Ana içeriğe atla

Rakamla 14...

Geçen yıl  bu vakitler de evliliğim bitti... Kendisi, sanki bundan anlamam gereken birşey varmışçasına, 14 Temmuz’da başladı, ondört yıl sürdü ve 14 Ocak gecesi sona erdi...
Bu yazıyı yazmadan önce epey düşündüm. Hassas bir konu çünkü... ama yazmadan geçmeye de gönlüm elvermedi. Neticede, kıldan yünden bir sürü meseleye sayfalar dolusu yazdıktan sonra, hayatımın dönüm noktalarından birini es geçmek çok anlamsız olacaktı yani...
Sonuçta buradayım... bakalım anlatmaya ferasetim yetecek mi...
Eski kocamın adını, mimarlık fakültesine kayıt olduğum gün,  listede gördüm. Kendisi okula açık ara birinci olarak girmişti. Aldığı puanın yüksekliği  dikkatimi çekti. Hayran kaldım... gidip şu çocukla bir tanışayım, bakalım kimin nesiymiş dedim...
Geçenlerde bunu anlatınca Gaye dediki; ‘iyiki listeden devam etmemişsin’... Meğer kendisi de üçüncü sıradaymış...  Ne diyim, fevkalade isabetli olmuş, hem Gaye için, hem benim için...
Okulun ilk günlerinde bizi gruplara ayırmışlardı... onbeş gün İstanbul’u turladık. Çok yarayışlı bir geziydi. Kadim dostlarımdan biri ile orada tanıştım mesela.. telefon kulübesinin önünde birlikte kuyruğa girmiştik... derken can sıkıntısından laflamaya başladık. Artık nasıl bir muhabbetse, yirmidört senedir bitmedi, gitti maşallah... Eski kocamla da o gezilerden birinde tanıştım...  Daha doğrusu o benle tanıştı. Sonradan ‘keçi yavruları gibi neşe içinde zıplıyordun’ diye anlatmıştı... Kendisi hayvansever bir arkadaşımız olduğundan, bu neşeli keçi yavrusu dikkatini çekmiş ve tanışabilmek için bizim gezi grubuna katılmış...
Ben bu arada üniversiteye başlama heyecanı içinde listeyi de, birinciyi de unutmuşum tabii. O gelip beni bulmasa, benim gidip onu arayacağım falan yok aslında... ama kader ağlarını örmüş bir kere, kaçış yok... illaki karşılaşılacak, illaki tanışılacak...
Neyse efendim uzatmayalım, biz böylece tanıştık, anlaştık, kaynaştık ve derken aşık olduk... Sene 1988 senesinin Ocak ayı... çıkmaya başladık... sonrasını şöyle özetleyebiliriz. Bir süre çıktık, sonra olmuyor diyerek ayrıldık... ama ayrı kalmak ne mümkün.... tekrar çıktık... olmadı ayrıldık... ayrılığa yine dayanamadık falan filan...
Hikaye uzun, toparlayalım... bu şekilde 1993 senesine kadar geldik.  O yıllarda ikimizde hayatımızı kurma telaşına dalmıştık. Okul bitmişti. Ben hem master yapıyordum, hem çalışıyordum. O da aynı şekilde... bir yandan para kazanmaya, bir yandan işimizi öğrenmeye çabalıyorduk...
1993 senesinde ofisimizi açtık. Bir ortağımız daha vardı... Bin’er dolarda paramız... Çırağan’daki çatı katımızı, masa ayaklarımızı ucuza gelsin diye at arabası ile taşıtmamızı, 3 masa, 3 sandalyeden ibaret eşyalarımızı herhalde ömrüm oldukça unutamam... ofisimiz sadece 40 m2’ydi, sobalıydı, yağmur yağdıkça çatısı akardı. O günlerde ne vakit yağmur yağmaya başlasa, benim içim cız ederdi. Acaba çatı neyin üstüne akıyor diye..  Çırağan’dan taşındıktan sonra bile bir zaman bu alışkanlık devam etti... Ama manzara muhteşemdi... Birinci köprüden kız kulesine kadar Boğaz’ı seyrederdi. Arkadaşlarımız, bir süre sonra yerimizi öğrendi. Gece Ortaköy’e gidenler, ışık yanıyorsa muhakkak uğrarlardı.
1995 yılının bir kış günü bana bu ofiste evlenme teklif etti... Sesi hala kulağımda... ‘ben hep evlenmemize mani olan şeyler birgün gelip ortadan kalkacak ve ikimiz sonsuza dek mutlu yaşıycaz diye düşündüm’...  Gözlerimden yaşların sicim gibi süzüldüğünü hatırlıyorum....
Evlenmemize mani olan şeyler, yeteri kadar mani olamamış olacaklarki, bu konuşmadan dört ay sonra evlendik... Çok güzel bir düğündü... Aşk birkez daha tüm engelleri aşmış ve herkese ve herşeye rağmen sevenler kavuşmuştu...
Hayatımız iki odalı minicik evimiz ve bir odalı minicik ofisimiz arasında geçmeye başladı... Eski bir arabamız vardı... Paramız yoktu ama keyfimiz çoktu... Ofisten çıkınca markete uğrar, alışveriş yapardık... O yıllarda buzlukta duran ekmek hamurları yeni çıkmıştı. Ekmeğimizi fırına atıp, pişmesini beklerken, birlikte yemek yapardık... ama ne yemekler... yanında da şarap ve fırından çıkmış sıcacık ekmek... benim kilo alma maceram da işte tam bu zamanlara rastlar...
Derken işlerimiz ilerledi. Ofis Levent’e taşındı... arabalar yenilendi...  Defne doğdu... Dört odalı bir eve geçildi... Ve ekonomik kriz geldi...  Üzerinize afiyet, raftan Anayasa  düştü, milletin başı yarıldı... Bizim de kemer sıkma günlerimiz başladı..
Babam derdiki ‘bu memlekette herşey moda modadır’... birkez daha haklı çıktı... krizin modası geçti... Ofis Bağdat Caddesi’ne taşındı... Deniz doğdu... Biz ev aldık...
Yıllar yılları kovaladı... çocuklarımız büyüdü... onlar büyürken bizim aramızdaki mesafe de arttı ne hikmetse...  aklıma gelmeyenler,  başıma geldi...  derken ayrılığın gölgesi evimizin eşiğine düştü...
Bu ayrılık fikri çok garip... gelip süzülüyor iki insanın arasına... dikkat edilmezse yavaş yavaş büyüyor, kendine yer ediniyor... bir de bakıyorsun ki, günlük konuşmanın içine bile yerleşmiş... bizde de öyle oldu... ayrılık fikri geldi, yerleşti... ruhlarımız yabancılaştı...
İnsanın hayatının aşkına ‘yatıya gelmiş uzak akraba’ gibi davranması  çok zor... Ama bu süreçte o da oluyor... kadın ve erkek, ruhu diğerine değmeden  aynı evde yaşamayı öğreniyor.  Herkes birbirinin isteklerine saygı göstererek, koridorda karşılaşınca yol vererek, sofrada aynı bardağa uzanınca diğerine ikram ederek yaşıyor bu süreci... bu çok zalim bir zaman... en kötü kavgalardan bile daha kötü, en ağır sözlerden bile daha ağır... Ve insan ilkten sanıyor ki; böyle de yürür bu iş... ama olmuyor... yürek buna dayanmıyor... bazen senin için çoşuyor, kalbin diyorki ‘ya kızım delimisin, bu adam kim? Git sarıl boynuna, nasıl dayanırsın sen ondan ayrılmaya’...  gözlerinde kıvılcımlar çakarak koştuğunda ve tutup çevirdiğinde yüzünü, bomboş bakan gözlerini görüyor insan, bir zamanki sevdiğinin...  bazen de o geliyor koşarak, ama bu sefer sen de kimse olmuyor... Dedim ya, gölgesi gelip yerleşiyor ayrılığın diye... yerleşiyor ve bir daha da çekilmiyor...
Bu vakitler bizde nereden baksan üç sene sürdü... Ayrılık fikri geldi, hadi bana eyvallah, olmadı yani...  Hem nasıl olsun.. onyedi yaşında aşık olmuşuz, ne bildiysek beraber öğrenmişiz, hep onunla üretmişiz, onunla büyümüşüz... çocukken aşık, aşıkken eş, eşken anne-baba, yetişkin olmuşuz... ve hiç ayrılmamışız bunu yaparken... ikimizde birbirimiz olmadan bir hayat nasıldır bilmiyoruz ki..
Ama ne demiş atalarımız ‘bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp’... Hayat insana birşey öğretmek isteyince öğretiyor kardeşim. Değişmeyen tek şey, değişimin kendisi...  Gerisi hikaye...
Bizim vade 14 ocak gecesi dolmuş. Tabii gece başlarken bundan haberimiz yok. Hatta benim o kadar haberim yok ki, uyumuşum... ama kaderden kaçmak ne mümkün... yazıldıysa illa olacak... kalkılacak, bağrışılacak, çağrışılacak, ayrılınacak..
Eşyalarını toplarken, salonda oturuyordum. Sokak kapısı açıldı, kapandı. Sonra arabanın çalıştığını duydum... garajdan çıktı, gitti... ışıkları kapatıp, odama yürüdüm... bu aynı evde geçirdiğimiz son geceydi...
Hikaye bitti, perde kapandı... Kahramanlar o geceden sonra kendi hayatlarına gittiler...
SON, Erler film...
Herşeyin üzerinden bir yıl geçti... iki tarafında mutsuz olduğunu sanmıyorum... şimdilerde, evli olduğumuzdan daha dingin, daha huzurlu hayatlarımız var...
Kendi adıma pişman değilim... bu basitçe yazılan bir laf, pişman değilim... ama anlamının ne olduğunu ancak yaşayan bilir... onbeş yıldan sonra biten bir evlilik insanda ilk anda, onbeşbin basamak merdiven çıkmışsın ve sonuçta merdivenin ulaştığı odanın kapısı yokmuş hissini uyandırıyor. İlk insanca tepki ‘ben ne halt etmeye bu kadar merdiveni çıktım şimdi’ oluyor... geri dönüp kıçın kıçın inerken sakinleşmek, sonra bir ara şarkı söylemeye başlamak, derken son üç basamakta zıplamak, kolay değil... aşağıya varınca ‘tamam çıktımsa çıktım, ne var eğlendik işte’ demek için insanda mangal gibi yürek olması lazım... O yüzden pişman olmamak büyük marifet... klişe laf deyip geçmeyin yani...
İçimde artık öfke yok... Pişmanlık bitince, öfkede bitiyor. Aslında kişinin kendine öfkesi, pişmanlık bir yerde... insan kimi zaman öfkesinin yönünü şaşırıyor...  ben kime öfkeliyim, kim bana öfkeli... pişmanmıyım, değilmiyim... sonra toz duman dağılıyor, renkler yerine oturuyor. Ben mesela en çok kendime kızmışım bu zaman zarfında... o vakit sorsanız kimbilir neler derdim... ama duygum bitince anladım... kendimi affettim.. sadece kendimi değil, galiba O’nu da affettim...
Sonuçta ortada kötü niyet yoktu. Hiçimse içinden ‘şunu kendime aşık edip evleneyim, onbeş sene sonra yüzüstü bırakıp giderim, görür anasının örekesini’ demedi... herşey aşkla başladı... tek hata aşkın herşeye yeteceğini sanmaktı... bu da klişe oldu ama aşk herşeye yetmedi...
Bu gece aklıma tekrar Mahabarrata geliyor... Son bölümde hikayeyi dinleyen çocuk, savaşta ölen tüm kahramanları, pırıl pırıl zırhları ile yarasız, beresiz bir ırmağın kıyısında otururken görür... dünyada birbirinin can düşmanı olan tüm bu insanlar, şimdi sessizce akan suyun kenarında gülerek  sohbet etmektedirler... yanında duran ve kendisine öyküyü anlatan Vyasa’ya dönerek ‘bu neydi’ diye sorar... ‘Bu son mucizeydi’ diye cevap verir Vyasa...
Irmağın kenarına oturana kadar, hayatın ikimize de hep iyilikler getirmesini diliyorum... İkimizde kendimize göre acılar çektik, bari hayat  gidiş yolumuzdan puan versin, tezimizi kabul etsin, ikimizde mezun olalım, ömrümüzün sonuna dek mutlu ve mesut yaşayalım...
Hikaye bu sefer gerçekten bitti... gidip uyumam lazım... hoşçakalın arkadaşlarım...
Hoşçakal eski arkadaşım...






Yorumlar

  1. Okul bitti araya seneler girdi, tesadüfen bu sene yeniden hayatlarımız çakıştı. Böyle nazik bir seneye denk gelmesinin vardır bir sebebi diyorum. Çünkü yaşadığın her aşamada benim de içim cız ediyor, kendi yaşadıklarım uçuşuveriyor aklımda.
    Hayatı olgun karşılamak lazım ki şahanesin bu konuda, bir de şükürle :) Zorluklar tükenmiyor çünkü....
    Ellerine sağlık, devam şekerim yazmaya :)

    YanıtlaSil
  2. "Yıllar yılları kovaladı... çocuklarımız büyüdü... onlar büyürken bizim aramızdaki mesafe de arttı ne hikmetse... aklıma gelmeyenler, başıma geldi... derken ayrılığın gölgesi evimizin eşiğine düştü..."

    gururun esnekliğini yitirdiği gün 14 ocak...

    oldukça etkileyici bir öykü. ve cevabı bilinmeyen sorular peydahlanması... ama sormayıp beyin fırtınasına mahkum edeceğim kendimi.
    bizimki de süreç olarak sizinki kadar asil başladı ve oldukça sağlıklı yürüyor. iki çocuğumuz var üniversitede okuyorlar, aşkımızın meyvesi olmaktan öte, aynı zamanda gıdası da oluyorlar. malum aşklar da can gibi beslenmeden yaşayamaz. elbette bununla sınırlı olamaz aşkın gıdası... direnci güçlendirömenin yolları sanırım cinslerin doğasını doğru yerinden kabullenerek özveride bulunabilmekten geçiyor (aşağıda demiştim)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı