Genç kadın bilgisayar ekranında
dans eden çizgilere huzursuzca baktı. Aklına yapacak daha iyi birşey gelmediği
için, facebook’a tekrar bağlandı. Oysa kapatalı daha yarım saat bile olmamıştı.
Eşden, dosttan gelen yorumları okudu, bazılarına gönülsüz bir iki kelime yazdı,
standart gülme işaretini sağa sola fırlattı... Vakit akşama vardığı için,
facebook'un ekranı mahalle aralarındaki esnaf lokantalarının vitrinine benzemişti. Her önüne gelen, bir yemek resmi yapıştırmıştı. Bizim zamanımızda yediğiyle
içtiğiyle çingeneler övünürdü, diye geçirdi aklından... Sonra e-mail kutusunu
açtı, twitter hesabını kontrol etti, blog yazılarını takip edenlerin sayısına
baktı... Bu sayfaların arasında ne arıyorum, acaba ne bekliyorum, diye sordu
kendine... Her şey, bir anda sihirli değnekle dokunulmuş gibi düzelecek mi?
Peri'nin sihirli değneğini e-mail ile göndermesi yüzde kaç ihtimal? Kendi
kendine ‘saçmalama’ dedi... Sihirli değnek e-mail ile nasıl gelsin... İyi ama Peri'ye
inandın, sihirli değneğe de inandın. Bi tek e-mail ile gelmesi mi zoruna
gitti... Son cümle aklından geçer geçmez, düşünmeyi bıraktı... Yeni bir
beyinsel türbülansa gerek yok. Normal
insanlar gibi davranmak için kendine verdiği sözü hatırlamıştı çünkü. Son bir
haftadır, sıradan olmak için ciddi çaba harcıyordu. Artık 'aptal'ı oynamaya
karar vermişti. Saçlarını sarıya boyatmak işine gelmediği için, aptal kumral olarak bir çığır açma ihtimalinin olup olmadığını sorgulamıştı. Bir
arkadaşının ‘ördeklerin ayakları perdeli olur’ çıkışına ‘ördek ne’ şeklinde
cevap vermeyi bile denedi... Sonra bu kadar abartırsa, kimsenin onu aptal sanmayacağını fark ederek vazgeçti.
Böyle huzursuz akşamlarda
aklından iki şey geçerdi. Biri Mahabarata, okunmaktan her sayfası lime lime
olmuş, yirmi iki yıllık başucu kitabı... Diğeri Love Actually... Ayakucu
filmi... Televizyonun karşısına uzandığında, ekran ayakucu nahiyesine denk
geldiği için, filme böyle demeyi seviyordu. Gerçi son bir yıldır, neden
uğraşayım ki... artık hepsi kafamda, diye düşündüğünden kitabı okumaktan da, filmi
seyretmekten de vazgeçmişti.
Koleksiyon mobilyanın seçkin
çizgileri ile döşenmiş ofisinde, günler geceler boyu otursa bile sırtını zerre kadar ağrıtmayan özel tasarım çalışma koltuğuna yaslandı. Koltuk, sahibinin isteğine uyarak
nazikçe geriye eğildi. Genç kadın, ayaklarını saran ayakkabılarını birer birer fırlattı. Sonra ayaklarını masasının üzerine kaldırıp, bileklerini birbirinin üzerine attı. En sevdiğim saatler, ofiste yalnız olduğum saatler, diye düşündü...
Herkes evine barkına varmak için İstanbul trafiğinde debelenirken, ofiste
oturup, ayaklarımı masaya dayayabilmek ne devlet...
Başını arkaya yaslayıp, gözlerini
kapattı. Bilgisayarın hoparlöründen Pink’in ‘just give me a reason’ diyen sesi
geliyordu... Kaç gecesi bu yakarışla geçmişti. Bana bir sebep ver... Ama Tanrı’nın
konuşmalara katılmadığını artık anlamıştı. Ben olsam çatlarım, diye düşündü...
Milyarlarca yaratılmış sürekli kendisine bir şeyler sorarken, söylerken veya yakarırken Tanrı nasıl oluyor da sessiz kalabiliyor? Belki bu soruları
soracağımızı önceden bildiğindendir. Okuduğu kitaptaki bilgenin genç adama söyledikleri
aklından geçti; ‘Tanrı her şeyi biliyorsa, özgür iradeden söz edilebilir mi’...
Hep aynı geyik, dedi. içinden... Vyasa’da kendi anlattığı hikayedeki
kahramanların babasıydı...
Vyasa, kutsal kitabı Mahabarata’nın
yazarıydı. Vyasa aklına gelir gelmez de, kitaptan bir öykü hatırladı; Bişma ile
Amba’nın öyküsü...
Bişma, bir kralın oğlu olarak
dünyaya gelmişti. Genç prenslerin hem en güçlüsü, hem de en yakışıklısıydı.
Bişma delikanlılık çağına erdiğinde, babasının gönlü genç bir kıza düştü. Fakat
kızın babası sağduyu sahibiydi. Şimdiden kraliçe olmak ihtimali ile sevinmeye
başlayan kızına rağmen bu evliliğin ardındaki felaketi sezdi ve Bişma gibi
güçlü bir oğulun karşısında, kendi kızının doğuracağı çocukların hiçbir
şanslarının olmayacağını söyleyerek, bu birleşmeye karşı çıktı. Aynı günlerde, komşu
krallıkta yaşayan bir Prenses olan Amba, kendi babası tarafından Bişma’ya eş olması için gönderilmişti. Oysa Amba başkasına aşıktı. Bişma’nın sarayına
geldiği zaman, sırrını O’na açtı. Bunu üzerine Bişma, sevdiği adamla evlenmek
üzere evine dönmesine izin verdi. Ve Amba’nın gidişinin ardından, tefekkürle
geçirdiği bir gecenin sabahında bekarlık yemini etti. Başa geçecek kral
soyunun, kendi torunlarından üreyeceğini anlayan baba da, kızının kralla
evlenmesine izin verdi. Babası için bu fedakarlığı yapan Bişma, Tanrılar tarafından
kendi istediği sürece yaşamakla ödüllendirildi.
Sevinç içinde babasının ülkesine
dönen Amba, sevdiği adamın yanına koştu. Artık evliliklerinin önünde hiçbir
engel kalmamıştı. Fakat adam Amba’yı kabul etmedi. Bişma’nın artığı bir kadını
istemediğini söyledi. Amba’nın yakarışları işe yaramadı. Bunun üzerine Amba yeniden Bişma’nın sarayına geldi
ve kendisi ile evlenmesini, hayatını onursuz bir kadın olarak
geçirmek istemediğini söyledi.
Amba ülkesine döndükten sonra
bekarlık yemini eden Bişma, genç
prensesin teklifini kabul etmedi. Bunun üzerine Amba, onursuz bir yaşama mahkum
olmasının sebebi olarak gördüğü Bişma’yı öldürecek bir erkek bulmaya yemin ederek yollara düştü.
Yıllarca dolaştı. Çalınmadık kapı
bırakmadı. Ancak ülkedeki hiçbir erkek, karşılığında ne verilirse verilsin,
Tanrı’lar tarafından ölmek istediği zamanı seçmekle ödüllendirilen Bişma’nın
karşısına çıkmaya cesaret edemedi.
Amba o yan, bu yan dolaşa dursun,
romanın diğer kahramanları, Pandu’nun beş oğlu Pandava’lar, kuzenleri Kaurava’lar
ile, krallık için savaşa tutuştular. Bişma, kalpten Pandava’ları desteklemesine
rağmen, görevi gereği Kaurava’ların yanında savaşa katıldı.
O yıllarda savaşlar gündüz
yapılır, gece inince silahlar bırakılır, savaşçıların ordugahlar arasında
hatları geçmesine, yaralıların bir yandan diğerine taşınmasına, ölülerin
serbestçe ve huzur içinde gömülmesine izin verilirdi. İşte yine savaşın durduğu
bir akşam, Pandavalar’ın en büyüğü Yudiştira, Bişma’nın çadırına geldi. ‘Ey Bişma, beni ve kardeşlerimi sen büyüttün. Çocukken kucağına tırmanırdım, sana baba derdim. Ancak sen yaşadığın ve Kaurava’ların yanında savaştığın sürece bizim bu savaşı
kazanmamız imkansız... Her gün yüzlerce askerimiz senin elinle ölüme
gidiyor. Ordumuzu kırıp geçiriyorsun. Bana seni nasıl yeneceğimizi söyle, dedi’...
Bunun üzerine Bişma, Yudiştira’ya
bir gece önce gördüğü düşü anlattı.
Düşünde Amba’yı görmüştü. Amba’nın
üzerinde kesişlerin elbiselerine benzeyen kirli bir entari vardı. Etrafı ateşle
kuşatılmıştı. Bişma’ya şöyle seslendi:
‘Ey Bişma, seni öldürecek bir
erkek bulabilmek için tüm yeryüzünü dolaştım. Ama kimse bunu yapmaya yanaşmadı.
Bende bunun üzerine ormanlara çekildim.
Yıllarca bir dilim ekmek, bir
yudum su ile yaşadım. En soğuk dağların tepelerinde aylarca oturdum. Kutsal
sularda yıkandım ve seni öldürecek bir adam bulabilmek için Dharma’ya
yalvardım. Sonunda kendimi ateşe attım ve bir
erkek olarak yeniden doğdum. Şimdi Pandava’ların ordusunun
içinde, seni öldürmek için savaşıyorum. Adım Sikhandin... Beni bul Bişma... Beni bul...’
Kitapta bu bölüm, her okuduğunda genç kadının zihnini ürperten şu cümle ile
biterdi; ‘Amba’nın anlattığı aslında aşkdı’...
O gece Bişma Yudiştira’ya, eğer
kendisini öldürmek istiyorlarsa, yarın yapılacak çarpışmalarda, önüne Sikhandin'i koymasını, silahlarını sadece O’nu görürse bırakacağını söyledi.
Güneşin doğması ile filler, savaş arabalarını çeken atlar, insanlar büyük bir gürültü ile
birbirine girdiler. Yudiştira, Bişma’nın olduğu kanada yapılan büyük saldırıyı
yönetiyordu. Yudiştira’nın hemen arkasında, Arjuna’nın bizzat koruduğu Sikhandin
vardı. Yudiştira Bişma’nın etrafındaki çemberi yardığında Arjuna, Sikhandin'i,
Bişma’nın önüne sürdü. Bişma, bu genç adamın Amba olduğunu anladı ve
silahlarını indirdi.
Bişma’nın savaşmaktan vazgeçtiğini gören Kaurava’lar şaşkınlık içinde koşuşmaya başladılar. Kimse yaşanan sahneye bir anlam veremiyordu. Bişma’nın karşısında
dikilen Sikhandin’ de şaşkındı. O ana kadar kendisini yakan, kavuran Bişma’yı
öldürme arzusunu kaybetmişti. Öyleki, içinden bu adamdan neden bu denli nefret
ettiğini kendisine sorup duruyordu. Oku atmak için kolunu kaldıramadı...
Kaurava’larda Bişma’ya seslenerek, silhalarını yeniden kuşanmasını sağlamaya
çalışıyorlardı. O sırada Sikhandin’in arkasına saklanan Arjuna, muhteşem yayı
Gandiva’yı gerdi ve okunu fırlattı. Bişma, Gandiva’nın sesini duydu, oku
Sikhandin yerine Arjuna’nın attığını anladı ama mücadele etmedi. Sikhandin’in
karşısında teslim olmayı ve ölmeyi tercih etti.
Bilgisayarın hoparlöründen gelen
blip sesi, düşüncelerini böldüğünde, Vyasa’nın Bişma’nın 56 gün boyunca yattığı ölüm yatağını
betimlemek için yazdığı satırları aklından geçiriyordu. Yeni bir e-mail daha
geldi, diye düşündü. Her gün gelen onlarca e-mailden hiçbir farkı yok... Okusan
ne, okumasan ne... Boşandıktan sonra, hayatına girmeye çalışan erkekleri anımsadı. Onlar da bu mesajlar gibiydiler. Hepsi birbirinin aynı... Sevsen ne,
sevmesen ne...
Saatine baktı... Geç olmuştu.
Elini pişmanlıkla alnına vurdu. Kendisine ofisin yakınında açılan bara
gideceğine dair söz vermişti. Bilgisayarını kapattı, kalemlerini toplayıp kutusuna
kaldırdı, ofisten çıktı.
Apartmanın kapısında bir an
durdu. Otoparka yürüyüp arabasına binmekle, iki adım ötedeki bara gitmek
arasında kararsız kalmıştı. Derken, elindeki anahtarın düğmesine bastı.
Arabasının farları yürüdüğü yolu aydınlatmak üzere yandı. Çantasını
yerleştirmek için bagajı uzaktan kumanda ile açtı. Bunun kendi kendine bagajını
kapatan modeli de var mıdır acaba, diye düşündü. Sonra içinden
kızdı. Hayatı lüzumsuz şeylerin peşinde koşmakla geçip gidiyordu işte. Böyle zamanlarda, ücra bir köye yerleşip, emekli maaşı ile yaşamayı
başaracağı günlerin hiçbir zaman gelmeyeceğinden korkuyordu.
Boyunu aşan bagaj kapağını
kapatmak için kolunu yukarı doğru uzattığında, kolunun hareketini denetlemek için yukarı çevrilen gözleri gökyüzündeki yıldızlara takıldı. Herkes için bir
Sikhandin olmalı, diye düşündü. O kadar herkes için ki, Tanrı'nın beni bunun dışında bırakması için geçerli hiçbir sebebi yok... O gelecek ve geldiğinde ben bunu bileceğim. Silahlarımı
indireceğim. O’da beni teslim alacak...
Love Actually’den bir sahne geldi
gözünün önüne... Ne demişti adam... ‘enough... enough now...‘ O’nun da aynı
gökyüzünün altında yaşadığını düşündü. Aynı yıldızları seyrettiğini... Yeter,
dedi içinden... şimdilik bu da yeter...
Gecenin devamında Hugh Grant’in Down Sokağı 10 numaranın merdivenlerinde dans ettiği sahneyi bir kez daha izlemek üzere kendine
söz verdi, arabasına bindi, evine gitti...
Yorumlar
Yorum Gönder