Ben 1970 senesinin Nisan Ayı’nın yirmialtıncı günü Ankara’da doğdum.
İnsan ne yazık ki hayatının bu en önemli olayının şahidi olamıyor. Kendisine
anlatılanları dinlemek ve duydukları ile yetinmek zorunda kalıyor.
Bende ebeveynlerimin ilk çocuğu ve anne ve baba tarafından aile büyüklerimin
ilk torunu olduğum için, ister istemez herkes tarafından hatırlanan bu olayı,
ailemin özellikle kadın fertlerinden birçok defalar dinleyerek büyüdüm.
Öncelikle söylemek isterim ki, dinlediğim hikayelerin hiçbiri diğerine uymadı. Olayın en yakın iki tanığından biri olan annem ve babamın iki numaralı
kardeşi Belma Hala’m ve olaya ziyaretçi kadrosundan dahil olan diğer
akrabalarım, yaşanılanları hep farklı anlattılar. Dolayısı ile anlatıcının
karakter özellikleri ile bezenmiş bir çok doğum hikayem oldu. Ben de 44 yaşımın
aklı ile, senelerdir dinlediğim bu anlatımların ortak yönlerini derleyerek, en
doğru hikayeye ulaşmak amacı ile, doğum günümü bahane ederek, bu blog’u yazmaya
karar verdim. Ancak benimde dinlediklerimi kendi karakter özelliklerime göre
değiştirip dönüştürmem kaçınılmaz olduğundan, hikayenin sonunda elimizde
kalacak olan tek gerçek, aslında hepimizin kendi hikayemizi anlattığımız
olacaktır.
Olaylar, 24 Nisan Cuma sabahı babaannem ile aynı sofrada kahvaltı yapan
annemin, sandalyede bayılması ile başladı. Ali Osman Kefeli’nin kızı olduğunu,
her hareketine sinmiş ağırbaşlı tavrı ile göstermekten ömrü boyunca bir an
olsun geri durmayan altı çocuk annesi
babaannem, bu hafif yollu baygınlığa hiç sesini çıkarmadı. Usulca
masadan kalktı ve gündüzleri üniversitede öğrenci, geceleri PTT'nin 5. duraktaki santralinde nöbetçi memure olan Belma Hala’mı bulmaya gitti. Belma Hala’m, dokuz
yaşındayken, Samsun’dan İstanbul’a giden dedemin yokluğunda, mahalle esnafından
veresiye yapılan tüm alışverişleri kurşunkalemi ile okul defterinin arka
sayfasına bir tamam kaydettiği ve dedem döndükten sonra, ondan aldığı parayla
esnafa yapılan borcu eksiksiz dağıttığı günden beri ailenin tüm aksiyonlarının
en güvenilir yöneticisi olmuştu. Babamın kendisinden onsekiz ay küçük kardeşi İhsan Amca’m, Belma
Halam’a ‘Çarpana’ derdi. Çocukken Halam’ın bu lâkabının, sağa sola koşturup
birşeyleri halletmeye çalışırken ister istemez ona buna çarpmasından
geldiğini sanırdım ve kelimeyi O’nun hareketliliği ile özdeşleştirirdim. Aradan
yıllar geçti, Çarpana’nın sağa sola çarpmakla bir ilgisi olmadığını anladım ama
hepimizin bildiği cetvele horşoma diyen
amcam’a, çarpana ne demek diye sormayı da sonuçsuz bir çaba olarak gördüm.
Annem ve Halam, ikisi de yirmili yaşlarının başında olan bu iki genç kadın,
doğumevi'ne, İvedik Caddesi’nden geçen dolmuşlara binerek gittiler. Oysa, hür teşebbüsün gücüne inanarak, Hikmet Bey'in yanındaki genel müdürlük vazifesini elinin tersi ile itip, anneme
düğününde takılan bilezikleri bozdurarak aldığı kamyonla, ilerleyen yıllarda yan parseline kendininkini kuracağı Mustafa Sıvış’ın
deterjan fabrikası Huzur'un mamüllerini, modern hayatla irtibatı birer toprak yoldan ibaret olan taşra vilayetlerinin esnafına satan babam, bebek
o gelmeden doğarsa diye, Belma Hala’ma o zamanın parası ile altıyüz lira bırakıp
gitmişti. Babamın önce Vanderze'den, sonra da Hikmet Bey'in Ozon fabrikasının müdürlüğünden, o günlerde duyanların dudaklarını uçuklatan maaşları bırakarak ayrılması ve bin bir sıkıntı ile kendi işini kurmaya çalışmasına destek veren tek insan, babası Cevdet Dede'm di. Kendisi de, Samsun Ağır Ceza Reis'i olan büyük dedem Ali Rıza Bey'in 'evladım babanda mı demirciydi, bize yakışmıyor' şeklindeki tüm çıkışlarına rağmen, babasının nüfuzu ile yerleştirildiği devlet memuriyetlerden ayrılıp, arastada dükkanını açan bir müteşebbis olmasından kaynaklanan hissiyatla, babama gözlerinin içi gülerek bakmış 'aferin İlhan' demişti. Allah'ın kendisine verdiği kısa ömür, oğlunun Ankara Sanayii Odası'nın üyelerinden biri olduğunu görecek kadar yaşamasına yetti. Yıllar sonra, bende kendi işimi kurmak için sekiz bin dolar maaşı bırakıp, öğle tatillerinde yarım ekmek arası çeyrek ekmek yemeğe talim etmeye başladığımda, iki gözü iki çeşme beni kararımdan vazgeçirmeye çalışan anneme karşı, en büyük destekçim babamdı.Yani bizimkilerin hastaneye dolmuşla gitmelerinin sebebi parasızlık değildi. Hatta
annemi muayene ettikten sonra, derhal yatması lazım, diyen doktora ‘ben evimde banyo
yapıp kırklanmadan, çocuk mocuk doğurmam’ diyen annemi alıp gerisin geri eve getirirken, hastanenin
önündeki işporta tezgahından turfanda can erik almalarının, otobüsün en arka
koltuğunda oturup hoplayıp zıplayarak ve bir yandan da erik yiyerek eve
gelmelerinin de parasızlıkla anlatılacak bir tarafı yoktu. Bunu yakın zamanda
anneme sordum, çok gençtik, aklımıza taksiye binmek gelmedi, dedi.
Eve dönen gelin-görümceyi kapıda anneannem karşıladı. O sıralarda
anneannemin en büyük endişesi, annemin de, günü geldiği halde bir türlü sancısı
başlamadığı için doğuramayıp sonunda kan zehirlenmesinden ölen ve geride el
kadar bebesini bırakan komşuları Gönül gibi olmasıydı. 1970 yılında,
babaanemlerin evinde telefon vardı. Anneannemlerin telefonu, oniki sene sonra,
ben ilkokulu bitirdiğim sene bağlanacak olduğundan, Gönül’ün ölümü ile içine
evladını kaybetme ateşi düşen anneannem sabah bir posta, akşam bir posta, Ankara’nın taa öbür ucundan annemi görmeye Yenimahalle’ye
taşınıyordu. Annem ve Halam hastaneden
geri geldiklerinde de bu yüzden ağlıyordu. Bütün bunlar olup biterken babaannemin
kılını kıpırdatmadığını kimse anlatmadan bilmek için arif olmaya gerek yok. Kendisi
aradan dört sene geçtikten sonra, 1974 yılında bu sefer Belma Hala’m doğum
yaparken, bundan bile umursamaz davranarak, hafızalarımıza bir unutulmaz çentik daha atacaktı. Hala’mın doğum odasının dışına taşarak, koridorda
bir sandalyede sessizce oturan babaanneme kadar ulaşan çığlıklarını duyan ve teselli vermek için yanına gelen, ‘teyzecim gelininiz birazdan kurtulacak,
merak etmeyin’ diyen hemşireyi ‘kızım o
benim. Hem bende altı tane doğurdum, bi şey olmaz’ diyerek kovacaktı.
Babaannem bir köşede, ‘aman, çok marifet’ ifadesi ile oturup duruyorken yıkanmış,
paklanmış, ve bu sefer bavullarını da yanlarına almayı akıl etmiş olan iki genç
kadından müteşekkil kafile, anneannemin
refakati ile, bu kez taksiye binerek yola revan oldular.
Hastaneye gelişlerini takiben Cuma, Cumartesi’ye, Cumartesi Pazar’a döndü. Sonunda
olaya müdahale etmeye karar veren doktor, Pazar günü öğleye doğru annemi
doğumhaneye aldı. O yıllarda sezaryen neredeyse açık kalp ameliyatına denk tutulduğu
ve sıradan halk arasında neredeyse hiç görülmediği için, doğumlarda büyük
olaylar olarak, bebeğin forsepsle tutulup çekilmesi veya anneye suni sancı
verilmesi gibi hadiseler anlatılırdı. Benim doğumum ise, hem anneme suni sancı
verilmesi, hem de 48 saattir çektiği eziyetin artık yettiğine karar veren
doktor tarafından bir gazlı bezin üzerine dökülen eterin koklatılması yolu ile bayıltılması neticesinde,
bayağı olaylı bir doğumdur. Eterden derin nefesler çeken annemin kendinden
geçmeden önce hatırladığı en son şey ise, kemiklerinden yükselen çatırtıdır.
Beni, dörtbuçuk kilo doğduğum için, özene bezene işlenmiş kundağıma
sığdırmayı bir türlü beceremeyen doktor, doğumhanenin kapısında bekleyen ve normal bir
bebek tutacağını sandığından, iki kolunu birbirinden sadece yirmi santim açarak ileri uzatan halamın
kucağına bırakır. Halam, ağırlığımdan şaşkına döner. İşte yıllarca ‘neredeyse
düşürüyordum’ diye tarif ettiği an da bu andır.
Verilen eter oldukça limitli olmalı ki, annem kısa bir süre sonra gözlerini
açar. Karşısında uzun müddet doğamamaktan mütevellit, kafası Kırkağaç kavunu gibi yamulmuş bir bebek bulur. Bunun kafası
neden böyle, diye sorar. Doktor ‘kafası böyle olan çocuklar akıllı olur’ diye
cevap verir. Annem burada bir kez daha
bayılır.
Belma Halam benim yüzümü ilk görenin kendisi olduğunu söyler. Annem ise halamın olmadığı ortamlarda ‘ağladığını
duyduğum zaman, kafamı kaldırıp bakmıştım yüzüne’ diye anlatır. Ama annemin son
merhalede eterle bayıltıldığını düşünerek ben halamın söylediğine inanırım.
O gün Mersin’de olan babam, babaanemlerin evindeki telefonu arayınca öğrenir benim doğduğumu... Gidip
bir meyhanede içer. Annem ‘kız oldun diye üzüntüsünden içti’ der. Babam ise ‘yanınızda
olamamanın üzüntüsünden içtim’ der.. Ben bu konuda da babama inanırım.
26 Nisan Pazar günü, Ankara Büyük Doğum Evi’nin öğleyin 2’de başlayan ziyaret
saatinde annemi ve halamı görmeye gelen ailemin diğer fertleri, hastanenin
fotoğrafçısına benim poz poz resimlerimi çektiren sevinç içindeki halamla ve
feleği şaşmış annemle beraber , ikilik ekmek büyüklüğünde yamuk kafalı beni de ilk
defa böyle görürler...
Anneannem, siyah rugan çantasından çıkardığı kağıt parayı dayıma uzatarak,
O’nu hastanenin bahçesindeki büfeden süt almaya gönderir. Annemin doğum
yaptıktan sonra boğazından geçen ilk nafaka, Atatürk Orman Çiftliği’nin cam
şişeli, kırmızı alüminyum kapaklı bu sütleri olur. Anneannem, önce bir litre
sütün tamamını içirir anneme, sonra da emzirmeye başlamadan önce besmele
çektirir. Benim hafızamda bu ana ait bir kayıt vardır; annem ne zaman bu olayı
anlatsa, içine ikindi güneşi dolmuş, duvarları beyaz boyalı bir oda görürüm
ben. Odanın iki duvarında pencereler
vardır. Pencerelerden biri hastanenin ön bahçesine, diğeri yan bahçesine bakar.
Doğramaları ahşap olan bu pencerelerden yan bahçeye bakanına sırtını verince
karşıya gelen duvara, yine beyaz demirden yapılmış bir karyola dayanmıştır.
Hastanenin ön bahçesine bakan pencereden, giriş kapısının karşısındaki daire
şeklindeki çiçekliğe dikilmiş güller görünür. Diğer pencereler ise türünü bilemediğim
yeşil, ulu bir ağaca bakar. Annemin sırtında bebe yakalı gecelik, anneannemin üzerinde ise, siyah etek, gri
bluz, siyah astragan ceket vardır. Hikayenin benim uydurduğum kısmı da burası
olsa gerek...
Bizi hastaneden Çarşamba günü Belma Halam çıkarır. Eve gelişimizden dört
gün sonra da babam gelir. Beni ilk gördüğünde beşiğimde yattığımı ve dilimi
kedi yavruları gibi dudaklarımın arasından dışarı uzatarak meme arandığımı
anlatır. Annemin dediğine göre, ellerini arkasında bağlayarak, beşiğin üzerine
eğilmiş ve bir süre beni seyretmiş. Sonra banyo yapmış ve beni, dört gündür her
ağladığımda bezimi değiştirmekten veya karnımı doyurmaktan bitap düşmüş annemin
kucağından alıp,zavallıyı uyumaya göndermiş. Gözünü sadece dört saatte bir, o da kendisine getirilen bebeğini emzirmek için yarıya kadar açan annem, yirmi dört saat uyumuş.
Babam geldikten sonra, ailemizin neredeyse tüm çocuklarının isimlerini
koyacağının işaretini, benim ismimi bularak veren küçük Halam Selma’nın önerisi
ile bana, babamın depremde öldüğünü ve gerçeğin kendisinden gizlendiğini
sandığı için torununun sağ sağlim Samsun’a getirildiğini göremeden üzüntüden
ölen babaannesi, benimde büyük babaannem olan Gülfem Hanım’ın ismi verilmiş.
Bugün benim doğum günüm. Karaer’lerin Ahmet Cevdet ve Mediha’dan gelen
kolunun en büyük torunu olarak başladığım yolculukta, babaannem için Gülfeş,
Selma Hala’m için Gültrak, annem ve Belma Hala’m için Güllü, babam için Trink,
kardeşim için Teyyare, kuzenimlerim için Dütem, çocuklarım için ise
Düüsem olarak 44. Yılımı tamamladım. Önümde mahdut olduğu kesin olmakla
birlikte miktarını tam bilemediğim süre için en büyük dileğim ise, birilerinin Gülfem’i
olmak...
Bu vesile ile ailemin büyüklerine de bir mesaj iletmek istiyorum; madem
kullanmayacaktınız, bana bu ismi neden verdiniz kardeşim...
Doğumgünümü kutlayan tüm eş, dost, akraba ve kardeşlere içten sevgiler...
Hayat sizinle güzel. Sağ olun, var olun...
(İstanbul’da evde, çocukları uyuttuktan sonra yazıldı. İkibinondört
senesinin Nisan ayı’nın yirmialtıncı günü...)
Yine çok güzel bir yazi. Babaanne ayri bir kitap konusu anladığım kadariyla. Madem kullanmayacaktiniz neden gulfem koydunuz da cok dogru bir teşhis. Neden trink onu merak ettim dogrusu :)))
YanıtlaSil