Ana içeriğe atla

Bir partinin anatomisi...

Haftalardır blog yazamadım. Sebepler muhtelif...  Blog yazmadan geçirdiğim sürenin bir kısmında bunalımdaydım. Yazıpta  yok yere içinizi kıymayım,  dedim. Sonra bunalımdan çıktım ama konu bulamadım. Derken konu ayağıma geldi, bu sefer de yazacak zaman yoktu...
Blog yazmadan geçirdiğim süre zarfında anladım ki, benim yazabilmem için yaşamam lazım... İnsan içine karışmam, yeni yerler görmem, tanımadığım insanları izlemem, onlarla sohbetler etmem lazım... Malzeme ancak böyle çıkıyor. Buradan da ne anlıyoruz; hayalgücüm sıfır... ben ancak yaşadığını aktarabilen orta karar bir anlatıcıyım. Bloglarımı takib eden pek çok kişinin umduğu ve beklediği gibi yazar falan olamam... Olsam olsam en fazla Pakize Suda kadar olurum. Neden Pakize Suda diyen olur belki diye kısacık onu da söyleyim, sonra hikayeye geçeyim. Pakize Suda, Hürriyet Gazetesinde köşe yazmaya başladığı zaman, Ertuğrul Özkök, sahneye çıkmasını yasaklamış. Pavyon şarkıcısı bir köşe yazarı bizim gazetemize yakışmaz, demiş. Aradan altı ay geçmiş. Pakize Suda çalmış kapısını ‘Ertuğrul Bey, ben bu anlattıklarımı yirmi senedir, o sahneden insanları seyrede seyrede biriktirdim. Bırakın sahneye çıkayım. Yoksa iki yazı daha yazarım, hadi bilemediniz üç,... sonra havanızı alırsınız, demiş... ben de o yüzden kendimi Pakize Suda’ya benzetiyorum. Yaşarsam yazıyorum, yaşamazsam havamı alıyorum...
Geçtiğimiz hafta çok yakın bir arkadaşımın doğum günü partisindeydik. Bu partiye giderken aklıma, geçen sene katıldığım başka bir parti geldi.
Parti daveti, yine yakın arkadaşlarımdan birinden gelmişti. Ama bu onun partisi değildi. O’nunda bir arkadaşı düzenliyormuş... Bunu duyduğum zaman gitmek istemedim. Öyle ya, ben nasıl olurda  bir kere bile merbaha demediğim insanların partisine giderim... Arkadaşıma göre ise, bu bir sorun teşkil etmedi. Artık bir partiye katılmak için, parti sahibinin ahbabı olmanın gerektiği zamanlar geride kalmış. O da ‘boşanmış kadınları topluma kazandırma programı’ çerçevesinde yanında götürmek için beni seçmiş...
Cuma akşamı buluştuk, iş tulumlarımızı çıkardık, parti ruhuna uygun kıyafetler giydik, hafif bir akşam yemeği yedik ve partinin yapılacağı yere yollandık..
Hakkını vermek lazım, çok hoş dekore edilmiş, nefis müzikler çalınan, güzel bir yerdi... Biz biraz erken gitmişiz, vardığımızda nispeten tenhaydı... Devamında kalabalıklaşmaya başladı....
Salona büyük bir bar yerleştirmişlerdi. Uzun bir bar tezgahı  mekanın bir kenarını komple kaplamıştı. İnsanlar kalabalıklaşmaya başladıkça, barın etrafı da dolmaya başladı. Biz önce cam önündeki boğaz manzaralı koltuklara oturmuştuk. Devamında aksiyonun içinde olalım diye, bar tarafına geçtik...
Barın önünde duran herkes, tezgaha havalı havalı yaslanmış vaziyette sohbet ediyordu... Bende özendim, onlar gibi yapayım dedim... Ama malumunuz boy selvi, öyle durunca ayaklar yerden kesildi, bende bu yakışıksız görüntüyü kamufle etmek için ayaklarımı önümdeki sandalyeye dayadım ve etrafımı süzmeye başladım...
O adamı da o sırada gördüm... benden üç, hadi bilemedin dört metre ötede dikiliyor, arkadaşları ile sohbet ediyordu. Üzerinde beyaz bir gömlek vardı... ince bir kumaştan, şile bezi gibi sanki.. hafif terlemiş, gömlek de az biraz üzerine yapışmış... altında yırtık, pırtık bir kot... saçlar kumral, gözler yeşil, ten beyaz, boy uzun...  Ben adama bakarken, o da bana bakmasın mı? Aslında tam olarak şöyle oldu; adamcağız etrafına gelişigüzel bakarken, birdenbire kendisine pür dikkat bakan bendenizi gördü. Bir utandım, bir utandım, hemen başımı başka tarafa çevirdim...
Aradan birkaç dakika geçti, cesaretimi toplayıp tekrar o yöne baktım.. sanki bana gülümsedi gibi geldi. Bende belli belirsiz tebessüm ettim.  Ve adam o anda arkadaşlarının yanından ayrıldı, bana doğru yürümeye başladı... kalabalıktan ayrılınca da adamın boyu, posu, daha bir ortaya çıktı ki, o kadar olur...
Devamında kahramanımız yürüdü, yürüdü, yürüdü ve ben deyim beş metre, siz deyin onbeş metre bar tezgahının tam da benim olduğum noktasından eğilerek barmene bir içki ısmarladı... Burnuma nefis bir parfüm kokusu geldi... Evet biliyorum, ben bu konuda saplantılıyım. Kadın veya erkek, bir insanın kullandığı parfümün kendisine yakışması bende çok pozitif bir izlenim bırakmasına sebep oluyor. Yıllar geçse bile o insanları adlarının yanında kokuları ile de hatırlıyorum... Koku, bir resim gibi veya resimde bir renk gibi o insanın adının yanında asılı kalıyor...
Ben bunları düşünürken, adam içkisini aldı gitti... Orada durup, benim aklımdan geçen tüm  düşüncelerin hidayete ermesini bekleyecek hali yoktu gayet tabii ki... Bende arkasından baka kaldım...
Derken tekrar geldi.. Yine aynı şekilde eğildi ve yine bir şeyler ısmarladı, ısmarladıkları gelene kadar o vaziyette durdu ve içkisini alıp gitti...
Ben o sırada partiye birlikte geldiğimiz arkadaşımı kaybettim... Yok oldu... hadi buyrun bakalım... ara, tara yok... ama çantası halen burada,  bar taburesinin arkalığına asılmış vaziyette duruyor... demekki fazla uzaklaşmış olamaz... neyse yakında gelir nasıl olsa, herhalde tuvalete gitmiştir derken, adamımız durduğu yerden kalktı bana doğru yürüdü ve gelip yanımda dikildi... bu sefer bir içki alıp gitmedi... orada öylece durup benimle salonu seyretmeye başladı...
Ben yüzüme al basmış vaziyette, ayaklarım önümdeki tabureye dayanmış otururken, adamcağız galiba yirmi dakika kadar bana eşlik etti... Sonrasında dünyanın ölümlü olduğu gerçeğini hatırlamış olacak ki, bu umutsuz durumla daha fazla vakit harcamak istemedi ve uzaklaştı...
O sırada arkadaşım geldi... malum dost acı söyler... O’da bana dimdik baktı ve aslında ne kadar iyi bir dostum olduğunu göstermek için, ‘allah cezanı versin Güllü’ dedi.. Haydaaa... buyurun bakalım... ne allahı, ne cezası... sen bana böyle bağırmadan evvel söyle bakalım nerdeydin? Meğer adamın ikide  bir gelip bardan birşeyler almasından ve bunu her seferinde tam da benim olduğum noktadan yapmasından hareketle bir çıkarım yapmış ve ortadan kaybolmuş...
Peki nerden belli, benim için gelip burada durduğu, dedim... bu sefer de  bir ‘allah seni ne yapsın, müstehak sana bunlar, sürün’... cevabı aldım... Yahu güzel kardeşim, belki gelip canı burada durmak istedi, adamın keyfinin kahyası mıyız, diyorum ‘kızım varya sen adam olmazsın’ diyor...  Canım o zaman bir merhaba deseydi o da, ben müneccim miyim, diyorum O ‘ beter ol inşallah’ diyor... Anladım tamam ‘allah da benim belamı versin ama onun ilk başta bir şeyler söyleyerek sohbeti başlatması gerekmez miydi?... hayır, meğerse öyle değilmiş. Benim birşeyler söylemem lazımmış.. çünkü O, bir erkeğin yapacağı maksimum hareketi yapmış. Ondan daha fazlasını beklemek hata olurmuş. Bu aşamada benim bir ‘merhaba’ olur, bir ‘nasıl gidiyor’ olur, ne bileyim  ‘müziklerde ne güzel’ olur... bir laf etmem gerekirmiş... İyide kardeşim bunları nereden bileyim... birkere benim zamanımda ilk sözü her zaman erkek söylerdi. Birşey yapılacaksa, teklif muhakkak erkekten gelirdi... Onyedi yaşımdan beri bara hep aynı adamla gitmişim. Boşanmak şunun şurasında kaç günlük hikaye... Ben Yumurtadan çıkalı, daha bir sene olmadı.... Flört usulleri değişti diye resmi gazetede ilan çıktı da, ben mi okumadım... Hem ne demek ‘bir erkeğin yapabileceği maksimum şeyi yaptı’... ben görmeyeli bu erkekler ne hale geldiler böyle... yedikleri içtikleri şeylerdeki hormonlar sonunda bunları da bozdu.
O gece partiden erken ayrılmıştık. Karşı kaldırımdaki yirmidört saat açık kahve dükkanına gidip, kahve içtik, sohbet ettik... değişen hayatlarımızı, hayatlarımız ile birlikte değişen dünyayı konuştuk. Ben o gece kendimi ‘uyuyan güzel’ masalındaki sarsak prenses  gibi hissetmiştim. Bir vaktin birinde beceriksizliğimin kurbanı olup, elime iğ’i batırmış ve uyumuştum, hakimin kararı ile uyandığımda ise bildiğim dünya yok olmuştu... herşey tersine dönmüştü...
Geçen hafta partiye giderken işte bunları düşündüm...
Parti mekanına vardık, yemek yedik, birşeyler içtik... daha doğrusu herkes içti, ben de meyve suyu ile idare ettim. Çünkü o gece kura çektik, şöförlük bana çıktı.
Yemekten sonra barda oturmuş muhabbet eden arkadaşlarımın yanına gittim... Neşeli olduğum zamanlarda çenemin ne kadar düştüğünü, beni tanıyanlar iyi bilir... Aslında böyle olduğum için şanslıyım. İçmeme falan gerek kalmadan, sürekli konuşabiliyorum... O gece de rahmetli babanemin dediği gibi ‘dudu dillerim bitmiş’ olsa gerek ki bu durum arada sırada bizim muhabbetimize karışan  bir adamın dikkatini çekti. Yanıma geldi, kulağıma eğildi ‘sen küçükken radyo mu yuttun’ dedi... Hayda... ben bir bozuldum... Geçen seneki partide bütün azarları konuşmadım diye işitmedim mi ben...  şimdi konuştum, gene azar işittim... Adama bir kızdım, bir kızdım ki o kadar olur. O, yakınımızda durup bizi dinlemeye ve arada birşeyler söylemeye devam etti ama ben bir daha değil cevap vermek, o tarafa bakmadım bile...
Derken gece ilerledi, biz dans ettik, sohbet ettik, tepindik, eski dostlar bir araya gelmenin tadını çıkardık... Ve gecenin sonuna yaklaştık. Vedalar başladı... Biri koluma dokundu... Döndüm, yine o adam... kulağıma eğildi, ‘sen minicik, küçücük, çok şahane bir kadınsın. Bir daha görüşemeyecek olmamız çok acı’ dedi. Elimde olmadan arkama baktım... şahaneyi alıp kabul etmek kolayda, minicik, küçücük pek uymadı... başkasına mı dedi acaba... şey minicik, küçücük derken... hey bir dakka, neden bir daha görüşemiyoruz.... adam kapıya varmıştı bile... döndü, bana el salladı, kapıdan çıktı gitti...
Arkasından öylece baka kaldım... Arkadaşlarımdan biri gelmese, elimden tutup dans etmek için sürüklemese, herhalde daha da kalırdım.
İşte o gece, bu yeni nesil erkekleri anlamaktan umudumu kestim. Pardon yeni nesil yanlış oldu. Eski köye yeni adet çıkaran eski nesilleri... biri gelir, yirmi dakika konuşmadan durur, ilk lafı benim etmemi bekler... Öbürü gelir, olmadık şeyler söyler... sonra giderken iltifat eder... bu ne tutarsızlık, bu ne gizem, bu ne serkeş, bu ne absürd, bu ne yorucu yaşam... 
Bu aralık, bizim zamanızda meşhur olan şarkıları çalan bir radyo kanalını dinliyorum.Onaltı saatlik  bir bantları var, sürekli dönüyor. Acaba denk gelir mi demeye kalmadı, dönüş yolunda karanlık deniz bir yanımda, hafif çiseleyen yağmurun ıssızlığında  Bonnie Tyler’ın sesini duydum;
Where have all the good men gone
And where are all the gods
I need a hero
He’s gotta be strong
And he’s gotta be fast
And he’s gotta be fresh from the fight....
Bonnie bu şarkıyı söylerken, benim şimdiki yaşımdaydı... bende işte şuncacık bir çocuktum... Demekki bu kadın çok ileri görüşlü bir bacımızdı, şimdi olacak olanların o günden farkına vardı.. veya gerçek hayatta böyle erkekler olmadığını kadın milleti ancak yaş kemale erince anlıyordu...
Eve geldim... Aman neyse ne, dedim...  bu saatten sonra çok da fifi... ben ne üzülücem. Asıl onlar derdine yansın... Biz kadınlarda hayata karşı böyle bir duruş bozukluğu yok nasıl olsa...

Bir kez daha kadın olarak yaratıldığım için mutlu oldum...Devirdim kıçımı, yattım uyudum....


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı