Babamın enstrüman çalmaya merak sarması, benim ortaokula başladığım seneye
rastlar.
Eve elinde cümbüşle geldiği o Cumartesi öğleden sonrasında, aslında
her daim müzikle iç içe olan bu adamın,
hedefi kavaldan, ut çalma yolunda büyütmesini çok da tuhaf bulmadığımızı
hatırlıyorum. Elektrik kesintisinin hayatımızın rutini olduğu gecelerde, mum
ışığında ailecek oturduğumuz salonda, babamın çaldığı kavaldan çıkan nağmelerle
büyümüştük çünkü... O zamanlar bana 'Basitçe herkesin yapabileceği bir iş' gibi görünen bu hadisede, aslında pek
ala maharetli olduğunu, şimdiki aklımla düşününce daha iyi anlıyorum. Müzisyenlerin
‘vibrato’ dedikleri ve uzun yıllar çalışarak elde ettikleri, elin ses çıkaran
telin veya tuşun üzerinde titretilmesi becerisini, babam zahmetsizce yapardı
kavalın incecik ahşap gövdesine açılmış deliklerin üzerinde... Ama evdeki dokuz
nüfusa ekmek getirme gailesi ve dedemin ‘Seni çingenelerden almadık biz’
şeklindeki katı tutumu, O’nu müzik hevesinden mecburen uzaklaştırmıştı.
Kırk yaşını geçtikten sonra, parasını kazanmış ve ailesini refaha
kavuşturmuş bir adam olarak, ansızın elinde bir cümbüşle eve gelmesinin
temelinde, geceleri babaanneme yakalanmamak için, yorganı başına çekerek, kaval
çalmaya çalışmasının yarım kalmış hevesi yatıyordu muhtemelen.
Bir de hocası vardı. Gençliğinde, gün doğumundan batımına kadar çalıştığı
iki işine ilaveten, gece saat dokuzdan sabaha karşı dörde kadar üçüncü işi olarak gittiği Ankara Beyaz Saray Gazinosu’ndaki 'Tonmaister’lik günlerinden arkadaşı udi Kel
Aziz... Kel Aziz, perdeleri aynı olduğu için, ut yerine cümbüşle başlatmıştı
babamı. Eğer hevesi kaçıp sazı bir kenara atarsa, hiç değilse maddi ziyanı çok
olmasın diye... Ta ki, babamın yaşa göre sıralamada dördüncülüğe denk gelen kardeşi Ali amcam, yine bir Cumartesi öğleden sonrası, kirayı ödeyemediği için Kızılay
Kuğulu Park’a yakın alt geçitteki dükkanını kapatmaya karar vermiş yaşlı bir ut ustasından, gerçek bedelinin dörtte birine, otuz altı liraya bir ut alıp gelene kadar, cümbüşün
metalik sesini dinlemek zorunda kalmamız bu yüzdendi. O cümbüş halen annemin evinde
bir yerlerde durur. Çorba tenceresine benzeyen alüminyum karnını örten deriyi
geren çemberin üzerinde ‘Cümbüş - Mucidi
Zeynel Abidin’ yazar. O yıllarda babamın ‘Ayran içti karnı şişti, oy Fadime
lorke’ şarkısını çalmaya çalışmasını belki yüzüncü kez dinlerken ‘Allah da
senin belanı versin Zeynel Abidin’ diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Ali amcam babamı zorla ut sahibi yapınca, en çok cümbüşün bu madeni
tınısından kurtulduğumuza sevinmiştik. Şarkılar yine yarım yamalaktı ama hiç
değilse utun sesi, cümbüşten daha güzeldi.
Babam o yıllarda, benim için etkileri yetişkinlik hayatımda çok önemli
olacak bir şey daha yaptı. Eve bir müzik seti getirdi. Müzik seti dediğim, ilerleyen yıllarda kıymetini bilemediğimize yandığım lambalı bir radyo ve
ona bağlı iki adet profesyonel kolondu. Babam bu radyo ve kolonlar yardımı ile
bize orkestra dinlemeyi ve bundan zevk almayı öğretti. O yıllarda TRT 3, FM bandından, sürekli klasik müzik çalardı. Hafta sonu akşamları, hava karardığında babam,
başka bir şeyin dikkatimizi dağıtmaması için evin ışıklarını kapatır, radyonun sesini açar
ve müziğin bizi ele geçirmesine izin verirdi. Arada sırada ‘kemanı dinle’ ‘flütü
dinle’ ‘bak çello, bir oktav yukarıdan çalıyor’ diyen sesini duyardık. Kardeşim
ve ben, aslında çok sesli müzik denilen bir şey olduğunu ve bütün sazların
birbirinden farklı melodiler çalarak ahenkli bir birliktelik
yaratabileceklerini öğrenirken, annem bir köşede oflayıp puflardı. Ve ışıklar,
annem artık yüksek sesle iç geçirmeye, babam da anneme ‘bir zevkimi olsun
paylaş’ diye bağırmaya başlayınca açılırdı. Annem realistti; nesini paylaşıcam, işim var
gücüm var benim... Açın ışıkları, karanlıkta dinlemek şart mı, derdi.
Benim salondaki orta sehpasının üzerinde ders çalışırken, yanı başımda ağır aksak
ut çalan babamı dinleyerek, Türk Sanat müziğinin bestecilerine, makamlarına
aşina olmam, aynı zamanda Mozart’a ve Strauss’a da tutku ile bağlanmam bu sayede oldu. Babam en çok Hacı Arif Bey’i severdi. Diğer bütün büyük bestecileri de
bilir, geçilen her şarkının makamını söylerdi. Böylece çocuk hafızama notalar
ve seslerle birlikte, şarkıların bestekârları, makamları, makamların birbirleri
ile uyumları ve karar sesleri de kazınmaya başladı.
Ama gel gör ki; bütün hevesime rağmen, Tanrı benden müzik kabiliyetini
esirgemişti. Kardeşimin artık boşta kalmış cümbüşle ‘Tren
gelir, hoş gelir’i çalmaya başladığına işaret eden babam, Allah vergisi müzik kulağının
kendisinden bana değil, kardeşime geçtiğini ilan ederek, bu konu ile boşuna
zaman kaybetmememi ve kendimi derslerime vermemi tavsiye etti.
Dolayısı ile, ortaokul ikinci sınıfta, ev ekonomisi ve müzik derslerinden
birini seçmemiz istenince, ben ev ekonomisine gittim. Sınıfta sadece dört kişiydik. Müzik öğretmenimin beni bu dersten alarak okul korosuna
sokma çabaları, mevcutsuzluktan dersinin kapatılmasından endişe eden ev ekonomisi
öğretmeni tarafından ısrarla geri püskürtülünce, haftada dört saat sürfile, Hıristo teyeli, elde makine dikişi yapmaya devam ettim. Benim gibi kabiliyetsiz
bir öğrencinin peşinden bu kadar koştuğu için, müzik öğretmenime de acıdığımı
hatırlıyorum.
Tüm kabiliyetsizliğime rağmen, şarkı söylemek hevesinden vazgeçemedim. Üniversiteye
girdiğim zaman, neredeyse bütün büyük bestecilerin önemli eserlerinin beste ve
güftelerini ezbere biliyordum. Hatta bir gün, sıra dışı bir insan olduğu her halinden
belli olan Türkçe hocamız, bizi anfide toplayıp, Itri Dede Efendi’nin ‘Tûtî-i
mu'cize-gûyem, ne desem lâf değil’ eserini bile bilmeyen bilinçsiz ve kültürsüz bir
gençlik olduğumuzu yüzümüze karşı söylediğinde, ortaya çıkıp eseri geçmekten beni
alı koyan, yeni girdiğim üniversite ortamında yakama yapışan utanma duygusuydu. Gerçi sonradan, hocaya düşündüğü kadar şuursuz olmadığımızı
göstermediğime bin pişman oldum ya neyse...
