İtalya gezimizi yazmak gibi bir
niyetim yoktu, aslında... Ama dün sabah Feray aradı; İtalya’da neler yaptınız,
gezi nasıl geçti, diyenlere senin blog adresini verdim, yazıyı bir an önce yaz,
dedi...
Böyle bir tembellik de, herhalde görülmemiştir. Madem sordular, cevap versene... Otur anlat; şöyle
oldu, böyle oldu... ne demeye benim
blog adresimi veriyorsun ki. Belki yazmıycam, nerden belli... Ama yok işte... Allem
etti, kallem etti, gezinin üçüncü
kişilere anlatılması işini de bana ihale edip, aradan çekildi.
Öncelikle şunu söylememe izin
verin; İtalya gezimiz sırasında binlerce şey oldu. Bir süre sonra, beynimin
içi sözler, imgeler, yer, tat ve koku izlenimleri ile dolup taşmaya başladı.
Bir vakit kendi kulvarlarında ayrı ayrı takılan bu zevat, bir müddet sonra
girişim kümeleri oluşturduğundan, zamanla olayları ayıran konturlar belirsizleşti ve her şey birbirine
karıştı. Bu karışıklıkta, bazı hadiselerin silindiğini tahmin ediyorum. Kırk yaş üzeri, kapasite artırımı yapabilmek
için geç bir yaş olduğundan olsa gerek, zavallı beynim devreleri yakmamak için,
galiba bazı kayıtları imha ediyor. Zira bir takım olayları hatırlayabilmek
için, gezi süresince not aldığım küçük defterime bakmam gerekti.
İtalya gezisi altı günlük bir
programdı. Ve esasen, Feray’ın, Gaye’yi ve beni arkadan ittirmesiyle başladı.. Gerçi
geçen kış, falımızda çizme çıkmıştı. Bunu İtalya’ya gideceğimize veya indirimde, Derimod’dan çizme alacağımıza yormuştuk. Ama üniversite bitirmiş, hele de
müspet ilim tahsil etmiş insanlara fallara inanmak yakışmayacağı için, işin o
tarafını bi kenara koyalım, olaya Feray’la devam edelim. Kendisi benim
üniversiteden arkadaşım. Üç çocuk annesi bir kadın. Düz siyah saçlı, koyu kahverengi
gözlü, 1.80 boylarında ve boyuna
bakmadan benim yanımda topuklu ayakkabı ile gezen, kendini bilmez bir insan...
Her resimde ancak beline kadar geldiğimi gördüğü halde, bu huyundan nedense
vazgeçmiyor. Kardeşim, memlekette babet diye bir ayakkabı var. Çarşıya çıktığın
zaman, dünyaları almayı biliyosun di mi... Madem öyle, al bi çift babet, sok çantana,
beni görünce çıkar giy... Hadi O bunu yapmıyor, peki ben ne demeye her
seferinde ‘kısa kesilmiş hamam tokmağı’ durumuna düşmeyi göze alarak, o yan, bu
yan Feray’la dolaşıp duruyorum. O da ayrı bir muamma... Sanıyorum insan ruhu
bizim düşündüğümüzden daha çapraşık.
Her neyse... Arkadaşlığımızın
karanlıkta kalmış yönlerini şimdilik atlıyorum. İleride yeri gelirse, başka
bazı sırlarımızı da belki açıklarım. Şimdi yazının kaleme alınış amacına bağlı
kalarak, Feray’ın beni arayıp ‘İtalya’da seramik fuarına gidiyoruz, sizde
gelsenize’ dediği güne geri dönüyorum.
İlk konuşmamızda, bu fuarın
Ürgüp’teki çamur atölyelerine benzer bir şey olacağını düşünmüştüm nedense... Üniversite’de
okurken, okul gezisi ile Avanos’a gitmiştik. Orada bir atölyeyi gezerken, döner
tablada vazoya benzeyen bir şey
yapmıştım. Yaptığım iş pek bir hoşuma gitmişti. O günlerden kalan anıların etkisi
ile olsa gerek, aklıma binalarda kullandığımız seramik karolar gelmedi. Bu
yüzden ellerimi çırparak ‘seramiklere bayılırım ben, ay ne olur gidelim’ dedim.
Feray içinden muhtemelen ‘bu harbi manyak’ diye geçirmiştir. Ama yüzüme karşı
birşey söylemedi. O’nun yerine ‘Bolonya için falan havayolundan, falan tarihe
biletlerinizi alın’ dedi...
Feray’dan gereken bilgileri
aldıktan sonra, Avanos’taki atölyenin loş serinliğinde, ellerimi çamurlara
buladığım günlerin hayali ile, hemen Gaye’yi aradım. İtalya’da seramik fuarı
varmış, gitmemiz lazım, dedim.
Gaye’de, Feray gibi üniversiteden
arkadaşım... Kendisi yarım gün mimar, yarım gün anne, tam gün psikoanalist
olarak çalışır. Söylediğimiz her cümleyi, her kelimeyi, ‘psikolojide dil sürçmesi
yoktur’ prensibinden ele alarak didikler. Rüyalarımızı ‘yaşanmayan hiçbir şey
hayal edilemez’ doktirini çerçevesinde irdeler. Ve devamında, yaptığımız her
şeyin altından bir kalbur cücük çıkararak, bizi yerden yere vurur. Tüm
komplekslerimizi, kendimize itiraf etmekte zorlandığımız kişilik bozukluklarımızı,
hepimize döve döve kabul ettirmiştir. Geçenlerde ‘Gaye, ayağıma birşeyler
yapışacak diye, evde terliksiz gezememeye başladım. Annemin temizlik
saplantısına benzer obsesif-kompülsif davranışlar geliştirmekten korkuyorum’
dediğimde bana ‘korkma, yanında ben varım’ diyecek kadar da kendine güvenir.
Gerçi bende psikoloji konusunda çok boş sayılmam. Bunun iki cümle önce yazdığım
psikolojik terimlerden anlaşıldığını
umuyorum.
Uçak biletlerinin alınması,
çocukların yokluğumuzdaki bakımlarının organize edilmesi, benim de seramikle kast edilenin çanak çömlek olmadığını idrak
etmemle birlikte, Bolonya’da düzenlenen dünyanın bu en büyük ve görkemli, 325.000 m2
alan üzerine kurulan, içinde bir Hol’den diğerine tren seferleri düzenlenen
seramik fuarı Cersai’ye bir mimar olarak katılmanın önemi ve ehemmiyeti damarlarımızda dolaşmaya başladı. Gel gör ki; daha sonra yapılan ekleme ve çıkartmalar ile, gezi bu amacından
tamamen saptı, katılımcılar için tam bir rönesans zehirlenmesine dönüştü ve günde
minumum 20.000 adım, toplamda 100.000 adım, yani yaklaşık 70 kilometre yolu
yayan tepip, memlekete tamir edilemez
derecede hışırı çıkmış bir halde dönmemize neden olan bir çılgınlık olarak
kişisel tarihimize geçti.
Bugün, gezinin sona ermesinden
yaklaşık 3 hafta sonra, ayak tabanlarımda su toplayan yerlerin artık iyileşmeye
yüz tutmuş kabuklarına bakarken düşünüyorum da; gezinin kaderini değiştiren
olayın, üç kuruş paraya kıyamayıp, otel
yerine bir evde kalmaya karar verdiğimiz an olduğunu görüyorum. Şayet bir
otelde kalsaydık, hele de bu otel Bolonya’da fuar alanına yakın bir otel olsa
idi, muhtemelen işler bu noktaya varmayacaktı. Ama her nedense Gaye ‘arkadaşlar,
internetten ev kiralayan siteler var. Hem otelden daha ucuz, hem de daha
konforlu oluyormuş. Gelin bizde otel yerine evde kalalım’ dedi. Feray bu olaya ‘evet
evet, ben otelden fiyat istedim, üç kişi için altı gün’e 18.000 lira istediler’
diyerek dahil oldu. Konu benimde bir gaflet anıma gelince, Bolonya’da ev
kiralanmasına oy birliği ile karar verilmiş oldu.
Ev kiralama organizasyonunu
yapmak, içimizde ingilizce’yi en iyi yazan ve konuşan kişi olarak Feray’ın
görev tanımına dahil edildi. Yine aramızda kararlaştırdığımız şekilde,
Bolonya’da fuara yakın bir bölgeden kiralanacak bu ev, adeta bir üs olacaktı. Cersai’den
arta kalan vakitlerimizi, Bolonya’nın merkezi konumundan faydalanarak Floransa,
Venedik, Verona, Milano gibi şehirlere hızlı trenle yapacağımız günü birlik
geziler ile değerlendirmeye karar vermiştik. Ama sonra bilin bakalım ne oldu? En
kısa mesafede, bavulun üstünde oturmak kaydı ile tek yöne seyahatin adam başı
24 euro, yani Türk parası ile yaklaşık 70 lira olduğu hızlı trenin, gidiş-
dönüş sadece 9 euro olduğunu söylemesinden de daha önce, Feray işe güce daldı,
bizim için bir ev rezervasyonu yapmayı unuttu.
Gaye ve ben, bu rezervasyonun
halen yapılmadığını fark ettiğimiz zaman, içinde bulunduğumuz günden, İtalya’ya
gideceğimiz güne kadar, takvimden kopması gereken sadece yedi adet yaprak kalmıştı. Ayrıca o günlerde başımız,
Gaye’nin pasaportundaki vizeye benim resmimi, benim pasaportumdaki vizeye de
Gaye’nin resmini yapıştıran muhteşem İtalya konsolosluğu ile fena halde
dertteydi. Kendi pasaportunda benim patates suratımı gördükten sonra düşüp
bayılan Gaye’ye, olayın facebook’ta ifşa edilmesinin ardından ‘uyar mısınız bu
salağa’ diyerek beni harcayan annemden de destek gelmişti. Nedense, benimle
yapılan her işin eninde sonunda bir aksiyona dönüşeceği sabit fikrine kapılmış
olan ailem ve arkadaşlarım kendi aralarında beni ezikleyip, hakkımda atıp tutarlarken
ve bana gizlice konsolosluğa girip, resimleri kasten değiştirmişim muamelesi
yaparlarken, ben, sorumluluk sahibi bir yetişkin
olarak vize firması ile yaptığım diplomatik temaslara devam ediyor ve
kendilerine bu konunun ivedilikle çözülmesi gerektiğini, bu seyahatin bizim
için son derece önemli olduğunu, senenin son seramik kreasyonlarını göremezsek,
mesleğimizde yapmamız kaçınılmaz olan sıçramayı yapamayacağımızı, konuya gerekli
hassasiyeti göstermemeleri halinde ise, kendilerini bir daha hiçbir Türk
vatandaşı için vize işlemi yapamayacak hale getirene kadar elimden geleni ardıma
koymayacağımı anlatmaya çalışıyordum.
Feray’ın kalınacak yer konusuna
gerekli alakayı göstermemesi ile beraber ‘gülme komşuna, it is a gelir başına’
formundaki ingilizcem ile ev rezervasyonu olayına dahil olduğum zaman, umum-i manzara
işte bundan ibaretti.
Ev rezervasyonu yapılan internet
sitesinden, resimlerini beğendiğimiz evlerin sahiplerine gönderdiğimiz ilk
mesajı, gelecek kuşaklara eğitim ve öğretimin önemini anlatmak için aşağıya
kopyaladım:
Dear Sir or Madam,
We want rent your home. Please say me, how much?
Takip eden günlerde, konu ile
ilgili yaşadığımız onlarca tarih yanlışlığı, iptal ve karışıklıktan sonra,
Floransa’da bulabildiğimiz tek daireyi kiralamak için, kiralama şirketine gönderdiğim
mesaj ise, az sonra okuyacağınız gibiydi....
Dear Sir or Madam,
Although to send an e-mail about the exact dates of accomadition, in
any case, we want to hire this apartment, whether five or six nights.
Do you mind if I ask you, to send the necessary information for booking
by credit cards. But please still keep in your mind, we have six nights in
Florance and we will be very glad and thankful if you can arange this apartment for six nights.
I hope, I will hear you soon.
Best Regards,
Gülfem
Belki dikkat edeniniz olmuştur. Altı gece için sadece beş gecelik bir ev bulabilmemiz şeklinde devam eden lanetin yanı sıra, ev Bolonya'da değil, Floransa'da... Fuar Bolonya'da, ama ev Floransa'da... Aklıma ister istemez, Devekuşu Kabare
yıllarından bir Metin Akpınar repliği geliyor: Londra’ya bakarsın, Manchester’a
gidersin... Bizde Bolonya’ya baktık, Floransa’ya gittik...
Bizi Bolonya’dan Floransa’ya atan
ve ingilizcemi bir hafta içerisinde böylesine ilerleten olaylar silsilesini
anlatmaya geçmeden önce biraz soluk alıp, dinlenmem lazım. Birkaç gün sonra Bolonya’ya niyet, Floransa’ya
kısmet rezervasyon maceralarımızla yeniden huzurlarınızda olabilmeyi diliyorum.
Şimdilik cümleten iyi geceler.
Allah rahatlıklar versin efendim....
Yorumlar
Yorum Gönder