(Toskana’nın Bağları IV. Bölüm)
İtalya maceralarımızı yazma işine girdim, çıkamıyorum. Dördüncü bölüme geldim, hala bitecek gibi değil. Her sabah ofise gittiğimde Gaye’nin karşıma dikilip ‘bak öbür bölümleri bekliyorlar, ona göre’ demesi de işin cabası... Bu yazı, başlığından da anlaşıldığı üzere, Uffuzi’yi anlatıyor. Ama bunun daha Davut heykeli var, Beatrice kilisesi var, Bolonya’da bir otel odasında kama sutra’yı anlamak için sarfedilen çabalar var. İçimden bir ses, sen ayvayı yedin kızım, böyle giderse ömürünün sonuna kadar İtalya yazarsın, diyor. Acaba böyle yapmasam da, diğer bölümleri merak eden insanları bir akşam kahveye mi davet etsem... İki saatte herşeyi anlatırım, biter, bende kurtulurum... Gel lakin burada da, diğer bölümleri merak edenler kaç kişi, sorusuna cevap vermek lazım...
İtalya maceralarımızı yazma işine girdim, çıkamıyorum. Dördüncü bölüme geldim, hala bitecek gibi değil. Her sabah ofise gittiğimde Gaye’nin karşıma dikilip ‘bak öbür bölümleri bekliyorlar, ona göre’ demesi de işin cabası... Bu yazı, başlığından da anlaşıldığı üzere, Uffuzi’yi anlatıyor. Ama bunun daha Davut heykeli var, Beatrice kilisesi var, Bolonya’da bir otel odasında kama sutra’yı anlamak için sarfedilen çabalar var. İçimden bir ses, sen ayvayı yedin kızım, böyle giderse ömürünün sonuna kadar İtalya yazarsın, diyor. Acaba böyle yapmasam da, diğer bölümleri merak eden insanları bir akşam kahveye mi davet etsem... İki saatte herşeyi anlatırım, biter, bende kurtulurum... Gel lakin burada da, diğer bölümleri merak edenler kaç kişi, sorusuna cevap vermek lazım...
Herneyse... başladık, bitiricez.
Madem öyle, devam edelim. En son Cersai’yi, fuarı anlatmıştım. Fuara
gittiğimizin ertesi sabahı, yine saat 6:00’da kalktık, sanki Piazza Della Signoria’de
ucuz pirinç dağıtılıyormuş gibi, bir acele, bir heves, Toscana’nın ayazına çıktık.
İşin gerçeği, müzeler bana
kendimi sefil, değersiz ve beceriksiz hissettiriyor. Adamlar o kadar
imkansızlığın içinde, teknolojik gelişmenin dibine vurmuş olan bizlerden yüz
kat daha üretken, bin kat daha yaratıcılarmış. Yaptıklarını gördükçe fena
oluyorum. Rafael'e hayran olucam, diye kendimden nefret etmemin alemi yok. O yüzden tek başıma olsam, gitmezdim. Ama Gaye ve Feray’ın ‘biz daha
önce gezmek istedik ama bilet gişesinde sıra gelmedi, göremedik. Sen ne şanslısın,
ilk denemende Uffizi’yi gezeceksin, demelerinden, gaza geldim, iki delinin
peşine takıldım, yollara düştüm.
Bu, Floransa’da gerçek anlamda
ilk günümüz sayılabilir aslında... Ondan önceki vakitler, yol telaşına ve fuara
gitti. Sadece akşam yemeklerinde buradaydık. Bu şehrin sabahını içimize
sindirerek ilk yaşayışımız...
Gaye bizi ara sokaklardan meydana
çıkardığında güneş, evlerin ancak tepelerini aydınlatıyordu. Dar sokaklardan geçip,
kaldırımlara düşecek kadar yükselmemişti daha... İtalyanlar, evleri bitişik
nizam, ortak avlulara baktırarak inşaa etmenin güzelliğini keşfetmişler. Ön
kapılarından arka bahçelerine doğru uzanan, heykellerle bezenmiş nefis geçitler
var. Dar, taş, ağaçsız, çiçeksiz kaldırımlardan yürüyerek evine gelen
Floransa’lılar, cümle kapısından geçer geçmez yemyeşil avlulara giriyorlar.
