Ana içeriğe atla

Bir Yiğit Uffizi’ye gitse, gör başına neler gelir

(Toskana’nın Bağları IV. Bölüm)

İtalya maceralarımızı yazma işine girdim, çıkamıyorum. Dördüncü bölüme geldim, hala bitecek gibi değil. Her sabah ofise gittiğimde Gaye’nin karşıma dikilip ‘bak öbür bölümleri bekliyorlar, ona göre’ demesi de işin cabası... Bu yazı, başlığından da anlaşıldığı üzere, Uffuzi’yi anlatıyor. Ama bunun daha Davut heykeli var, Beatrice kilisesi var, Bolonya’da bir otel odasında kama sutra’yı anlamak için sarfedilen çabalar var. İçimden bir ses, sen ayvayı yedin kızım, böyle giderse ömürünün sonuna kadar İtalya yazarsın, diyor. Acaba böyle yapmasam da, diğer bölümleri merak eden insanları bir akşam kahveye mi davet etsem... İki saatte herşeyi anlatırım, biter, bende kurtulurum... Gel lakin burada da, diğer bölümleri merak edenler kaç kişi, sorusuna cevap vermek lazım...

Herneyse... başladık, bitiricez. Madem öyle, devam edelim. En son Cersai’yi, fuarı anlatmıştım. Fuara gittiğimizin ertesi sabahı, yine saat 6:00’da kalktık, sanki Piazza Della Signoria’de ucuz pirinç dağıtılıyormuş gibi, bir acele, bir heves, Toscana’nın ayazına çıktık.

İşin gerçeği, müzeler bana kendimi sefil, değersiz ve beceriksiz hissettiriyor. Adamlar o kadar imkansızlığın içinde, teknolojik gelişmenin dibine vurmuş olan bizlerden yüz kat daha üretken, bin kat daha yaratıcılarmış. Yaptıklarını gördükçe fena oluyorum. Rafael'e hayran olucam, diye kendimden nefret etmemin alemi yok. O yüzden tek başıma olsam, gitmezdim. Ama Gaye ve Feray’ın ‘biz daha önce gezmek istedik ama bilet gişesinde sıra gelmedi, göremedik. Sen ne şanslısın, ilk denemende Uffizi’yi gezeceksin, demelerinden, gaza geldim, iki delinin peşine takıldım, yollara düştüm.

Bu, Floransa’da gerçek anlamda ilk günümüz sayılabilir aslında... Ondan önceki vakitler, yol telaşına ve fuara gitti. Sadece akşam yemeklerinde buradaydık. Bu şehrin sabahını içimize sindirerek ilk yaşayışımız...

Gaye bizi ara sokaklardan meydana çıkardığında güneş, evlerin ancak tepelerini aydınlatıyordu. Dar sokaklardan geçip, kaldırımlara düşecek kadar yükselmemişti daha... İtalyanlar, evleri bitişik nizam, ortak avlulara baktırarak inşaa etmenin güzelliğini keşfetmişler. Ön kapılarından arka bahçelerine doğru uzanan, heykellerle bezenmiş nefis geçitler var. Dar, taş, ağaçsız, çiçeksiz kaldırımlardan yürüyerek evine gelen Floransa’lılar, cümle kapısından geçer geçmez yemyeşil avlulara giriyorlar. Vaktiyle Teşvikiye’de oturmuştum, dört yıllığına... Orada da evler bitişik nizam inşaa edilmiştir. Arkalarında, ortak bahçeleri vardır. Ama bu alanların tamamı, bahçeye komşu evler tarafından kaçak inşaatlarla istila edildiğinden, kimse evinin arka camından bir bahçeye bakmak bahtiyarlığına erişemez. Burada ise, yapılanı bozmak adeti olmadığından, bahçeler yıllardır, ilk günkü halleri ile duruyorlar...

