(Toskana’nın Bağları V. Bölüm)
Beşinci yazıya geldiğime göre,
kuvvetle ihtimal, bu İtalya’da beşinci günümüz... Yoksa değil mi? Gerçi
farketmez. Bu yazıları yazmak için, masama oturduğum zaman, kendimi daha önce
yıllarca orada yaşamış gibi hissediyorum. Sanki bir kaza olmuş, uçağımız
Floransa’ya düşmüş, kurtarma ekipleri gelene kadar Floransa adasını keşfetmeye
çıkmışız, bizden önce orada yaşamış insanların bıraktıkları izlerin arasında
dolaşmışız gibi bir hissim var. Veya binaların güzel, sokakların düzgün, renk
uyumunun hakim ve erkeklerin yakışıklı olduğu bir paralel evrene geçmişiz, bir
süre sonra binaların çirkin, sokakların yamuk yumuk, renk uyumunun boktan ve erkeklerin
ecüş bücüş olduğu kendi dünyamıza dönmüşüz gibi hissettiğim vaktilerde
oluyor... Yani ne olup bittiğini bende tam olarak bilemiyorum. İtalya
gezisinden sonra bir eksen kayması yaşadığım doğru... Ama o kadar... Konunun
gerisi halen bir sır perdesinin arkasında durmakta...
Kaçıncı günde olduğumuzdan
bağımsız olarak, Uffuzi Galeri’yi gezdikten sonra, sıra nihayet
Michelangelo’nun David heykeline geldi. Rönesans’ın en önemli eserlerinden biri
kabul ediliyor bu heykel. Bir nevi, dönemin alamet-i farikası... Bizde bilinen
adı Davut... Kendisi aslen peygamber. Okullarda din derslerinde öğretildiği
hali ile, Allah tarafından kendisine dört kitaptan biri olan Zebur verilerek
taltif edilmiş. Çok ağlayan, herhalde bu hak yolunda döktüğü gözyaşları olsa gerek, zamanının büyük bölümünü ibadetle
geçiren, aynı zamanda Hz. Süleyman’ın babası olan mübarek kişi... İnternet’te
rastladığım bağımsız kaynaklara göre ise, İbranilerin peygamberi... Zebur veya
İbranilerin söylediği adı ile Mezmur, Tevrat’ın bölümlerinden. Golyat’ın
kafasını keserek, ırkını bir yok oluştan kurtarıyor. Devamında İbranilerin
kralı oluyor. Ancak komutanlarından birinin karısına aşık olunca, adamı gözünü
kırpmadan ölüme göndermekten de çekinmiyor. Devamında kadın ile evleniyor. İlk
çocukları doğduktan yedi gün sonra ölünce Tanrı’nın kendisini lanetlediğine
inanıyor. Ancak bunu o kadından ayrılmasını gerektirecek kadar büyük bir olay
olarak görmemiş anlaşılan. Çünkü ilerleyen yıllarda beş çocukları daha oluyor.
Hayatta kalanların en büyüğü Salomon, yani Süleyman, babası kadar ünlü bir
lider ve nebi haline geliyor.
İslamiyet ile popüler kültürün
David’e bakışı farklı... Peki
Michelangelo David’e nasıl bakmış? Bunu öğrenebilmek için müzenin önündeki
kuyruğa giriyoruz. Ara sıra yağan, ara sıra duran yağmurun altında beklemeye
başlıyoruz. Etrafta, kendine bu kuyruğu
iş edinmiş çocuklar dolaşıyor. Ellerinde açıklama pankartları ve telsize benzer
şeyler var. Elli euro verirseniz, daha önceden bilet almış arkadaşları ile
konuşarak, sırada beklemeden içeri girebileceğiniz ve rehber eşliğinde müzeyi
dolaşabileceğiniz bir hizmet öneriyorlar. Normal giriş 11 euro... Feray bir an
olayın büyüsüne kapılacak gibi oluyor. Ama hemen müdahale edip, konunun
çığrından çıkmasına engel oluyorum. Öğleden sonra Boboli bahçelerine gidicez.
Daha bize çok para lazım. Şimdi bunlara adam başı 50 Euro verirsek, akşama evin
yolunu bulamayız.
Sırada ne kadar beklediğimiz
aklımda kalmamış. Ama bir karede, Feray ve ben, medine dilencisi gibi yerlerde
oturuyoruz. Benimkiler Pazar malı kot pantolon. Ama Feray, birkaç bin liralık
jean’lerini Floransa kaldırımlarına serdiğine göre, çok yorulmuş olmamız lazım.
Ben bir ara sıranın en önüne kadar yürüyüp, önümüzde kaç kişi olduğunu
sayıyorum. Üniversitede okurken, bostancı-kadıköy dolmuş sırasında da aynı şeyi
yapardım. Eski alışkanlıklar kolay bırakılmıyor, demek ki.. Sonuç altmış kişi
çıkınca memnun oluyoruz. Ayaküstü yaptığımız korelasyon sonucunda, 2 saate
kadar David’i göreceğimizi anlamakla bahtiyarız.
İçeri girmeyi başardığımızda,
Academia’da David heykelinden başka şeylerinde sergilendiğini öğreniyoruz. Bir
müzik aletleri müzesi var mesela... Gönülsüz gönülsüz gittiğim bu yerde,
hayatımda ilk defa gerçek bir Stradivarius görüyorum. Hepimiz çok
etkileniyoruz.
David heykeline giden yola,
Michelangelo’nun başka heykellerini koymuşlar. İtalya’da müze gezmenin güzel
tarafı da bu,... Bizde olsa, kapının karşısına David’i koyarlar. Girince dan
diye alnının çatına denk gelirsin. Oysa burada mizansen yaratıyorlar. İnsanı
David ile karşılaşmaya psikolojik olarak da hazırlıyorlar. Michelangelo’nun
diğer heykellerine bakarak ana sergi holüne yürürken, hissetiklerimizi tarif
etmeye imkan yok. Ustanın ellerinin bu taşlara değmiş olması düşüncesi, bizi
bizden almakta...
David heykeli, koridorla
dezakse vaziyette yerleştirilmiş. Yani koridorun sonuna gelmeden, heykeli
görmemize imkan vermiyorlar. Bizde dozu gittikçe yükselen bir gerilimle,
koridoru yürüyoruz. Köşeyi dönüyoruz ve yarım küre şeklinde camdan bir tavanın
altında, yukarıdan üzerine bir ışık seli yağan David ile karşı karşıya
kalıyoruz...
Michelangelo, bu heykeli için,
‘zaten mermerin içinde duruyordu’ demiş... Bir insan yaptığı işe, ne kadar çok önem
atfediyorsa, o kadar bir halta yaramazdır, kuralı burada da değişmiyor.
Usta’nın yaptığı şey o kadar benzersiz ve sahip olduğu yetenek sayesinde, bunu
öylesine doğal bir halde ortaya koyuyor ki, üzerine ayrıca bir sos dökülmesine
gerek kalmıyor. Heykel zaten mermerin içindeydi, bende çektim çıkardım, diyor.
İyi de biz şeker hamurdan çiçek şeklinde kurabiyeyi çekip çıkaramıyoruz, onu ne
yapalım...
Yazının girişinde, islamiyetin ve
teokratik olmayan kültürün David’e bakış açısına bir gıdım göz atmıştık.
Heykeli karşımızda bütün azemeti ile görünce anlıyoruz ki, olayda üçüncü bir bakış
açısı var. O’da Michelangelo’nun bakışı...
Michelangelo, David’i, Golyat’ı
öldürmeye kadar verdiği anda ebedileştirmiş. Sağ eli yanına sarkmış. Elinin
içinde bir taş var. Sol elini omzunun üzerine doğru kaldırmış. Sapanı arkaya
sarkıyor. Bir sonraki karede, taşı sapana yerleştirip, Golyat’ın kafasına nişan
alacak. Bir kral, bir peygamber, aşk
uğruna komutanını ölüme gönderecek kadar testesteron yüklü bu adamı anlatan
heykelde, sahneye uymayan bir şey var. Nedir derseniz, Heykelin kendisi...
David, heykelsi mükemmelliğine rağmen, bu çerçeveyi doldurmuyor. Sol ayağı
dizden bükük, hafif kırık duruyor. David’in kendisi de belli ki, kırık...
Heykeli kuşatan insan seli ile, etrafında dönerek, tavafımızı tamamlarken,
kızlarla birbirimize bakıyoruz. Dün Uffuzi Galeri’de gördüklerimiz, gelip
David’in kırık duran sol bacağının hizasında birbirine bağlanıyor. Bu David
olamaz, diyoruz... Olsa olsa Michelangelo’nun sevgilisi olur. Miche, David’in
şahsında sevgilisini ölümsüzleştirmiş. Tıpkı diğer rönesans sanatçıları gibi...
Aydınlanmamızla birlikte aklımıza
bir yığın imge üşüşüyor. Resimlerde neredeyse hiç kadın figürü olmadığını
hatırlıyoruz. Heykellerin içinde de yok denecek kadar az. Feray diyor ki;
bunlar herhalde çoğalmak için kadınlarla, zevk için erkeklerle beraber
olmuşlar. Uffuzi’nin son salonlarında Medici’lerin kadınlarının portreleri
vardı. Onların seyrek ve toplanmış saçları, göğüslerini tahta gibi gösteren
elbiseleri ile verdikleri pozlarını hatırlıyoruz. Kadınlarda, erkeklerin
ilgisini çekebilmek için, kadın gibi değil, erkek gibi olmaya çalışmışlar
anlaşılan. Yoksa neden vücutlarını sımsıkı sararak, en güzel kıvrımı yok eden elbiseler
giysinler...
Feray ‘bütün rönesans sanatçıları
ibneymiş ya’ diyor... Bunu söylerken ses tonu ‘amerikalılar aslında ay’a falan
gitmemişler’ dermiş gibi hayal kırıklığı ile dolu... Bütün duygu durum
değişikliğine rağmen, ‘Güllü gidince sen bi blog yazısı yaz. Rönesans’ın
bilinmeyen yüzü, diye... ortamı sallayalım’ diyerek, bana bir görev daha
vermeyi ihmal etmiyor tabii...
Ben adamları haklı buluyorum.
Erkeklerin bu kadar güzel olduğu bir yerde, kadınları kim ne yapsın...
İtalya’da en güzel kadın bile, insanın gözüne üretim hatası gibi görünüyor.
Gaye ’dua edin rönesans bu
topraklarda doğmuş, diyor... ya Anadolu’da doğsaydı. Şimdi İlyas Salman’ın
heykeline bakıyor olabilirdik... Bu ihtimal hepimizin tüylerini diken diken
etmeye yetiyor. Böylece İtalyan erkeklerinin neden bu kadar yakışıklı oldukları
gerçeği, ilahi iradenin açık bir tezahürü olarak karşımıza dikiliyor. Rabbim
bilmiş de rönesans sanataçılarını burada yaratmış. Veya rönesans sanatçılarının
yapacağı resim ve heykellere konu olacakları için bu adamlar bu kadar yakışıklı
olmuşlar...
David’in etrafında kaç defa
döndüğümüzü hatırlamıyorum. Michelangelo’da şöyle böyleymiş ya... düşüncesi
kafatasımızın çeperlerine çarparak, kafamızın içinde sekip duruyor. O buz gibi
mermere vurduğu her çekiç darbesinde, ölümsüzlüğü armağan ettiği bu adama duyduğu
aşk varmış. Belki David bu yüzden bu kadar etkileyici... İnsan bırakıp
gidemiyor gerçekten... Feray hayranlığını ‘taş motoru olmadan bu heykelleri yapabilmek
büyük mağrifet’ diyerek dile getiriyor. Sonra da ‘haydi, haydi... burada yatın
isterseniz’ diyerek, bizi ite ite Academia’dan çıkarıyor.
Yeniden Floransa kaldırımlarına
döndüğümüzde, güneşin iki mızrak boyu yükselmiş olduğunu görüyoruz. Vakit
öğleyi geçmiş. Demek ki son dört saatimizi, David’e bakarak geçirmişiz. Daha da
oyalanmadan yola düşmemiz lazım. Güneş batmadan Boboli’yi de görmek istiyoruz.
Yakında bir otobüs durağı var. Feray ve Gaye’nin somurtmalarına aldırmadan,
Boboli Bahçeleri’ne giden otobüsün numarasını öğreniyorum. Onbeş dakika sonra,
hepimiz otobüsün camından dışarı bakmaktayız.
Yazarken, İtalya günlerine ait
hislerim canlanıyor. Ne kadarını aktarabildiğimi bilemem ama, bazen o resimleri
ve heykelleri ilk kez gördüğümde olduğu gibi, burnumun direği sızlıyor. Bazen
yüreğimden yükselen heyecan dalgasının içinde aklımı ve duygularımı taşıyan
bilincim alabora oluyor. O yüzden aynı güne rastlaması sebebi ile bu yazının
devamında anlatmayı planladığım Boboli Bahçeleri gezimizi yazacak gücü artık
bulamıyorum. Dünyanın en meşhur bahçelerinden birine, terkedilmiş bir girişten
girerek, müzeyi idare eden İtalyan’lara ‘oha’ dedirtmemizin hikayesi’ni, bir
sonraki bölüme bırakarak huzurlarınızdan ayrılıyorum.
Şen ve esen kalın...
Yorumlar
Yorum Gönder