Vaktiyle Teşvikiye’de oturmuştum, dört yıllığına... Orada da evler bitişik
nizam inşaa edilmiştir. Arkalarında, ortak bahçeleri vardır. Ama bu alanların
tamamı, bahçeye komşu evler tarafından kaçak inşaatlarla istila edildiğinden,
kimse evinin arka camından bir bahçeye bakmak bahtiyarlığına erişemez. Burada ise,
yapılanı bozmak adeti olmadığından, bahçeler yıllardır, ilk günkü halleri ile
duruyorlar...
Evlerle ilgili dikkat çeken bir
başka husus da, kapılarının iki yanında ve iç avlularının duvarlarındaki büyük
halkalar. İnsanlar vaktiyle at ile yol aldıkları için, evlerine varınca veya
komşuya gidince, park halindeki hayvanlarının yularını bu halkalara
bağlıyorlarmış. Bir nevi bizim, arabalarımızı park ettikten sonra el frenini
çekmemiz gibi bir şey... Gaye nedense bu halkalara taktı... Floransa’da
kaldığımız müddetçe, ne vakit duvarda bir halka görse, ‘bakın bunlara da
atlarını bağlıyorlarmış, dıgıdık, dıgıdık...’ dedi. Cümlenin ‘bakın bunlara da
atlarını bağlıyorlarmış’ kısmına bir itirazım yok. Ama her seferinde dıgıdık,
dıgıdık denmesine karşıyım. Hatta bir ara Gaye’ye ‘anam senin zorun ne, habire
dıgıdık dıgıdık diyosun’ dedim... O günlerdeki Floransa’yı hissetmeniz
için canlandırma yapıyorum, dedi...
Via Agnola’daki yeşil kapılı ve
aşırı merdivenli evimizden çıkıp, dıgıdık, dıgıdık Uffuzi’ye bakan meydana
gelince mola veriyoruz. Çevreleyen kafe ve pastanelerin bir tanesi açık. Aşırı
lekeli örtüleri ve yaradana yan bakan sandalyeleri ile meydanın bir köşesini
süslemekte... Adam başı bir adet kuruvasan ve kahve, bizimkiler, bu dandirikten
sandalyelere oturmak istedikleri için 27 euro’muza mâl oluyor. Halbuki elimizde
yiye yiye bilet gişesine doğru gitsek, hepi topu 9 euro vericez... ben kıçımı, hafiften
ıslak olan bu sandalyelere koysam mı, koymasam mı diye düşünürken, Gaye ve
Feray iyice yerleşiyorlar. Birer sigara yakıyorlar. Hatta Feray meydanın
kenarını süsleyen Davut heykeli replikasının yanına park etmiş çöp kamyonuna
bakarak yanık sesiyle ‘kör olası çöpçüler aşkımı süpürmüşler’ şarkısını
söylüyor.
Ben Floransa’daki ilk akşamımızda,
bu replikayı Davut heykelinin kendisi sandım. Baktım, heykeldeki adam,
normalden biraz daha uzun boylu ve azıcık daha yapılı... Dedim ki ‘ziyan oldu
paralar... Biz dünyanın öbür ucundan bunu mu görmeye geldik. Kaldı ki; benim
neredeyse bu boyda arkadaşlarım var. Keşke otursaydık evimizde’ derken,
Feray’dan gerçek heykelin Academia müzesinde sergilendiğini ve boyunun 5.5 mt olduğunu
öğrendim. Eh bu epey bir metre sayılır. Bu kadar yolu tepmemize değecek gibi
görünüyor, çok şükür...
Biz kuruvasanları yiyip,
kahveleri içene ve çöpçülerin süpürdüğü aşklarımız hakkında dedikodu yapana kadar,
bilet kuyruğunun ucu karşı mahalleye gidiyor tabii... ben kızınca da ‘ne var
kızım ya, sen de ota boka sinirlenmeye yer arıyorsun. meydana baka baka kahve
içtik işte’ diyorlar... O zaman ne halt etmeye kargalar kahvaltısını etmeden yataklarımızdan
fırladık, diye soruyorum. Cevap; Sanki evde kalsak, uyuyacak mıydın...
