Dün gece bir rüya gördüm, gündüz
niyetine... Allah hayırlara tebdil etsin...
Rüyamda, güya sabah olmuş,
uyanıyorum. Camdan bakıyorum. Hava pırıl pırıl... Kış günü kıyamette böyle
güneşli hava da nereden çıktı diye düşünüyorum. O sırada annem geliyor. Bugün
İstanbul’un fethinin yıldönümü, baksana belediye her yere ‘1453’ yazan bayraklar
asmış, o yüzden hava bu kadar güzel diyor. Şantiyeye gideceğim için
alışkanlıkla pantalonlarımdan birini ve üstüne de uzun kollu gömleğimi giyiyorum.
Ama rüya bu ya, pantalon binici pantolonu gibi... Üstümdeki gömlekte bol
kolları, geniş fırfırlı yakası ile adeta bir ispanyol gemicisi gömleği... Tek
eksiğim bir pelerinle, bir at...
Arabama binmek için otoparka indiğimde, eksiklerden
birinin giderildiğini görüyorum. Zira benim gariban düldülüm gitmiş, yerine
bembeyaz, küheylan gibi bir at gelmiş. Şimdi bunun huyu suyu nasıldır, ısırır
mı, teper mi, ayrıca köprüde OGS’den geçebiliyor muyuz, falan diye düşünürken,
hayvanla göz göze geliyoruz. Başını arkaya doğru savurarak, eğerini gösteriyor.
Galiba binmem lazım. İyi ama benim boyum 1.57... Atın boyu 2.57... aradaki bir
metrelik farkı nasıl kapatıcaz? O sırada bizim kapıcı Ramazan Efendi otoparkta
beliriyor. Korkma abla, sağ ayağınla elime bas, öbür ayağını da eğerin üstünden
aşırıver, oldu bitti diyor. Ramazan evladım, eline basmaya ne gerek var.
Şuralarda bir binek taşı olacaktı, yönetici yaptırdı, haberin yok mu? Malum
artık işe hep atla gidip geliyoruz ya, diyorum... Ama Ramazan hiç oralı
olmuyor. Bir rahatlık, bir kanıksamışlık. Sanki buradan artan zamanlarını
Karacabey Hara’sında geçiriyor... At, kendisi için adeta bir yaşam biçimi
haline gelmiş. Yalnız bende de bir sakatlık var. Normalde derhal kaçıp uzaklaşmam
gereken bu durumun üstüne üstüne gidiyorum. Ramazan’ın eline basıp, ata binmeye
yelteniyorum. İlk deneme tabii ki başarısız. Oğlum, sen beni 12 numaradaki
kiracının karısı gibi barbie bebek kalıbında bir hatun zannettin galiba... Ben 70
okka çekiyorum evladım... Fakat Ramazan inatçı, beni illaki o ata bindirecek.
Eve gidip, bir sandalye getiriyor. Bu sefer zor bela eğerin üstüne çıkmayı
başarıyorum. Ben daha ayaklarımı üzengiye geçirir geçirmez, mübarek hayvan koşmaya
başlıyor. Gören, Royal Ascot’tayız sanacak. Ramazan, sen de kumanda var mı,
otoparkın kapısını nasıl açıcaz, dememe kalmadan, atım zıplayıp, bariyeri
aşıveriyor. Şantiyeye doğru dört nala yola koyuluyoruz.
İlk birkaç dakikalık acemilikten
sonra, alışıyorum. At’ım da at hani... Metrobüsten hızlı... Kendisi emniyet
şeridinden, rüzgarla yarışarak koşarken, benim beyaz ipek gömleğim, karadan
Haliç’e indirilen donanmanın yelkenleri gibi dalgalanıyor. Ama çevreyolunda da
bir tuhaflık var. Ormanların içinde geçiyor. Etrafımız hep yemyeşil dal...
Arada sırada dallar gözüme girmesin diye, kafamı eğiyorum. O kadar orman
içindeyiz yani... Ama dedim ya, atım metrobüsten hızlı diye... Ben deyim on,
sen de yirmi dakika da Küçükyalı’dan Maslak’a varıyoruz.
Nizamiyedeki bekçiler, şantiyeye
hergün atla geliyormuşum gibi rahatlar... Duruma hiç şaşırmıyorlar... Hatta atı
alıp, dinlensin, yem yesin, teri kurulansın diye ahıra bile götürüyorlar. Ben
de şantiye binasına giriyorum.
Ne kadar alışkınım bu geçici,
prefabrik şantiye barakalarına... Merdivenlerin her adımda botlarımın altında
zangırdamasına... yerlere serili lineloum kaplamalara... taze çay kokusunun
koridoru doldurmasına... iki gün silinmeyen masaların bir karış toz olmasına,
Fatma Hanım o hafta bizi pas geçerse, paçaları sıva, öyle gir, kıvamına gelen
evimin dağınıklığından bile daha fazla alışkınım.
Kapıda proje müdürü ile karşılaşıyoruz.
Toplantı odasına buyur ediyor. Hal, hatır, çay, kahve soruyor. Toplantı masanın
üzeri malzeme örnekleri ile dolu. Proje müdürü ile sohbet ederken, gözüm
numunelere takılıyor. Zaten ne olduysa da ondan sonra oluyor. Artık sabah işe
atla gelmekten mi, rüzgarı yiye yiye sersem sepet olmaktan mı, son virajı
alırken bir anda gözümün önünde beliriveren ve alnımın ortasından çarpmak
sureti ile beyinciğime kadar tüm uzuvlarımı sarsan ve titreten dal parçasından
mıdır nedir bilinmez,bir anda, bunlar istediğim numuneler değil, diye
bağırıyorum. Bir hışım, masanın arkasına geçip oturuyorum. Sesime koşup gelen
saha mimarları, karşımda tir tir titriyor. Hepsinin elinde ayrı bir örnek.. Ben
habire bağırıyorum, bunlar değil, bunlar da değil... Hepsi sıradan, alışılmış, bana görülmemiş bir şey lazım.... O
öfke ile üstüme bir evliya kuvveti geliyor. Masayı tek elimle tuttuğum gibi
kaldırıp fırlatıyorum. Proje müdürü korkudan düşüp bayılıyor.
Koşar adım sahaya çıkıyorum. Sahada bir yandan beton dökülüyor, bir yandan
cephe kapatılıyor, bir yandan da kanal ve kablo tavası döşeniyor. Beni korkulu
gözlerle takip ederek peşimden gelen mühendislere ‘bakın diyorum, tarih karar
verenleri değil, onları uygulayanları yazar’... şimdi ben size karar uygulaması hakkında bir örnek
göstereceğim... köşeden gözüme ilişen balyozu kaptığım gibi, kolona, boruya,
alçıpana allah artık ne verdiyse vurmaya başlıyorum. Vururken de ha bire bu değil, bu da değil,
istediğim bunlardan hiçbiri değil uleyn, diye bağırıyorum... O sırada balyoz
darbelerinden biri, tek yüzü kapatılmış alçıpan duvarlar arasında kalan su
borularından birine geliyor. Boru ek yerinden kopuyor. Aksi gibi test için,
tesisata su basmışlar. Borunun kopuk ağzından, dört bir yana şelaleler fışkırmaya
başlıyor. Bulunduğumuz kat, iki kat yüksekliğinde bir galeri... Üst katta
dökülen tabliyenin kalıbını tutan demir kalıp ayakları, bizim kata kadar
iniyor. Ben sudan kaçayım diye kendi etrafımda yarım tur dönünce, beni merkez
kabul eden pergel ayağı misali benimle dönen balyoz, kalıp ayaklarından birine
rast geliyor. Ayak yerinden oynuyor, kalıp kelepçeleri açılıyor. Bu sefer, galeri
boşluundan üstümüze beton akmaya başlıyor. Mesnetlerinden kopan kalıp ayağı
gürültü ile yana doğru yatıyor ve önce cephe doğramalarına sonra camlara
çarpıyor. Camlar tuzla buz olup, yere
dökülüyorlar. Bu sırada fışkıran su, kablo tavasına ulaşıyor. Kablo tavasının
içindeki kablolar kıvılcımlar çıkararak patlamaya başlıyorlar. Büyük bir
gümbürtü kopuyor, derken sigortalar trafodan ve hatta Keban Barajı’nın kumanda
odasından atıyor. Çalışan tüm aletler duruyor, ortalığı bir sessizlik
kaplıyor...
Saçımdan akıp, gözüme dolan
suları elimin tersi ile silince, donup kalmış mimarları, mühendisleri ve bana
doğru koşan kalfa İsmail’i görüyorum. İsmail bir hışım, elimden balyozu alıyor. Ne demek ula o değil,
bu değil... Şantiyeye gelip, ortalığı
dağıtmak da nerden çıktı? Sen gördüğünün ne olduğunu anlamaya başladın mı ki, o
olmadığını biliyosun? Sayın mimar, geçen
sefer sana planla, kesitin farkını anlatana kadar göbeğim çatladı. Elifi görsen
mertek sanırsın....
İsmail’İn herkesin önünde ettiği
bu hakaretler kanıma dokunuyor. Kendimi savunmak ihtiyacı hissediyorum. Benimle
doğru konuş İsmail, diyorum. Bugüne bugün, ben İstanbul’un son kalan ormanlarından
atla geçerek işe gelme hakkına sahip bir kişiyim. Bakanlıktan kağıdım var.... Bakanlık
açıklama yaptı, diyor İsmail... Biz O’na kullanım hakkı vermedik, hava hakkı
verdik, havasını alır dediler... Haydi sayın mimar, bas git, benim daha fazla
kafamı bozma... Bir sürü işimiz, gücümüz var. Sana kalsa, bu binalar kıyamete
kadar bitmez...
Çaresiz, arkamı dönüp, şantiye
binasına doğru afedersiniz kıçıma baka baka uzaklaşırken, İsmail’in proje
müdürüne söylediklerini duyuyorum... Sayın müdürüm, almayın bu dangalağı
içeri... Bakmayın siz O’nun o değil, bu değil havalarına... Geçenlerde beş kişi
bir olduk, kirişsiz döşemenin ne olduğunu anlatamadık. Kendisi terazi ile
şakülü ayırt edemez... O kim, inşaat kim...
Şantiyenin ahırına gidip, atımı
buluyorum. Niyetim binip, bir an evvel evime gitmek. Eğere atlayıp, tam
nizamiyeden çıkacağım sırada, küheylan şaha kalkıyor, beni sırtından fırlatıp
atıyor. Koşarak uzaklaşmadan önce de geri dönüp, gözlerimin içine manalı manalı
bakıyor. Sanki ben senin gibi bir kendini bilmezin atı olacağıma, kırlarda
terkedilmiş yılka at olurum, daha iyi, der gibi... Arkasından sesleniyorum
‘bari adını bağışlasaydın’... ama durmuyor, koşarak uzaklaşıp gidiyor...
Kan ter içinde uyandım... Aman
şeytana bismilllah... Meğer hepsi rüya imiş... Allah’a şükür... Beşer şaşar... Mazallah
bu densizlikleri gerçek hayatta yapsam, uyanık bir filmci de beni görse, o
değil, bu değil diye benden bir film yapsa, sonra insan içine nasıl çıkarım...
Sabah erken, anneme telefon
ettim. Anlattıklarımı dinledi... Rüyada at murat, orman bereket, beyaz
kısmettir. Gerisinden bi halt anlamadım.
Sende öyle balyozmuş, boruymuş olmadık şeylere kafanı takma.. Geceleri dar
pijama giyme... Yatmadan önce de ağır
şeyler yeme, dedi.
Öğlen şantiyeye gittim.Gitmeden
önce bir tepsi antep baklavası
sardırdım. İsmail’e dedim ki, al bunu dağıt çocuklara... Tatlı yiyelim, tatlı
konuşalım. Ayarımız kaçmasın, havamız bozulmasın, allah şaşırtmasın... Show
yapmayalım, bina yapalım...
Yorumlar
Yorum Gönder