(Toskana'nın Bağları II. Bölüm)
İtalya’ya gidişimize bir hafta
kala, Feray’ın bizim için henüz kalacak bir yer organize etmediğini fark
etmemizle birlikte, zamanın akışı aniden hızlandı.
Nedense her durumda aşırı
sorumluluk sahibi olmayı marifet sayan ahmak kafam ve ben, bütün saatlerimizi
internet karşısında, ev ve belki uygun fiyatlısını buluruz, ümidi ile otel sitelerini
araştırarak geçirmeye başladık. Ben o yan bu yan debelenip, kuş gibi çırpınırken,
Gaye ‘de bir sandalyeye tünemiş vaziyette, elinde sigarası ve kahvesi olduğu
halde yanımda oturuyor, her şeye bir bahane buluyordu.
-Gaye, bu ev nasıl?
-Merkeze uzak...
-Peki bu?
-Salonu küçük... Gece uykumuz kaçsa, şöyle çıkıp yayılacak yer yok...
-Tövbe, tövbe... Yahu satın mı alıcaz. Salonundan bize ne... Al bi de
bu var. Buna ne dersin?
-Terası yok.
-Terası mı yok...
-Akşam günbatımına karşı, şarabımızı alıp, terasta sigara keyfi yapamayacaksak,
İtalya’ya gitmek neye yarar?
-Valla çok haklısın. Ben nasıl oldu da bunu düşünemedim. Terası olmayan
eve bende ev demem zaten... Kızım huu...
Evi bulduk da, teraslısını aramak kusur mu kaldı...
İstanbul’da her yeni doğan gün,
bu konuşmaların türlü çeşit versiyonları ile dolu olarak birbiri ardına yaşanıp,
biterken, bizden kilometrelerce uzakta, Bolonya denilen diyarda, başka bir şey
oldu. Armudun sapı, üzümün çöpü demeyen aklı başında fuar ziyaretçileri
tarafından, tüm evler ve oteller birer birer kiralandı. Gerçi Gaye önce
terastan, sonra büyük salondan, en son olarak da merkezi konumdan vazgeçti ama,
bizim olaya uyum sağlama hızımız, evlerin kiralanma hızına yetişemediğinden,
Bolonya’da ev kiralama çabalarımız yandı, bitti, kül oldu...
Hal böyle olunca mecburen B
planını yürürlüğe koyduk. Merkezden dışarı doğru, harita üzerinde işaretlenmiş
kiralık evlere bakmaya başladık. Ve birgün öğle güneşi ofisin camlarından içeri
dolarak bizi kavururken gördük ki, gide gide Floransa’ya gelmişiz.
Böylece ev arayışımıza ‘nerede
konaklamak istiyorsunuz’ sorusuna cevap olarak bu sefer ‘Floransa’ yazarak
yeniden başladık. Ve ilk denememizde inanılmaz merkezi evler, geniş, büyük ve
ferah salonlar, manzaralı teraslar bulduk.
Hele Massimiliano adındaki bir adam tarafından kiralanan bir dizi daire
vardı ki, hepimizin ağzının suyu aktı. Bunların arasından en büyük teraslı
daireye istek gönderip, hele bir de
indirim alınca, keyfimiz yerine geldi. Kredi kartı ile ödemeyi yapacağımız
sırada, tarihi yanlış girdiğimizi, adamın kara kışın orta yerinde, Floransa’da
in cin top atarken ev kiralamak isteyen üç şaşkına, evi bu yüzden yarı parasına
verdiğini anlayınca keyfimiz biraz kaçmadı değil ama, yılmadan aramaya devam
ettik. Ve sonunda iki ev üzerinde karar kıldık. Heather’ın evi ve Nicole’un
evi...
Böylece Gaye ve Feray arasında
‘Heather idi, Nicole idi’ tartışmalarının yaşanacağı zaman dilimine girmiş
olduk. Ben bu sırada sanırım bir tükenmişlik sendorumu yaşıyordum. O yüzden
münazaralara iştirak edemedim. En sonunda bir gece yarısı telefonuma düşen
‘Heather’ mesajını alınca, kredi kartımı cüzdanımdan çıkardım ve rezervasyonu
yaptım. Böylece Floransa’da başımızı sokacak bir damımız oldu, ben de o gece
ilk defa rahat uyudum.
Floransa’ya gitmemize iki gün
kala, ofiste çalışırken telefonum çaldı. Artık Floransa’ya rezervasyon yapmış,
en havalı bir kişi olarak telefonu açtığımda, yarım günlük proje toplantısı
için Moskova’ya davet edildiğimi öğrendim. Arayanlara ‘yok kardeşim, ben daha
yeni bir ev arama sürecinden çıktım, dinlenmem, toparlanmam lazım. Proje falan
çizemem. Kendinize başka mimar bulun’ diyecek halim yok ya... Hemen eve gittim,
pasaportumu aldım, akşam uçağı ile Moskova’ya uçtum.
Sabah Moskova’da uyandığımda,
beni bekleyen tek şeyin, inşaat firması ile yapacağım toplantı olduğunu
sanıyordum. Hiçbir şeyden habersiz, çocuklar gibi masum ve şendim. Akşam
toplantı çıkışında, deli bir Rus şöförün kullandığı, tıkalı trafikte saatte 120
kilometre hızla giden arabanın sağ arka koltuğunda oturmuş, emniyet kemerimi
belki bininci kez kontrol ederken, telefonumdan ‘mesajınız var’ anlamına gelen
bip sesini duydum. Mesajı açtım ve yazılanları hayretler içerisinde kalarak
okudum: Heather adlı kullanıcı, falan kodlu, filan tarihli rezervasyonunuzu
iptal etti.
Başımı kaldırıp camdan baktığımı
hatırlıyorum. Ölümüne sıkışık bir trafikte, çocukluğumda Bostancı-Kadıköy
minübüslerinde dinlediğim Orhan Gencebay şarkılarının bizim için ifade ettiği
toplumsal olguya denk geldiğini tahmin ettiğim Rusça müzikler eşliğinde,
İstanbul’a kırk kere rahmet okutan Moskova trafiğinde araba sürmekten
mütevellit aklını kaçırmış bir adamın kullandığı bir arabanın içerisinde,
memleketimden binlerce kilometre uzakta aldığım mesaja bak, diye düşündüm... Nedense
aklımda o ana ait yol kenarı manzaraları kalmış. Ulu ağaçlar ve altlarında park
etmiş iş makinaları...
Filmin burasında, sahneye Feray
geliyor. Gece yarısı eve döndüğümde, Heather’a
telefon ettiğini, bizim İstanbul çocuğu olduğumuzu, Floransa gibi kıç kadar bir
yerde kendisini bulmamızın en kötü ihtimalle yarım saatimizi alacağını, eğer
bize bir ev ayarlayamazsa, O’nun evine yerleşeceğimizi, altı gün boyunca bize
kahvaltı hazırlamasının yanısıra, kirlilerimizi de yıkayıp ütülemesinin
gerekeceğini, üç çeşit yemek, salata, zeytinyağlı ve tatlı olmadan sofraya
oturursak, elimizde olmadan çok sinirli insanlar haline geldiğimizi, mükemmel bir
amerikan aksanına sahip ingilizcesi ile anlattığını öğreniyorum. Feray’dan
gerekli bilgileri alan Heather yarım saat sonra aramış, bizim için başka bir
daire bulduğunu ve hatta bizi İstasyonda karşılayıp, eve kadar refakat
edeceğini, eve yerleştiğimizden emin olmak istediğini söylemiş.
Yeni evin bulunmasından sadece 12
saat sonra, Gaye’nin kocası Gökhan, bizi havaalanına götürdü. Sonrada ‘isterseniz
ben dışarıda bekleyim, ne olur ne olmaz gidemezseniz falan, dedi... Ama biz
kontuardan başarı ile geçtik, pasaport kontrolünü de atlattık ve Mersin’den
transit gelen Feray ile, Lounge’da buluştuk... Oh... Hepimizin üzerinden bir
yük kalktı.
Bolonya’ya inişimize kadar geçen
süreyi pas geçmek istiyorum. Neredeyse, standart bir uçak yolculuğu idi.
Neredeyse, dememin sebebi uçaktaki İtalyanlar... Ben bir uçak dolusu, bu kadar
yakışıklı adamı daha önce hiç bir arada görmemiştim. Erkeklerin Rusya’ya
giderken neler hissettiğini böylece anlamış oldum. Tamam arkadaşlar, daha önce
ettiğim lafları geri aldım. Çok haklısınız, kalpten özürler, pardon...
Bolonya havaalanı, bizim Dalaman’ın
eski haline benziyor. İtalyanlar fazla kasmamışlar. İyi havalarda, uçaktan terminal
binasına kadar yürütüyorlar insanı. Havaalanı olması hasebi ile, etrafta yaygın
bir şekilde bulunan, bizim motorsikletli polis Yunus’ların körolmayasıca
versiyonu Karabinieri’ler de, güzel havada uçaktan terminale kadar yapılan
aheste yürüyüş keyfinin cabası.
Havaalanından çıkıp, taksiye
biniyoruz ve tren istasyonuna gidiyoruz. Ben artık gelişmiş ingilizcem ile her
olayın içindeyim. Bizi tren istasyonuna götürür müsünüz, diye sorduğum taksi
şöförünün gözümün içine bakıp ‘sizi istediğiniz her yere götürürüm’ demesindeki
imâyı artık anlayabilecek kadar dile hakimim...
Bolonyo Gar'ı bir garip.
Üstte son derece tarihi ve eski bir bina, altta ise, yerin yedi kat dibine
kadar inen aşırı modern, hızlı tren istasyonu var. Bilet gişede satılmıyor. Makinelerden
almak lazım. İnsanları on dakika seyrettikten sonra, olayı kavrıyoruz ve
biletlerimizi alıp yeraltı dünyasına iniyoruz.
Etrafta bir ‘atensiyon’ dur
gidiyor. Atensiyon, atensiyon da, geresi ne... Önemli bir şey söylese, hayatta
anlamıycaz, bu yer altı dehlizlerinde ölüp gidicez. Allah’tan öyle birşey
olmadan trenimiz, hem de en hızlısından, geliyor.
Bolonya’dan binip, Firenzi Santa
Nouvella istasyonuna zırt diye indiğimiz zaman, saatler akşam üzeri 5:30’u
gösteriyor. Toskana manzaralı bir yolculuk olacak diye umarken, tren Bolonya’dan
girdiği tünelden, Floransa’ya iki kilometre kala çıktığı için, hiç bi halt
görmeden, birbirimize bön bön bakarak gelmemizi saymazsan, güzel bir yolculuk oldu
denebilir.
Heather, bizi söz verdiği gibi
istasyonda bekliyor. Artık Feray kadına bize anlattığından başka, neler
dediyse, hepimizi sarılıp ikişer defa yanaklarımızdan öpüyor. Bavullarımızı
taşımamıza yardım etmeye çalışıyor, taksiciler ile bizim adımıza İtalyanca
pazarlık yapıyor. Özür üstüne özür diliyor. Bir izzet, bir ikram ki o kadar
olur.
Evimiz Via Agnola’da... 150
yıllık bir apartmanın dördüncü kattaki dairesi... İtalyanların 150 yıllık
binaları tarihi saymadığını, bu evin bayağı yeni bir apartıman kabul edildiğini
öğreniyoruz kısacık taksi yolculuğumuz sırasında... Ha bir de Heather’ın
amerikalı olduğunu, 6 çocuk doğurduğunu ve kocasının CIA ajanı olduğunu... Gaye
bana dönüp usulca, ‘bize bunları neden anlatıyor’ diye soruyor. İnsan alanen
kocam CIA ajanı der mi? Üçüncü dünya ülkesinden geldik diye, bu bizi aptal,
saptal bi şey sanıyor anlaşılan... Veya kadının Feray’dan epey bir gözü korktu.