O yıllarda, sınıfımda benim gibi şarkı söylemeyi seven bir arkadaşım daha
vardı; Murat Uz... İkimizde Anadolu yakasında oturduğumuz için okula beraber
gider gelirdik. Fırsat buldukça birlikte şarkı söylemeyi adet haline
getirmiştik. Bazen Taksim’den Beşiktaş’a yürürken, bazen Beşiktaş’tan Kadıköy’e
vapurla geçerken söylerdik şarkılarımızı. Bir bahar akşamı, hava henüz
alaca karanlıkken, vapur Haydarpaşa açıklarında dümen basıp, motorları stop
ederek, Kadıköy rıhtımına doğru süzülürken, tornistan başlamadan hemen
önceki bir dakikalık sessizlikte ‘Biz Heybeli'de her gece mehtaba çıkardık’ın meyan bölümünün,
bizim sesimizden denizin üstünde yankılanmasını hiç unutamam. Bütün vapur bizi
dinlemişti. Yanımızdaki gençler hariç... Onlar dinlememiş, bizimle birlikte
söylemişlerdi çünkü... Şarkı bitti, vapur yanaştı... Ben her zamanki girişken
tavrımla döndüm ‘Allah için, bayağı iyisiniz.. Hangi okul?’ diye sordum.
Konuşmanın devamı şöyle;
-İTÜ...
-Valla mı.. Bizde İTÜ Mimarlık’tanız. Siz?
-Biz konservatuardanız...
Çocukların meyanda kesilmemelerinin sebebi de böylece anlaşılmış oldu. O
akşam Murat’la, kendimizden epey bir gurur duyduğumuzu hatırlıyorum.
Hevesli ve fakat kabiliyetsiz bir hanende olarak musiki terennüm ettiğim
yıllar, çocuklarımın doğması ve bir enstrüman çalmayı öğrenecek yaşa gelmeleri
ile, bambaşka bir havaya büründü. Benim yapamadığımı onlar yapsın istedim. Ve Defne
ilkokula başladığı sene gittim, bir müzik dükkanından klasik bir duvar piyanosu
satın aldım.
Piyanonun eve geldiği akşam, büyük bir hevesle tuşlarına basarak, ortaokulda
blok flütle çaldığımız ‘Neşeli ol ki genç kalasın’ı çıkarmaya uğraştım. Do do
re mi mi, re do re mi do... mi mi fa sol sol, fa mi fa sol mi...
Ama piyano bana tat vermedi. Ertesi gün adamları aradım. Bunun
sesinde bir tuhaflık var, gelin alın, dedim. Oysa bir gün önce dükkana
gittiğimde ‘Ben bu işlerden anlamam. O yüzden çalsam da bir, çalmasam da..
Siz bana iyisinden sarın bir tane demiştim’...
Bu saftirik yaklaşımım, kazıklanmayı hak etmiş olmalı ki, bana
verdikleri piyano, tuşlarına basılınca yuvarlanan boş varil sesi çıkarıyordu.
Allahtan itiraz etmediler, gelip piyanoyu aldılar. Yerine başka bir tane
getirdiler. İkinci piyano birinciden daha iyiydi ama tek parmak ‘Neşeli ol ki
genç kalasın’ı çalarken duyduğum sesler, bir sebepten beni rahatsız etmeye
devam ediyordu.
Piyano üçüncü kez değiştiğinde, babamlar bizde akşam yemeğindeydiler. Azeri
bir hoca, piyanoyu akort etti. Orta do ve orta mi hariç bütün sesler içime
sindi. Bir tek ikisinden mutlu olmadım. Adama habire 'Olmadı, cızlıyor,
tızlıyor, bak ben bile duyuyorum' diyordum... Akort etme çabasının ikinci
saatinde iyice bunalan hoca bana dönüp ‘bu kadar nüansı duyuyorsanız, Çin piyanoları sizi asla tatmin etmez. Gidin kendinize
bir Alman piyanosu alın o vakit’ demese, adamı herhalde sabaha kadar orada
tutardım. Gerçi hoca böyle deyince, ben ilkten güldüm. Hatta orada bulunan
babamı şahit göstererek ‘bende müzik kulağı yoktur ki, isterseniz babama sorun.
Bu nüans değil, gayet bariz. Ben bile
duyuyorum’ dedim... Babam o zaman ömrü hayatımda beni en çok şaşırtan şeyi
yaptı ve ‘aslında senin çok iyi bir kulağın vardı. Ama sahneye çıkmaya
kalkarsın da, orospu olursun diye sana söylemedik, dedi... Ben, ağzım bir karış açık ve şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuş bir halde 'peki şimdi
neden söyledin o halde, diye sorduğumda da ‘yaşın geçti, artık senden nasılsa
orospu olmaz, diye cevap verdi...
Hoca gidip, yemek de bittikten sonra, bir gece kendi kendime şarkı
söylerken beni dinlediğini, makamın karar sesinden şarkıya girip, detone
olmadan okuduğumu duyduğunu, sesimin berraklığı, kulağımın hassasiyeti ve
kabiliyetimin büyüklüğü karşısında nutkunun tutulduğunu, bunu bir kariyer
hedefi olarak seçerim korkusu ile o tarihten sonra, benim aslında müziğe nasıl
da kabiliyetim olmadığını her fırsatta söylediğini ve beni inandırmak için
gizlice çabaladığını anlattı...
Babamdan bunları duyunca, kendime bir piyano hocası tuttum. Ama yaş olmuş
kırk... Malum kırkından sonra saz çalan, akordu mezarda yapar, demiş
atalarımız... Kulağımın duyduğuna ve beynimin verdiği hükme uyamayacak kadar
katılaşmış parmaklarım yüzünden bu defteri umduğumdan çabuk kapattım, amatör
hanendeliğime geri döndüm...
Şimdi diyeceksiniz ki, bu hikaye nerden çıktı? Şöyle ki; Cuma akşamı Küçük Meyhane'ye
gittik. Galatasaray Lisesi’nin duvarına bitişik evlerin arasında, adı gibi
küçük bir meyhane burası. Müdavimler ahbap, sahibesi tanıdık. Dükkanda iki de konservatuar
öğrencisi var. Delikanlı ut çalıyor, genç kız söylüyor. Bu pırıl pırıl müzisyenleri
dinlerken aklıma geldi işte... Sazın ve saza eşlik eden gırtlağın namelerini benim
ki gibi bir kulakla duyunca, müzik başka türlü işler insanın içine... O akşam, arkadaşlarımla
gülüp eğlenirken bile ‘Mani oluyor halimi takrire hicâbım, üzme yetişir, üzme firâkınla harabım’ diyen kalbin özlem
dolu çığlığını belki bu yüzden görmezden gelemedim.
Bu akşam evdeyim. Kadehimdeki şarap ve ben, salonun denize bakan pencerelerinin
önünde oturuyoruz. Uzaktan ada motorları geçiyor. Pazar gezginlerinden arta
kalan son kafileyi de iskeleye taşıyorlar. Dilimde eski bir şarkı;
Nerelerde kaldın ey servi nazım
Bana bir haber ver budur niyazım
Hasretinden acep ölmek mi lazım
Bana bir haber ver budur niyazım...
Eser, İsmail Hakkı Bey’in... Makam nihavent. Babam nihavendi sevmez, hafif
bulur. Ama ben severim... Hem severim, hem söylerim... hem şarabımı içerim...
Hasretinden acep ölmek mi lazım...
Bana bir haber ver, budur niyazım...
Gözü kör olmayasıca serv-i nazım...
(İstanbul’da, evde, sesi kısılmış televizyonun ışığında, camın önünde
otururken yazıldı.
İkibinondört senesinin Nisan ayı’nın yirmibirinci günü...)
Muhtesem bir yazı olmus. Hem hüzünlü , hem duygulu hem de sesli güldüren , okumak büyük keyifti. Paylasim icin Teşekkürler
YanıtlaSilHem hüzünlü ,hem duygulu hem de yer yer sesli güldüren bir paylaşım icin cok teşekkür ederim. 40 inda azip annemin deyimiyle ud , ney vs varken elektro gitara saran ve müziğe aşık biri olarak , çok beğendim. Elinize saglik , daha az konusup , daha cok yazin isterim.
YanıtlaSil