Düşününce onlara hak veriyorum. Ben dünyanın neresinde dört saatten fazla uyudum
ki, burada uyuyayım.
Uffuzi kuyruğunda, yallah deyince,
iki saat, otuz dakika bekliyoruz. Sonunda bize ayrılan çilenin sonuna gelmiş
olmalıyız ki, gişe memurunun yüzünü görmek nasip oluyor. Biletleri alıp müzeye
giriyoruz.
Uffuzi çıldırtıcı bir yer. Kapıdan
içeri adımını attığı andan itibaren, bir tarihi eser cangılının içine düşüyor
insan. Sağım, solum, önüm, arkam hep tarihi eser. Antreler bile antik yunan
heykelleri ile dolu. Bu antrelerdeki heykeller, bizim Efes’teki heykellerin
toplamından bile fazla.... Uyanık Medici’ler, vaktiyle, Floransa’lı heykeltraşları
Roma’ya göndermişler, oradaki antik heykellerin replikalarını yaptırmışlar,
kendi evlerine, bahçelerine koydurmuşlar. Aradan geçmiş 900 sene, bu
heykellerde olmuş sana, tarihi eser... Gaye diyor ki; aynı yolu izlersek,
torunumuzun, torununun torununa böyle bir miras bırakabiliriz, belki... Ama
Feray ve ben bu kadar uzun vadeli plan yapmaktan yana değiliz. Bize büyük
dedemizden antik Yunan heykeli mi kaldı, onlarda çalışsınlar kazansınlar,
modundayız...
İlk girdiğimiz salon el yazması
kitaplara ayrılmış. Matbaa olmadan, o kalınlıkta kitapların yazılabilmesi,
hepimizi hayretler içinde bırakıyor. Ayrıca sanatçıların gündelik notlarını
tuttukları defterleri görüyoruz. Ben anında bir mimar olarak el yazımı, bu
defterlerdeki el yazıları ile kıyaslıyorum. Ve kendimi böcek gibi hissediyorum.
Adamın sadece özel notlarını tuttuğu defterin kenarına yaptığı süslemeyi,
ömrümü versem yine de yapamam... O çizimleri, buluşları, heykelleri yapmakla
kalmamışlar, inci gibi yazılarla defterler dolusu not tutmuşlar, o da yetmemiş,
sayfaların kenarlarına altın yaldızlı kenar süsleri yapmışlar. Kabiliyet
bolluğuna bak... hey allahım ya...
Biz el yazmaları ve yine el
yapımı bakır tabletler yardımı ile kağıtlara basılmış resimlerle dolu galeriyi
gezerken, kadının bir tanesi, her vitrinin önünde resim çekiyor. Oysa, resim
çekmek kesinlikle yasak. Bir kere söylüyoruz anlamıyor, iki kere söylüyoruz
anlamıyor. Sonunda Feray, koridora çıkıp yanında yarma gibi bir güvenlik
görevlisi ile geri geliyor. Kadını ve gerzek kocasını, görevliye azarlattıktan
sonra içimiz rahat, dolaşmaya devam ediyoruz.
Biraz ileride bu sefer Feray,
‘kızlar bakın burda ne var’ diyerek Dante’nin ilahi komedyasının orjinal
nüshasını işaret etmek için parmağını, vitrinin önünde bir hat oluşturan kordondan
ileri doğru uzatınca, ziller çalmaya başlıyor. Aklı başından giden görevli bu sefer bize doğru bir koşu
tutturuyor. Bir yandan da avazı çıktığı kadar ‘dokunma’ diye bağırmakta..
Feray’da ‘dokunmuyorum, sadece gösteriyorum’ diye itiraz eden bir karşı bağırma
ile cevap veriyor. Esasen görevlinin tepkisi anlamsız. Zira defter zaten cam bir
muhafazanın içinde... Feray ‘ulan istesem de dokunamam, kör müsün, etrafında 12
mm’lik cam var. ne demeye dram yapıyorsun, artist’in ingilizcesini de araya
sıkıştırıyor. Bunları söylerken, parmağını vitrine doğru tekrar tekrar uzattığı
için, ziller de çalmaya devam ediyor. Güvenlik görevlisi laf anlayacak gibi
değil. Feray’sa bir flaş ışığından bile zarar görmelerinden endişe ettiği bu
yazmalara herhangibir şey yapacak bir insan olduğunu anlatmadan görevlinin
yakasını bırakacak gibi görünmüyor. Sonunda Gaye ile ben araya giriyoruz. Bırak
anam sen o gerzek İtalyan’ı... ne anlar o senin tarihi eser sevginden, diyerek kendisini
olay mahallinden uzaklaştırıyoruz.
Uffuzi’nin ana koridoruna
çıktığımız zaman, hepimizin başı dönüyor. Metrelerce uzayan bir hol... bir
yanında Ponte Vecchio’ya bakan pencereler. Diğer yanında içleri tıka basa resim
ve heykel dolu salonlar... Ve burası Medici’lerin eviymiş öyle mi? Ben derhal
kabaca bir servet hesabı yapıyorum. O yıllarda euro veya dolar icad
olmadığından, birimleri hemen altına çeviriyorum. Ulaştığım büyüklük, başımı
döndürüyor. Medici’lerin para kazanma becerisi karşısında saygıyla eğiliyorum.
Galeri’nin ana koridorunda iki
taraflı olmak kaydı ile, bir heykel, iki resim koyarak bir düzenleme
yapmışlar... Koridorun uzunluğunu anlatabilmek için 1000’den fazla heykel
olduğunu söylememe izin verin. Bu koridora bağlanan hollerde ise, ağırlıklı
olarak tablolar sergileniyor. Gaye’nin elindeki krokiye kaçamak bir bakış
atıyorum. Hol sayısı 80’e kadar gidiyor. Bazı holler birbirine içten
bağlanmalı. Koridora ulaşan kapısı yok. Hepsini gezebilmek için sistemli bir
rota çizmemiz lazım. Oysa, biz Feray’la beğendiğimiz resim ve heykellere
ağzımız bir karış açık bakarak, avare avare yürümeyi tercih ediyoruz. Olayın
kontrolden çıkmaya başladığını anlayan Gaye, derhal idareyi ele alıyor. Kızlar,
bu taraftan, diyerek önümüze düşüyor ve bizim de, kıçın kıçın ilerleyip,
Uffuzi’nin kafeterya terasına kapağı atmak hayallerimizin köküne kibrit suyunu
döküyor....
Tecavüz kaçınılmazsa, bari zevk
almaya bak... diyen özlü bir sözümüz vardır. Uffuzi’deki bütün eserleri istesek
de, istemesek de göreceğimiz anlaşıldıktan sonra; çünkü Gaye’ye bizim aslında
birer insan olduğumuzu, görsel hafızamızın belirli bir kapasitesi olduğunu ve
kıçımızı yırtsak bile, ilk 20 resimden sonra, bütün detayları birbirine karıştıracağımızı
anlatmanın imkanı yok, bari olaya dikkatimizi verelim de, çektiğimiz eziyet
boşa gitmesin, diyoruz... Her bir resmin önünde durarak, detayları tartışarak,
ressamı hakkında fikir yürüterek dolaşmaya başlıyoruz. Gaye, resimlerden
birinin yanında körler için Braille alfabesi ile yazılmış bir açıklama görüyor.
Diyeceksiniz ki ne var... İlk bakışta çok medeni bir davranış gibi görünen bu durum,
aslında o kadar absürd ki, burada tam
olarak anlatıp anlatamayacağımdan emin değilim. Şimdi şöyle düşünün; söz konusu
resim, camdan bir vitrinin içinde... Önümüzde bizi bu vitrinden ayıran,
yaklaşık 150 cm eninde bir güvenlik kordonu var. Bırak resime, resmin
sergilendiği vitrine bu mesafeden daha fazla yaklaşmak mümkün değil. Galeri de
binlerce insan, birbirini ezerek yürüyor ve biz iki gözümüz de gördüğü halde,
yol bulup gidemiyoruz. Bu ahval ve şerait içinde, hangi aklı başında kör kişi,
gelip bu galerileri gezip, görmediği resimler hakkında Braille alfabesinden
bilgi almaya çalışır. Evinde otur, aç kitabını, ne okuyacaksan, evinin rahat ve
güvenli ortamında oku... Ayrıca galeride bir tane ingilizce bilgi levhası yok.
Gözü gördüğü halde, İtalyanca bilmeyenler bi halt anlamıyor, nerde kalmış gözü
görmeyenler... Gaye ile Feray, hem Allah affetsin, diyorlar, hem olayın
acaipliğine gülüyorlar. Ben krizi fırsata çevirelim, diye düşünürek hemen kör
taklidi yapmaya başlıyorum. Belki bir kaç tane heykeli ellememe ses
çıkartmazlar. Gaye yanıma gelerek çat diye kafama vuruyor. Töbe de,
gerizekalı... hacet kapısı açık olacak, göreceksin ebeninkini, diyor...
Galeri’deki resimlerde konu
ağırlıklı olarak ‘mother and child’... Adamlar durmadan İsa ve Meryem’in
resimlerini yapmışlar. Resimlerdeki figürlerin iki temel özelliği var. Meryem’in
boynu hep bükük, İsa hep çıplak... Birinin yüzünden düşen bin parça, diğerinin üzerinde
ise sadece belinden sarılmış bir bez parçası var... Meryem’in hüznünün sebebi
belli... Babasız çocuk büyütmek kolay değil... Bu konuyu aramızda irdelerken, İsa’nın kardinallerini kutsadığı bir resmin önüne geliyoruz.
Kardinaller kırmızı kadifeden, altın sırma işlemeli pelerinler giyiyorlar, İsa
yine çıplak... Gaye bu adaletsiz duruma isyan ediyor, ‘Aaaa yeter
ama, İsa’nın götünde don yok, bunlar komple grand tuvaletler. Ben bu çelişkilere
daha fazla dayanamıycam, diyor...
Resimlerde dikkat çeken diğer bir
husus, en koyu dini temaların içine karışmış pagan semboller... Burada Gaye’nin
dıgıdık, dıgıdık’tan daha beter bir saplantısı su yüzüne çıkıyor. Gördüğümüz
sembol ne olursa olsun, ‘Pan bu, işte Pan’ diye bağırmaya başlıyor. Pan geldi,
Pan gitti, derken arada fark ediyoruz ki; adamlara durmadan aynı konuyu
çizmekten illallah gelmiş... Misal bir resimde, Meryem görmesini bilenler için
Zeus ile flört ediyor... Bir başka resimde, diğer dinlerin hikayeleri
de işin içine karışmış... Bir dinin diğerinden üstün olduğuna inananları Uffuzi’ye göndermek lazım. Dokuz saatlik
turumuzun sonunda, benim geldiğim nokta, Krem peynire tapanlarda dahil olmak
üzere, herkesin kendi dininin aslında en doğruyu söylediğini kabul ettiği...
Uffuzi’de ağırlıklı olarak
Rönesans çağı sanatçılarının resimleri var. Anladığımız kadarı ile Mediciler’in
olaya ciddi katkıları olmuş. Sanatçıların geçim derdini ortadan kaldırarak, tüm
enerjierini sanatları için harcamalarına imkan tanımışlar. Zaten bu kadar
nadide eser, geçim derdi, çoluk çocuk sıkıntısı, karı dırıltısı içinde mümkün
değil ortaya çıkmazdı. Sanatçıların bu gamsız hayatları, içlerindeki sanat aşkı
ile birlikte, bir şey daha ortaya çıkarmış; kendi hemcinslerine duydukları
aşk... Tüm resimlerde ve heykellerde, ressamın veya heykeltraşın erkek
vücudunun mükemmelliğine duyduğu büyük hayranlığı sezmek mümkün. Aslında bu
gerçeği, Academia müzesinde Davut heykelini gördüğümüz zaman daha iyi
kavrayacağız. Ancak o dakikada doğal
olarak bunu bilmiyoruz. Sezgilerini dinlemeyi bilen insanlar olarak, bir miktar
aydınlanıyoruz sadece...
Uffuzi gezimiz, bir tam günlük müze içi yürüyüşünden sonra, güneş dağların ardında kaybolurken nihayet
bitiyor. Kendimizi üzerinde evler olan meşhur köprüye atıyoruz. Köprüyü pas geçmek
istiyorum. Zira benim için hayal kırıklığı... Kapalıçarşı'nın köprü üstüne
çıkmış hali gibi bir şey...
Ponte Vecchio’dan sonra,
alışveriş yapmak için mağazaları gezmek isteyen Gaye ve Feray’ı bırakarak, eve
dönmeye karar veriyorum. Nedense, alışveriş etmeyi sevmeyen bir kadınım ben.. Vitrin
bakmak, dükkanlara girip beden aramak, sonra onları denemek, yakıştı mı, yakışmadı
mı diye kafa yormak zor. O yüzden senelerdir, belli bir kaç mağazadan eskiyen
kıyafetlerimin yerine, aynılarının yenisini alarak idare ediyorum. Aklıma Ingmar
Bergman geliyor. O’nun da tüm pantalonları, gömlekleri, ceketleri ve yelekleri
aynı modelmiş. Benim kıyafet seçmekle harcayacak vaktim yok, dermiş üstad... Anlaşılan,
yaşlandıkça bende O’na benzemeye başlamışım, maalesef... Zaten bende şans olsa Ingrid Bergman’a benzerdim... Kör talih işte...
Eve kestirmeden gideyim derken,
yolum Santa Croce kilisesinin meydanına düşüyor.Çok görkemli bir kapısı var.
Etrafında yüzlerce insan dolanıyor. Buraya gelmeliyiz, diye aklıma not
ediyorum.
Eve vardım, geceliğimi giydim,
yatağıma yattım, tam uyuyacaktım, diyene kadar kızlar geliyorlar. Yeniden
giyinip, bu sefer akşam yemeği için yollara düşüyoruz. Yemekte konumuz, Uffuzi’de
gördüğümüz eserler... Medici’ler gibi, servetlerini tefecilikten edinmiş ve bu
uğurda zaman zaman oldukça zalim davranabilmiş bir ailenin, sanata bu denli
düşkün olması, üzerinde konuşmayı gerekli kılacak kadar ciddi bir çelişki gibi
görünüyor gözümüze... Ayrıca yerden fışkırmış ayrık otları gibi tüm müzeleri
istila etmiş Japon turist kafilelerinden de ciddi biçimde nefret etmeye
başladığımızın farkına varıyoruz. Başka bir konuda daha görüş değişikliği
olmuş. İnsan hariç, tüm canlılarda erkek türü daha güzel ve gösterişli iken,
neden insanın dişisi güzeldir, sorusunun cevabından artık emin değiliz. Hatta
böyle bir soru olup olmadığından bile derin şüphelerimiz var...
O gece şarabımızı Giotto
Campanile’ye bakarak içiyoruz. Dönüş yolunda, biraz yorgunuz. Trafik
ışıklarında, yayalara yeşilin yanmasını beklerken, karşı kaldırımdan pelerininin eteklerini savurarak, koltuğunun altında, yanından hiç ayırmadığı not defteri
ile Michelangelo’nun yürüdüğünü görüyorum. Benimle aynı hizaya gelince duruyor,
başını benden yana çevirip, gülümsüyor. Sonra, arkasından gelen asık yüzlü Dante ile
birlikte, Duomo’ya doğru uzaklaşıyorlar...
Kızlar, farkında mısınız
Michelangelo ile aynı kaldırımlarda yürüyoruz, diyorum... Gaye’den bir iç çekiş
geliyor... Eve kadar bir daha hiç konuşmuyoruz.
Via Angola’daki 64 numaralı
apartmanın yeşil boyalı kapısını açıp, merdivenlerden yukarı çıkarken, uzaklardan
bir çan sesi geliyor. Floransa’da bir gün daha bitiyor...
Yorumlar
Yorum Gönder