Evlerle ilgili dikkat çeken bir başka husus da, kapılarının iki yanında ve iç avlularının duvarlarındaki büyük halkalar. İnsanlar vaktiyle at ile yol aldıkları için, evlerine varınca veya komşuya gidince, park halindeki hayvanlarının yularını bu halkalara bağlıyorlarmış. Bir nevi bizim, arabalarımızı park ettikten sonra el frenini çekmemiz gibi bir şey... Gaye nedense bu halkalara taktı... Floransa’da kaldığımız müddetçe, ne vakit duvarda bir halka görse, ‘bakın bunlara da atlarını bağlıyorlarmış, dıgıdık, dıgıdık...’ dedi. Cümlenin ‘bakın bunlara da atlarını bağlıyorlarmış’ kısmına bir itirazım yok. Ama her seferinde dıgıdık, dıgıdık denmesine karşıyım. Hatta bir ara Gaye’ye ‘anam senin zorun ne, habire dıgıdık dıgıdık diyosun’ dedim... O günlerdeki Floransa’yı hissetmeniz için  canlandırma yapıyorum, dedi...  

Via Agnola’daki yeşil kapılı ve aşırı merdivenli evimizden çıkıp, dıgıdık, dıgıdık Uffuzi’ye bakan meydana gelince mola veriyoruz. Çevreleyen kafe ve pastanelerin bir tanesi açık. Aşırı lekeli örtüleri ve yaradana yan bakan sandalyeleri ile meydanın bir köşesini süslemekte... Adam başı bir adet kuruvasan ve kahve, bizimkiler, bu dandirikten sandalyelere oturmak istedikleri için 27 euro’muza mâl oluyor. Halbuki elimizde yiye yiye bilet gişesine doğru gitsek, hepi topu 9 euro vericez... ben kıçımı, hafiften ıslak olan bu sandalyelere koysam mı, koymasam mı diye düşünürken, Gaye ve Feray iyice yerleşiyorlar. Birer sigara yakıyorlar. Hatta Feray meydanın kenarını süsleyen Davut heykeli replikasının yanına park etmiş çöp kamyonuna bakarak yanık sesiyle ‘kör olası çöpçüler aşkımı süpürmüşler’ şarkısını söylüyor.

Ben Floransa’daki ilk akşamımızda, bu replikayı Davut heykelinin kendisi sandım. Baktım, heykeldeki adam, normalden biraz daha uzun boylu ve azıcık daha yapılı... Dedim ki ‘ziyan oldu paralar... Biz dünyanın öbür ucundan bunu mu görmeye geldik. Kaldı ki; benim neredeyse bu boyda arkadaşlarım var. Keşke otursaydık evimizde’ derken, Feray’dan gerçek heykelin Academia müzesinde sergilendiğini ve boyunun 5.5 mt olduğunu öğrendim. Eh bu epey bir metre sayılır. Bu kadar yolu tepmemize değecek gibi görünüyor, çok şükür...

Biz kuruvasanları yiyip, kahveleri içene ve çöpçülerin süpürdüğü aşklarımız hakkında dedikodu yapana kadar, bilet kuyruğunun ucu karşı mahalleye gidiyor tabii... ben kızınca da ‘ne var kızım ya, sen de ota boka sinirlenmeye yer arıyorsun. meydana baka baka kahve içtik işte’ diyorlar... O zaman ne halt etmeye kargalar kahvaltısını etmeden yataklarımızdan fırladık, diye soruyorum. Cevap; Sanki evde kalsak, uyuyacak mıydın... Düşününce onlara hak veriyorum. Ben dünyanın neresinde dört saatten fazla uyudum ki, burada uyuyayım.

Uffuzi kuyruğunda, yallah deyince, iki saat, otuz dakika bekliyoruz. Sonunda bize ayrılan çilenin sonuna gelmiş olmalıyız ki, gişe memurunun yüzünü görmek nasip oluyor. Biletleri alıp müzeye giriyoruz.

Uffuzi çıldırtıcı bir yer. Kapıdan içeri adımını attığı andan itibaren, bir tarihi eser cangılının içine düşüyor insan. Sağım, solum, önüm, arkam hep tarihi eser. Antreler bile antik yunan heykelleri ile dolu. Bu antrelerdeki heykeller, bizim Efes’teki heykellerin toplamından bile fazla.... Uyanık Medici’ler, vaktiyle, Floransa’lı heykeltraşları Roma’ya göndermişler, oradaki antik heykellerin replikalarını yaptırmışlar, kendi evlerine, bahçelerine koydurmuşlar. Aradan geçmiş 900 sene, bu heykellerde olmuş sana, tarihi eser... Gaye diyor ki; aynı yolu izlersek, torunumuzun, torununun torununa böyle bir miras bırakabiliriz, belki... Ama Feray ve ben bu kadar uzun vadeli plan yapmaktan yana değiliz. Bize büyük dedemizden antik Yunan heykeli mi kaldı, onlarda çalışsınlar kazansınlar, modundayız...

İlk girdiğimiz salon el yazması kitaplara ayrılmış. Matbaa olmadan, o kalınlıkta kitapların yazılabilmesi, hepimizi hayretler içinde bırakıyor. Ayrıca sanatçıların gündelik notlarını tuttukları defterleri görüyoruz. Ben anında bir mimar olarak el yazımı, bu defterlerdeki el yazıları ile kıyaslıyorum. Ve kendimi böcek gibi hissediyorum. Adamın sadece özel notlarını tuttuğu defterin kenarına yaptığı süslemeyi, ömrümü versem yine de yapamam... O çizimleri, buluşları, heykelleri yapmakla kalmamışlar, inci gibi yazılarla defterler dolusu not tutmuşlar, o da yetmemiş, sayfaların kenarlarına altın yaldızlı kenar süsleri yapmışlar. Kabiliyet bolluğuna bak... hey allahım ya...

Biz el yazmaları ve yine el yapımı bakır tabletler yardımı ile kağıtlara basılmış resimlerle dolu galeriyi gezerken, kadının bir tanesi, her vitrinin önünde resim çekiyor. Oysa, resim çekmek kesinlikle yasak. Bir kere söylüyoruz anlamıyor, iki kere söylüyoruz anlamıyor. Sonunda Feray, koridora çıkıp yanında yarma gibi bir güvenlik görevlisi ile geri geliyor. Kadını ve gerzek kocasını, görevliye azarlattıktan sonra içimiz rahat, dolaşmaya devam ediyoruz.

Biraz ileride bu sefer Feray, ‘kızlar bakın burda ne var’ diyerek Dante’nin ilahi komedyasının orjinal nüshasını işaret etmek için parmağını, vitrinin önünde bir hat oluşturan kordondan ileri doğru uzatınca, ziller çalmaya başlıyor. Aklı başından giden  görevli bu sefer bize doğru bir koşu tutturuyor. Bir yandan da avazı çıktığı kadar ‘dokunma’ diye bağırmakta.. Feray’da ‘dokunmuyorum, sadece gösteriyorum’ diye itiraz eden bir karşı bağırma ile cevap veriyor. Esasen görevlinin tepkisi anlamsız. Zira defter zaten cam bir muhafazanın içinde... Feray ‘ulan istesem de dokunamam, kör müsün, etrafında 12 mm’lik cam var. ne demeye dram yapıyorsun, artist’in ingilizcesini de araya sıkıştırıyor. Bunları söylerken, parmağını vitrine doğru tekrar tekrar uzattığı için, ziller de çalmaya devam ediyor. Güvenlik görevlisi laf anlayacak gibi değil. Feray’sa bir flaş ışığından bile zarar görmelerinden endişe ettiği bu yazmalara herhangibir şey yapacak bir insan olduğunu anlatmadan görevlinin yakasını bırakacak gibi görünmüyor. Sonunda Gaye ile ben araya giriyoruz. Bırak anam sen o gerzek İtalyan’ı... ne anlar o senin tarihi eser sevginden, diyerek kendisini olay mahallinden uzaklaştırıyoruz.

Uffuzi’nin ana koridoruna çıktığımız zaman, hepimizin başı dönüyor. Metrelerce uzayan bir hol... bir yanında Ponte Vecchio’ya bakan pencereler. Diğer yanında içleri tıka basa resim ve heykel dolu salonlar... Ve burası Medici’lerin eviymiş öyle mi? Ben derhal kabaca bir servet hesabı yapıyorum. O yıllarda euro veya dolar icad olmadığından, birimleri hemen altına çeviriyorum. Ulaştığım büyüklük, başımı döndürüyor. Medici’lerin para kazanma becerisi karşısında saygıyla eğiliyorum.

Galeri’nin ana koridorunda iki taraflı olmak kaydı ile, bir heykel, iki resim koyarak bir düzenleme yapmışlar... Koridorun uzunluğunu anlatabilmek için 1000’den fazla heykel olduğunu söylememe izin verin. Bu koridora bağlanan hollerde ise, ağırlıklı olarak tablolar sergileniyor. Gaye’nin elindeki krokiye kaçamak bir bakış atıyorum. Hol sayısı 80’e kadar gidiyor. Bazı holler birbirine içten bağlanmalı. Koridora ulaşan kapısı yok. Hepsini gezebilmek için sistemli bir rota çizmemiz lazım. Oysa, biz Feray’la beğendiğimiz resim ve heykellere ağzımız bir karış açık bakarak, avare avare yürümeyi tercih ediyoruz. Olayın kontrolden çıkmaya başladığını anlayan Gaye, derhal idareyi ele alıyor. Kızlar, bu taraftan, diyerek önümüze düşüyor ve bizim de, kıçın kıçın ilerleyip, Uffuzi’nin kafeterya terasına kapağı atmak hayallerimizin köküne kibrit suyunu döküyor....

Tecavüz kaçınılmazsa, bari zevk almaya bak... diyen özlü bir sözümüz vardır. Uffuzi’deki bütün eserleri istesek de, istemesek de göreceğimiz anlaşıldıktan sonra; çünkü Gaye’ye bizim aslında birer insan olduğumuzu, görsel hafızamızın belirli bir kapasitesi olduğunu ve kıçımızı yırtsak bile, ilk 20 resimden sonra, bütün detayları birbirine karıştıracağımızı anlatmanın imkanı yok, bari olaya dikkatimizi verelim de, çektiğimiz eziyet boşa gitmesin, diyoruz... Her bir resmin önünde durarak, detayları tartışarak, ressamı hakkında fikir yürüterek dolaşmaya başlıyoruz. Gaye, resimlerden birinin yanında körler için Braille alfabesi ile yazılmış bir açıklama görüyor. Diyeceksiniz ki ne var... İlk bakışta çok medeni bir davranış gibi görünen bu durum, aslında o kadar  absürd ki, burada tam olarak anlatıp anlatamayacağımdan emin değilim. Şimdi şöyle düşünün; söz konusu resim, camdan bir vitrinin içinde... Önümüzde bizi bu vitrinden ayıran, yaklaşık 150 cm eninde bir güvenlik kordonu var. Bırak resime, resmin sergilendiği vitrine bu mesafeden daha fazla yaklaşmak mümkün değil. Galeri de binlerce insan, birbirini ezerek yürüyor ve biz iki gözümüz de gördüğü halde, yol bulup gidemiyoruz. Bu ahval ve şerait içinde, hangi aklı başında kör kişi, gelip bu galerileri gezip, görmediği resimler hakkında Braille alfabesinden bilgi almaya çalışır. Evinde otur, aç kitabını, ne okuyacaksan, evinin rahat ve güvenli ortamında oku... Ayrıca galeride bir tane ingilizce bilgi levhası yok. Gözü gördüğü halde, İtalyanca bilmeyenler bi halt anlamıyor, nerde kalmış gözü görmeyenler... Gaye ile Feray, hem Allah affetsin, diyorlar, hem olayın acaipliğine gülüyorlar. Ben krizi fırsata çevirelim, diye düşünürek hemen kör taklidi yapmaya başlıyorum. Belki bir kaç tane heykeli ellememe ses çıkartmazlar. Gaye yanıma gelerek çat diye kafama vuruyor. Töbe de, gerizekalı... hacet kapısı açık olacak, göreceksin ebeninkini, diyor...

Galeri’deki resimlerde konu ağırlıklı olarak ‘mother and child’... Adamlar durmadan İsa ve Meryem’in resimlerini yapmışlar. Resimlerdeki figürlerin iki temel özelliği var. Meryem’in boynu hep bükük, İsa hep çıplak... Birinin yüzünden düşen bin parça, diğerinin üzerinde ise sadece belinden sarılmış bir bez parçası var... Meryem’in hüznünün sebebi belli... Babasız çocuk büyütmek kolay değil... Bu konuyu aramızda irdelerken, İsa’nın kardinallerini kutsadığı bir resmin önüne geliyoruz. Kardinaller kırmızı kadifeden, altın sırma işlemeli pelerinler giyiyorlar, İsa yine çıplak... Gaye bu adaletsiz duruma isyan ediyor, ‘Aaaa yeter ama, İsa’nın götünde don yok, bunlar komple grand tuvaletler. Ben bu çelişkilere daha fazla dayanamıycam, diyor...

Resimlerde dikkat çeken diğer bir husus, en koyu dini temaların içine karışmış pagan semboller... Burada Gaye’nin dıgıdık, dıgıdık’tan daha beter bir saplantısı su yüzüne çıkıyor. Gördüğümüz sembol ne olursa olsun, ‘Pan bu, işte Pan’ diye bağırmaya başlıyor. Pan geldi, Pan gitti, derken arada fark ediyoruz ki; adamlara durmadan aynı konuyu çizmekten illallah gelmiş... Misal bir resimde, Meryem görmesini bilenler için Zeus ile flört ediyor... Bir başka resimde, diğer dinlerin hikayeleri de işin içine karışmış... Bir dinin diğerinden üstün olduğuna inananları Uffuzi’ye göndermek lazım. Dokuz saatlik turumuzun sonunda, benim geldiğim nokta, Krem peynire tapanlarda dahil olmak üzere, herkesin kendi dininin aslında en doğruyu söylediğini kabul ettiği... 

Uffuzi’de ağırlıklı olarak Rönesans çağı sanatçılarının resimleri var. Anladığımız kadarı ile Mediciler’in olaya ciddi katkıları olmuş. Sanatçıların geçim derdini ortadan kaldırarak, tüm enerjierini sanatları için harcamalarına imkan tanımışlar. Zaten bu kadar nadide eser, geçim derdi, çoluk çocuk sıkıntısı, karı dırıltısı içinde mümkün değil ortaya çıkmazdı. Sanatçıların bu gamsız hayatları, içlerindeki sanat aşkı ile birlikte, bir şey daha ortaya çıkarmış; kendi hemcinslerine duydukları aşk... Tüm resimlerde ve heykellerde, ressamın veya heykeltraşın erkek vücudunun mükemmelliğine duyduğu büyük hayranlığı sezmek mümkün. Aslında bu gerçeği, Academia müzesinde Davut heykelini gördüğümüz zaman daha iyi kavrayacağız. Ancak  o dakikada doğal olarak bunu bilmiyoruz. Sezgilerini dinlemeyi bilen insanlar olarak, bir miktar aydınlanıyoruz sadece...

Uffuzi gezimiz, bir tam günlük müze içi yürüyüşünden sonra, güneş dağların ardında kaybolurken nihayet bitiyor. Kendimizi üzerinde evler olan meşhur köprüye atıyoruz. Köprüyü pas geçmek istiyorum. Zira benim için hayal kırıklığı... Kapalıçarşı'nın köprü üstüne çıkmış hali gibi bir şey...

Ponte Vecchio’dan sonra, alışveriş yapmak için mağazaları gezmek isteyen Gaye ve Feray’ı bırakarak, eve dönmeye karar veriyorum. Nedense, alışveriş  etmeyi sevmeyen bir kadınım ben.. Vitrin bakmak, dükkanlara girip beden aramak, sonra onları denemek, yakıştı mı, yakışmadı mı diye kafa yormak zor. O yüzden senelerdir, belli bir kaç mağazadan eskiyen kıyafetlerimin yerine, aynılarının yenisini alarak idare ediyorum. Aklıma Ingmar Bergman geliyor. O’nun da tüm pantalonları, gömlekleri, ceketleri ve yelekleri aynı modelmiş. Benim kıyafet seçmekle harcayacak vaktim yok, dermiş üstad... Anlaşılan, yaşlandıkça bende O’na benzemeye başlamışım, maalesef... Zaten bende şans olsa Ingrid Bergman’a benzerdim... Kör talih işte...

Eve kestirmeden gideyim derken, yolum Santa Croce kilisesinin meydanına düşüyor.Çok görkemli bir kapısı var. Etrafında yüzlerce insan dolanıyor. Buraya gelmeliyiz, diye aklıma not ediyorum.

Eve vardım, geceliğimi giydim, yatağıma yattım, tam uyuyacaktım, diyene kadar kızlar geliyorlar. Yeniden giyinip, bu sefer akşam yemeği için yollara düşüyoruz. Yemekte konumuz, Uffuzi’de gördüğümüz eserler... Medici’ler gibi, servetlerini tefecilikten edinmiş ve bu uğurda zaman zaman oldukça zalim davranabilmiş bir ailenin, sanata bu denli düşkün olması, üzerinde konuşmayı gerekli kılacak kadar ciddi bir çelişki gibi görünüyor gözümüze... Ayrıca yerden fışkırmış ayrık otları gibi tüm müzeleri istila etmiş Japon turist kafilelerinden de ciddi biçimde nefret etmeye başladığımızın farkına varıyoruz. Başka bir konuda daha görüş değişikliği olmuş. İnsan hariç, tüm canlılarda erkek türü daha güzel ve gösterişli iken, neden insanın dişisi güzeldir, sorusunun cevabından artık emin değiliz. Hatta böyle bir soru olup olmadığından bile derin şüphelerimiz var... 

O gece şarabımızı Giotto Campanile’ye bakarak içiyoruz. Dönüş yolunda, biraz yorgunuz. Trafik ışıklarında, yayalara yeşilin yanmasını beklerken, karşı kaldırımdan pelerininin eteklerini savurarak, koltuğunun altında, yanından hiç ayırmadığı not defteri ile Michelangelo’nun yürüdüğünü görüyorum. Benimle aynı hizaya gelince duruyor, başını benden yana çevirip, gülümsüyor. Sonra, arkasından gelen asık yüzlü Dante ile birlikte, Duomo’ya doğru uzaklaşıyorlar...

Kızlar, farkında mısınız Michelangelo ile aynı kaldırımlarda yürüyoruz, diyorum... Gaye’den bir iç çekiş geliyor... Eve kadar bir daha hiç konuşmuyoruz.

Via Angola’daki 64 numaralı apartmanın yeşil boyalı kapısını açıp, merdivenlerden yukarı çıkarken, uzaklardan bir çan sesi geliyor. Floransa’da bir gün daha bitiyor...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı