Ana içeriğe atla

Bulut Atlası


Bu sabah kızları havaalanına götürdüm. Onlar, kimlik kontrolünden geçtikleri dakika beni unutarak, anneanne’leri ile yaşayacakları, çikolatalı kek pişirmek, pazar tezgahlarından incik boncuk alışverişi yapmak, televizyon karşısında kuruyemiş yemek ve dizi seyretmek gibi, üçüne ait pek çok küçük ritüel ile dolu, ilk çeyrek devre tatillerine uçtuktan sonra, havaalanında, ekranları görebileceğim bir yere oturarak kahvemi içtim. Defne ve Deniz gittiğinde, uçak varacağı yere inene kadar terminalde beklemek de adet oldu. Kötü bir şey olursa, kendim aslında süper güçleri olan bir kahraman olduğumdan ve tuvalette üstümü değiştirip, hemen müdahale edeceğimden, ev-havaalanı arasındaki mesafeyi aşmakla vakit kaybetmeyim, diyorum herhalde... Gerçi kırk kilometreyi bir sentondan daha kısa zamanda gidiyorum ama olsun. Çocuklarım söz konusu olduğunda bir sentonun bile önemi var...

Pegasus’un PC-178 nolu uçuşu Dalaman’a tekerlek koyduktan, bu arada Sun Express’in XQ-8101 nolu Adana ve Anadolu Jet’in TH-7146 nolu İzmir uçuşları da varacakları yerlere vardıktan ve hatta Ercan havaalanına giden uçak, planlanandan 20 dakika önce kalkarak, tüm izleyenleri derin bir şaşkınlığa sevk ettikten sonra, terminal binasından çıktım.  Otoparka vardığımda, kendi arabama neredeyse  yirmi metre kala, bagaj taşıma arabalarından birinin, yol üstüne, diğer araçların giriş ve çıkışlarını engelleyecek şekilde, gelişigüzel  bırakıldığını gördüm. Bu el arabasını neden buraya atar gibi bırakıp gitmişler, şunu kenara çekeyim, gerçi benim arabamın önünü kapatmıyor, çekmesemde bana birşey olmaz nasılsa, ama Eflatun’un bir hikayesinde taşı yoldan alan adama, işte gerçek adam dediğini de hatırlıyorsun değil mi, diye düşünürken, bagaj arabası ile aramdaki boşluğu yavaşça tükettim, elimi uzatsam tutabileceğim çekme kolunun hizasına geldim ve geçtim. Kendi içimde ‘tüh ya, neden böyle bencil bir insanım ben, kenara çekiversem, elime mi yapışacaktı, allah’da beni ne yapmasın’ diyen insani tarafım ile ‘bana ne yahu, benim vazifem mi bu’ diyen modern hayat söyleminin arasında bocalarken, bagaj arabasının bloke ettiği park alanına arabasını park etmeye niyetlenen bir adamcağız geldi. Mecburen motoru durdurdu, indi, bagaj arabasını kenara çekti, arabasına tekrar bindi, motoru çalıştırdı ve arabasını ileri sürerek park etti.

Geçen hafta Bulut Atlası’nı izlemeye gittim. Parantez içinde kısacık söyleyim, hayatımda gördüğüm en fantastik  ve en gerçek filmdi... Şimdi bu ya konsolos, ya manav durumu nasıl oluyor diye anlatarak, filmi izleme keyfinizi kaçırmaya niyetim yok merak etmeyin. Ama afişe yazdıkları birşeyi burada söylememin de kimseye bir sakıncası olmaz sanıyorum. Aslında herşey birbirine bağlıdır, diyordu film... Hiç kimsenin yaşantısı bağımsız değildir. Ana rahmine düştüğümüz andan, mezara gömüldüğümüz dakikaya kadar, her birimiz diğerlerinin hayatlarını ve hem de kendi hayatımızı, yaptığımız iyilikler ve kötülükler ile etkileriz ve değiştiririz.

Tekrar otoparka dönersek, ben bagaj arabasını yana çekseydim, o adam arabasından inerek, yaklaşık kırk saniyelik bir zamanı kaybetmeyecekti. Gideceği yere kırk saniye önce varacaktı. Ve belki görmesi gereken birini görecekti. Belki bu karşılaşma ikisinin de yolunu bir şekilde aydınlatacaktı. Ben o arabayı çekmediğim için, belki bu ihtimaller sonsuza dek kayboldu. Ama başka yollar, başka imkanlar, başka talih veya talihsizlikler açıldı... Açılan yolların ne olduğunu, bunların bendenize etkilerini sadece Allah biliyor. Muhakkak bir gün bizde öğreneceğiz. O zamana kadar iyiliklere yol açmış olmayı dilemekten başka şansım yok.

Filmi anlatmak istemediğimi söyledim. Zaten istesem de anlatamam. Filmin kurgusu o kadar mükemmel ki, böyle kusursuz bir yap-boz ancak gerçek hayatta olur. Gerçek hayatlar ise anlatılmaz, yaşanır. Dolayısı ile, Bulut Atlası anlatılacak bir film değildir. İşin kötüsü seyrederek anlaşılabilecek bir film de değildir. O zaman ne işimiz var o sinemada, 16 lira battı mı diyebilirsiniz... Haklısınız... Bunun için söyleyecek sözüm yok. Bilmeden, anlamamız mümkün değil. Anlayabilmek içinse, bilmemiz lazım.

Bu aralar, karmalara, enerjilere, kişisel aydınlanmalara pek bir daldık gittik. Ben önceleri hep bir elden uyduruyoruz, sanıyordum. Ancak Bulut Atlası’nı seyrettikten sonra, dünyanın bir ucundaki bir yazarın, başka bir ucundaki senaristin veya İstanbul’da yaşayan kendi halinde bir kadının, Sibirya’nın steplerindeki bir Şaman’ın, Peru’daki gariban rahib’in, aynı şeyleri uydurması ihtimali acaba nedir diye düşündüm? Bu insanların birbirlerinden haberdar olmalarının imkansızlığını, aralarındaki mesafe ile çarpıp, bire bir örtüşen detaylara böldüğümde, üniversitede bana öğretilen yüksek matematik kaidelerinin ışığı altında ‘neredeyse imkansızdır’  diyorum. Bu pencereden baktığımda, aklıma eski bilgelerin söyledikleri başka bir söz geliyor; yaşanmamış hiçbir şey hayal edilemez. Nasıl? Oturaklı laf değil mi? Bunu duyduktan sonra Yüzüklerin Efendisi’ne bakışınız değişti mi, değişmedi mi... Hadi, allah için söyleyin... Misal, Saruman, benim için eski Saruman değil artık... Gerçi, yeni halinin de ne olduğunu tam bilemiyorum. Takdir edersiniz ki, henüz o kadar aydınlanmadım... Aydınlanınca bilahare yazarım...

Filmi anlatmamak fikrime sadık kalarak, küçük bir detay nakletmek isterim. Cennet, açılan bir kapıdır, diyordu yönetmen... Açılan kapının ardında sizi eviniz ve evinizde sevdikleriniz bekler... Gözlerimden akan yaşları hatırlıyorum...

Birde ‘insan ilk kez gördüğü birine nasıl aşık olur, diyen adamı hatırlıyorum. Sadece bir an gördüğü kadın için ‘seni seviyorum, diye yazdı defterine... Biz olsak, adamı alır akıl hastanesine kapatırız. Ama ya o kadın, binlerce hayat boyunca tek aşkı ise o adamın... Peki, sizin  gördüğünüz zaman içinize işleyen bir çift göz hiç olmadı mı hiç... Veya on dakika da kaynaşıp, sırdaş, arkadaş, kardeş olduğunuz bir insana rastlamadınız mı? Bir renk, bir koku, bir görüntü, bir kuple müzik... İşte bunu biliyorum hissi uyandırmadı mı? Yeniler deja vu diyor... Eskiler ‘levhi- mahfuzda yüz yüze bakmışız’ derlerdi...

Ben günaydın, demek istiyorum... Yıllar önce kaybedilen, kim bilir kaç hayat evvel, bir yıkıntının önünde terk eden ve terk edilen, unutan ve unutulan, kahreden ve kahrolan sevgilinin sesinden günaydın... Arayan aradığının bu olduğunu bilmese de, gelen vardığını anlamasa da, yine de ilk an için ne kadar da güzel bir söz günaydın...

Tabii bütün bunların ötesinde bir de Hay-Ço-Çen var... Sahneye çıktığı andan itibaren bize odağımızı değiştirten Hay-Ço-Çen... Kendisi, karmalar boyu sevdiği kadını korumak için yaptığı her hamle ile, bizi de aldı götürdü, diyar diyar sürükledi. Wachowski halimizi görse ‘Allah’da belanızı versin. Ben  evrenin sırrını anlatıyorum.  Bu düdük makarnaları, kalkmış nereye bakıyorlar’ derdi... Ne yapalım, kadın milleti böyle oluyor işte...

Filmden sonra gittiğimiz kafe’de bizim kızlardan biri ‘aşık olduğum tüm adamları geri istiyorum’ diye bağırıyordu. Benim bu kadar iddialı karma hedeflerim yok. Sadece yeniden ‘günaydın’ demek istiyorum. Pırıl pırıl gökyüzünün altında, güneşin kavurduğu, sarının her tonuna bürünmüş, etekleri denize inen ve cır cır böceklerinin sesleri ile dolu o küçük tepeyi geçip, parlak ama gayr-i muntazam taşlarla döşenmiş yoldan yürüyerek yanıma geldiğinde, verandanın gölgesinde saksıların topraklarını değiştirirken bulduğunda beni,  yüzümü güneşten koruyan kocaman hasır şapkamı çıkarıp, ancak bahçeye inen basamaklardan da kalkmadan, sadece başımı kaldırıp, gözlerimi  gözlerine dikerek sormak istiyorum; acaba, Allah’ın unuttuğu o tapınağın önünde, alabildiğine ıssız o çayırın ortasında beni öylece bırakıp, nereye gittin...

Kestik, kestik... Yüzlerce yıldır sevdiğin adama hiç ‘neredeydin’ diye sorulur mu? Allah’ım bu neyin kafası... Bu kadar aydınlanma, meditasyon, regresyon ve sevgi içimizde falan, filan... nereye gitti... Yani şimdi bu kadar aydınlanmış değilim. Ama o gelene kadar aydınlanmış olurum, diye tahmin ediyorum... Peki, neredeydin’i geri aldık... Hesap sormak yok... Devam edelim... başımı kaldırıp, gözlerimi gözlerine diktiğim yerden tekrar alalım...

‘Ben gözlerimi gözlerine dikerek sana öylece baktığımda, bana yıllar önce duyduğumda içimi ısıtan ve ben gördüğümde bilemesemde, hayatımı o andan sonra bir daha asla eskisi gibi olamayacak şekilde değiştiren gülümsemen ve sesinle ‘günaydın, diyeceksin. Elini uzatıp, beni o basamaktan kaldırmazsın, biliyorum. O’nun yerine diktiğim çiçeklerle ilgili birşeyler sorarsın. Peki ben, o öğleden sonra, verandanın gölgesindeki beyaz ahşap şezlonglarda uzanarak, denizi seyrettiğimiz anda, Allah’ın unuttuğu o çayırda kaybolduğunda, seni neden aramadığımı söyleyebilecek miyim? O gün seni aramadım, çünkü yokluğunun acısı içimi delicesine yakıyordu ve ben kendimi bu acı ile öylesine çaresiz hissediyordum ki, başına kötü bir şey gelmiş olabileceğini düşünemedim, diyebilir miyim...

Akşam indiğinde verandada yemek yiyeceğiz. Masada bir fener yanacak muhtemelen... Evin loş ışıkları içeriden dışarıya vuracak. Deniz karşımızda büyük, siyah bir boşluk olarak uzanırken, hiç konuşmadan oturacağımızı biliyorum. Konuşmamak, ikimiz içinde büyük değişiklik... Konuşmak, farkımıza varılsın, istediğimiz içinmiş meğer... Bak ben buradayım. Sen de buralarda bir yerdeysen, sesimi duyup, benim ben olduğumu anlamak ihtimalin var mı acaba? Şimdi yanyana otururken, belki de bu yüzden konuşmaya gerek yok.

Tabakları toplamak için ayağa kalktığımda, uzanıp elimdeki ıvır zıvırları alacaksın. Sonra boş kalan elimi, ilk kez tutacaksın. Yüzlerce yıldan sonra, tenim ilk kez  tenine değerken, elimde bir parça balık bulaşığı olacağını bilmek ne acı... Sonra masanın uzun kenarından bana doğru, elimi bırakmadan yürüyeceğini biliyorum. Ve beni kendine çekip sarılacaksın. Birbirimizi yıllar sonra yeniden kollarımızda tutacağız. Cennet açılan bir kapıdır... Bana cenneti çiz deseler, açılan bir kapı çizerdim, demişti Sanmi... Bizde evin verandaya açılan kapısından içeri gireceğiz....

Sevgili dostlar,
Bulut Atlası’nı seyredin.... Çok, ama çok tavsiye ederim.

Dilerim, herkes eksik parçayı bulsun. Evrensel puzzle tamamlansın. Tanrı,  bizi bundan sonra iyi karmalarda görüştürsün...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı