bir sonraki aşamada ise, yani daha da erdiğinizde, onların da görmesi için dua edersiniz... Üçüncü ve son aşama ise, anladıklarını tablete yazıp ‘size on emir getirdim’ demek olabilir... Bunu bilmiyorum tabii... ama böyle yaptılarsa da, tüm evreni bir ışık seli içinde gördükten sonra, geri kalanların karanlığına gönülleri razı olmayan bu akıllı insanları ayıplamamak gerekir.
Netice itibari ile toparlarsak; ben akıllıyım... yani bir rehberim var. Aydınlatma kapasitesini henüz bilemediğim bir ışığa sahibim. Dileğim bu ışığın, yıllar geçtikçe daha geniş bir alanı aydınlatması...  İkinci dileğim ise, aptalların şimdilik benden uzak olması...Henüz onlarda görebilsinler diye dua edecek kadar aydınlanmadım çünkü...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı