Geçen Cumartesi akşamı adaya gittik. Ankara’dan akrabalarımız gelmişti, onları götürdük. Maksat İstanbul havasını solusunlar... bizde yanlarında sebeplendik.
Ada’ya gidilince ne yapılır? Faytonla tur atılır bir, deniz kenarında yemek yenir iki... Biz önce yemek faslına geçelim, dedik. Sahildeki restoranlardan birine oturduk. Ben hemen kek gibi garsonu çağırıp ısmarlamaya başladım; güveç getir, kalamar getir, çoban salata getir... Ayşe ablam itiraz etti, menüyü istedi. Baktı fiyatlar silik soluk yazılmış, şef garsonu çağırdı, fiyatları öğrendi... ne bu kardeşim böyle, porsiyonu yirmi liraya kalamar mı olur... kaç dilim kalamar var bunda... ben menü fiyatı anlamam, şimdi biz şunları şunları yiycez, sen bize toplam bir hesap söyle bakıyim... vur tut, adamla bahşiş dahil yüzotuz liraya anlaştılar. Masaya bakıyorum, altı kişiyiz... nasıl olacak bu iş... adamlar bizi denize ha attı, ha atacak... Derken ablam, bu parayı ancak deniz kenarında masa ayarlarlarsa vereceğimizi söyledi. Ben de içimden dedim ki, şimdiye kadar dövmediler ama, şimdiden sonra kesin döverler... aaa o ne? Şef önümüze düştü, bizi en deniz kenarı masalardan birine oturttu. Ben kafamda, öbür tabaklardan artanları düzeltip kakalıyacaklar diye düşünürken, çıtır kalamarlar, nefis palamutlar, önümüzden geçit resmi yapmaya başladı. Altı kişi çatlayana kadar yedik, artanları da paket yaptırdık ve işin en komik tarafı şef’le gayet samimi ve sıcak bir şekilde ayrıldık. Adam bizi kapıya kadar geçirdi, tekrar bekleriz ablacım, dedi. Ablam memnun, ben şok... ulan demek ki böyle bir adet de varmış. Ablama sordum, ben hiçbir restorana pazarlıksız oturmam, dedi. Yiyeceğimi seçerim, fiyatını sorarım, istediğim fiyata verirlerse ki, daha vermeyen olmadı, oturur yerim... eh o zaman bizim eşşek kafamıza tükürsünler... bugüne kadar haybeden ne paralar vermişiz demek ki... bundan sonra bende niyetliyim arkadaşlar, belki başarırırım, belki başaramam. Ama ne olursa olsun, bir denemek istiyorum. Nasılsa denize menize atmıyorlar... en kötü ihtimal olmaz derler, ben de ‘peki siz nasıl derseniz öyle olsun’ derim...
Yemek faslından sonra sıra faytona geldi. Faytonlar maksimum beş kişi alıyormuş. Altıncısı ekstra... Dil’e gitmek ve adanın diğer tarafından dönmek, toplam doksan lira... ablam helalinden yirmibeş lira verdi. Sonunda elli liraya sulh olduk. O da benim yüzümden... yoksa ablama kalsa, otuz liradan bir kuruş fazla vermezdi...
Gezi sırasında faytoncumuz bize rehberlik hizmeti de sundu:
-Abla bak burda filim çekildi..
-Hangi film?
-Dizi filim... ama abla sen bana gülirsin, ben daha da bişey demem sana...
Gece son vapurla eve döndük. Tam bir ada dönüşü.. elimizde uyumuş, sersemlemiş çocuklarımız, kollarımızda hırka çantaları, saç baş rüzgardan birbirine girmiş...
Ertesi gün ablamlar Ankara’ya gitti. Ben arkalarından evi derleyip, topladım, yatakları denkleri, yüklüklere kaldırdım, çarşafları makineye attım, evi , hale yola koydum, Defne’nin doğum günü pastasını hazırladım. Derken perde.. Pide ekibimiz geldi... ilk misafirlere kapıyı bornozumla açmamı bir kenara bırakırsak, herşeyi yetişti sayabiliriz.
Bu sefer yirmi iki kişiydik. Ismarladığımız pideleri iki kişi zor taşıyıp getirdi. Olayın boyutlarını daha iyi anlatmak için şöyle diyim; çöpe attığımız pide kutuları ve miller şişelerinden, apartmanın recycle bin’leri doldu taştı, kullanılamaz hale geldi.
Bu pide partisinin iki konusu vardı. Birincisi, önümüzdeki kına gecesi ve gelin hamamı organizasyonu, ikincisi bilinç altı telkin ile zayıflama...
Kına gecesi ile ilgili planlarımızı geçiyim. Zira kendilerini ileride bir kitap halinde yazarak topluma sunmak istiyorum. Burada yazarsam, yazık olur. Ama bilinç altı telkin ile zayıflama konusu enteresan... rejim yok, diet yok, spor yok.. sadece kulağına tak bir kulaklık, anlatılanları dinle... sabah yarım saat, akşam yarım saat... işte hepsi bu... olay hepimizin çok ilgisini çekti tabii... dinlenilen CD’de bir tanesi normal, kulağımız ile duyacağımız telkinler, diğeri de kulağımız ile işitemeyeceğimiz, sadece bilinç altımıza etki edecek telkinler varmış... Bilinç üstü konuşmaları ‘ben birim, ben sevgiyim, ben varlığımı seviyorum, şimdi duşa giriyorum’ tarzı şeyler... kopyalamaya kalkarsanız, bilinç üstü olan telkinler kopyalanıyormuş. Ama bilinç altı olanlar sanıyorum çok altta oldukları için kopyalanamıyorlarmış. CD’nin fiyatı 49.90 TL... O yüzden o parayı verip almanız şart... Yoksa dinlersiniz, dinlediğinizle kalırsınız. Kilo milo veremezsiniz, benden söylemesi...
Bu hikayeyi duyunca, aklıma babanemlerin Samsun’daki komşularından biri geldi. Kadıncağız sıtma’ya yakalanmış. Sıtma o yıllarda anlaşılan büyük bir dert... Çünkü rahmetli babanem, dedemin sıtma mücadelede çalıştığını anlatırdı. Sıtma mücadele diye bir kurum olduğuna göre, demek ki sıtma ile kurumsal bazda ciddi ciddi mücadele ediyorlarmış... Bu kadıncağız nedendir bilinmez, sıtma mücadeleye gitmemiş, mahallenin üfürükçü hocasına gitmiş. Adam da buna bir muska yazmış vermiş. Günler geçmiş, kadın iyileşememiş. Sonunda merak ve can korkusu, allah korkusuna galip gelince muskayı açmış. İçinden çıkan kağıtta şöyle yazıyormuş;
‘Sıtma, bu kadını tutma... Tutarsan da s...me, tutmazsan da s....me’....
Şimdi istermisiniz bizim bilinç altı CD’lerin altta kalan kısmı da böyle olsun... Ay, allah muhafaza... evlerden ırak...
Parti akşam dokuzda bitti. Ertesi gün okul, iş olmasa, daha biteceği yoktu aslında... bu toplantıların en güzel tarafı da bu zaten.. kimse kalkıp evine gitmek istemiyor. Çünkü hepimiz, birbirimizi seviyoruz. Aramızda birbirini seven insanlara has, incir çekirdiğini doldurmayan şeylere gülme, eğlenme havası var. Güzel birşey, ömrü uzatıyor, hayata direncimizi artırıyor...
Kalabalık çekildikten sonra uykum kaçtı. Televizyon izlemeye daldım. Baktım sex&the city. Biliyorsunuz ben bu dizinin cahiliyim... Kendisi İstanbul’u sallarken bendeniz afedersiniz eşşek gibi ‘32. Gün’, ‘Ali Kırca ile ATV haber’ falan izlemişim. Şimdi arada sırada rastlarsam kaçırmamaya gayret ediyorum. Son izlediğim bölümde yazar olan kız, eski sevgilisi ile öpüştü diye, kocası, yani Mr. Big, gitti kıza safir tek taş yüzük aldı. Neden? Çünkü tek taşlar aslında pırlanta olur. Bu safir olsun, alışılmadık olsun ki, buna bakınca evli olduğunu her daim hatırlasın diye...
Böylece ben de sonunda, hayattan ne istediğimi buldum. Ayın Biri kilisesi’nde mum yaktıktan sonra, dua faslında Peder Aleksis’e ne diyeceğimi artık biliyorum. Bana kızdığında, inci küpelerim ile takmam için pırlanta gerdanlık alacak bir koca istiyorum. Şayet istemediği birşey yaparsam, bir zümrüt, bir yakut takım alıp, ikisini bir arada kullanmam için beni zorlayacak biri... Veya onu üzdüğüm zaman bunu hiç unutmayım diye elime tamtur pırlanta yüzük ile tek taşı birlikte taktıracak biri...
Ah, ah... Ne demişler.. Öyle şeyler ancak filimlerde olur... Hangi filimlerde? Tabii ki dizi filmlerde..
Hepinize kolay gelsin, hoşçakalın...
Yorumlar
Yorum Gönder