Ayağınızı denk alın, yoksa kocam sizi oyar, demeye getiriyor.
Apartmanın kapısının önünde taksiden
iniyoruz. Bitişik nizam, bize göre son derece tarihi yapıların arasındayız.
Hayran hayran etrafımızı seyrederken, Heather apartmanın kapısını açıyor ve
bombayı patlatıyor; bu binada asansör yok...
Ben kendim kemiksiz kırk kilo
geliyorum. Bir o kadar da elimdeki valiz var. Vuruyoruz kendimizi Via Agnola’nın
64 numaralı, yeşil ahşap kapılı apartmanının daracık merdivenlerine... Çık ha
çık, çık ha çık... Kat yüksekliği bizim evler gibi 2.50 değil ki, 17 rıhtta tırmanasın.
Gerzek İtalyan, malzemeyi bol bulmuş, 3.5 metre tavan yapmış. Normalde bir kat
çıkar gibi yaparken, aslında iki kat çıktığımızın ayırdına, sonradan aklımız
başımıza gelince varıyoruz.
Biz içeri girdiğimizde daireyi
henüz temizliyorlardı. Heather’ın yanısıra, klasik İtalyan yakışıklılığına
sahip bir adam daha geldi. Kredi kartı benim olduğu için, bendenizi muhatap
kabul ederek, işte burası mutfak, bu buzdolabı, kapaktaki kulptan tutup
kendinize çekerseniz açılır, tarzı eğitilebilir gerizekalılara göre ayarlanmış
birifingini vermeye başladı. Bu arada Feray kısa süreliğine ortadan kayboldu.
Geri geldiğinde, 'ben galerideki tek kişilik yatakta yatıyorum. Diğer odadaki çift
kişilik yatağı da Gaye ve senin için hazırlıyorlar, dedi...
O sırada, koyu birer katolik
oldukları her hallerinden belli olan temizlikçi kadınlardan bir tanesi beni
ittirerek yanımdan geçti. Az önce gözlerinin içi gülerek bu kapı, bu pencere... buna
musluk, buna lavabo denir, şeklinde gayretkeş bir biçimde bizi ‘brief’ eden
yakışıklı İtalyan çocuk, lafı hemen toparlayıp, palas pandıras çekti gitti...
Onlara yetişmek için acele ettiği her halinden belli olan Heather’ı da, Free
Shop’tan ‘yolda acıkırsak yeriz’ diye aldığımız beş paket çikolatanın, nasılsa
açılmadan kalmış sonuncusunu hediye ederek biz yolcu ettikten sonra, kapıyı
kapattık. Dairede baş başa kaldık...
Ne oldu bunlara, iyi, has, güzel
konuşurken neden apar topar gittiler, dedim. Feray sırıtarak bana baktı; tek
kişilik yatağı alabilmek için, Gaye ve senin hakkında ‘ben normalim. ama onlar lezbiyen... bu yüzden ikisi birlikte yatacaklar’ dedim dedi...
Aklımdan şimşek gibi, Heather’ın
salona gelip ‘Gaye ve sen aynı yatakta yatabilir misiniz gerçekten’ diye
sorduğu an geçti... O zaman bana çok da anlamlı görünmeyen bu soruya cevap olarak, 'tabii ki yatarız, birbirimizi onyedi yaşımızdan
beri tanıyoruz. Çocukluğumuzdan beri hep çok yakın olduk. Bizi merak etmeyin,
dediğimi hatırladım...
Gaye, Feray’a döndü, ‘Allah seni kahretmesin emi’ dedi... Bana da ‘sen de güzel bir açıklama yapmışsın,
gerizekalı’ diye kızdı...
Gaye’nin arkasından, apartmanın merdivenleri yetmezmiş gibi, birde evin
içinde, salonu yatak katına bağlayan merdiveni kösün kösün tırmandık, üstlerimizi
değiştirmek için odalarımıza çıktık.
Ve Floransa günlerimiz böylece
başlamış oldu...
Yorumlar
Yorum Gönder